Artık, hiçbir şeyden emin değilim. Kız arkadaşımla darıla barışa, üç yılda biriktiğimiz düşten gelecek, naftalinlenmiş çeyiz gibi askıya çıktı. Işık, kötü vuruyor üstüne. Korkarım, solacak.
Ve ben, “Keşke olmasaydı” diyerek başladığım, iki aylık dâhiliye stajımda Erhan Dağca’yı, yani, Kaptanı tanıdığım için mutluyum. İlk günler, kibirli ve çokbilmiş gelen hallerinden dolayı uzak durmuştum oysa. Bir devlet hastanesinin genel hasta görünüşünden çok farklıydı. Her gün gazeteleri okuması, okuma gözlüğünü takıp kitap sayfalarına gülümsemesi dikkatimi çekiyordu. Kanser gibi pis bir hastalığın son saldırılarıyla boğuşsa da, ağrılarından çok yakınmıyor, kendisi için bir şey yapan herkese gülümseyerek teşekkür ediyordu. Tüm bunlar, saygıyla karışık bir ilgi uyandırıyordu bende.
Onun, (kullandığı dil ve okudukları nedeniyle) denizcilik eğitimi almış, yıllarca denizleri kulaçladıktan sonra emekli olmuş bir kaptan olduğuna karar vermiştim. Kimsesinin olmamasını da, işinden dolayı bir aile kuramamasına bağlamıştım. Bir gün, onu beslerken, yalnızlığına üzüldüğümü ama bu ülkeye bir kaptan olarak uzun yıllar hizmet ettiği için çok özverili bir insan olduğunu söyledim. Güldü. “Ben, kaptan değilim” dedi. Şaşırdım. Zorlanan sesinin elverdiğince anlatmaya başladı:
“Atmışlı yılların başında, İstanbul’da inşaat mühendisliği okudum. Babam, bana, daha okulu bitirdiğim günlerde, bir inşaat şirketi kurdu. Her şey onun düşüncesiydi zaten. Ülkeyi boydan boya barajlarla, yeni yapılarla yeşertecektim. Oysa babamın bilmek istemediği bir şey vardı bende; eğitimini aldığım alanda, temelini atıp bağlayabileceğim bir çatı düşüm yoktu. İnşaat harcından uzaktım. Kıraçtım. Baktım ki, kurtuluş yok; çekip gittim uzaklara. O deniz senin, bu kıyı benim, dolandım durdum dünyanın içini dışına çıkaran sularda.”
“Kaptan, istersen biraz dinlen. Çok yoruldun” dedim. Su istedi. Yutamadığı suyu gargara yaparmış gibi tükürdü. İçindeki yalnızlığı ayrıştırmaya çalışanlara özgü bir şekilde gözleriyle yutkundu. “Dinle tayfam. Şimdilik iyiyim” dedi ve her şeyiyle anlatmaya koyuldu:
“Bazı limanlarda günlerce demirlediğimiz olurdu. Yolcuların bir kısmı iner. Yerlerine yenileri gelir. Ben de, fırsat buldukça, o bölgeyi tanıma gezilerine çıkardım. Karaya ayak basıp, sallanmayan yollardan geçer, kenar mahallelere dalardım. Kentlerin, içine almayıp kustuğudur kenar mahalleler. Kötüdür, hırçındır, tekinsiz albenidir, ötekidir ve tüm bunlardan
dolayı da, kentin, aynadaki kendi yansımadır. O, çok modern yapıları, çok şık, çok ışıklı, çok bulvarlı caddeleri, o caddeleri süsleyen son model arabaları ve marka kılıklarıyla çok uluslu tüketim merkezlerini parselleyen çok kartlı kalabalıkları değerli ve ayrıcalıklı kılandır kenar mahalleler. Denizde tekne gibi sallanır durur, oralarda hayat. Belki de bu nedenle,
giderdim oralara. Bilmiyorum. Ha, bir de, her limanda Tanrının evine giderdim. Günlerce, Buda Rahipleriyle bağdaş kurup, tüm anlamalardan döndüğüm olurdu. Elimde, büyüyen bir yok demeti. Bir defasında da, umreye götürdüğümüz insanlarla birlikte Kâbe’nin çevresini yedi kez döndüm. Beyazını ağartmış, eski bir yelken bezinden uydurduğum ihramın içinde, tinsel geçişler yaşadım. Çok ilginç bir boyuttu ama serseriliğime teğet geçti. Sonra, ağlama duvarında ağladım, bir gün. Ann Frank, bit yeniği gözleriyle uzattı mendilini. Kilisede şaraba banılmış ekmek yedim, turistik bir ayinde. Rab İsa yeniden gerildi çarmıha ve “Etimle kanım, sana da yarasın, e mi, serseri” diye, inledi. Büyük bir merakla, Meksika’da İnka
Tapınaklarına gittim. Altın tozuna bulanmanın anlamını aradım, günlerce. Yüzü güneşe dönük bir aynaydı insan. (Bir güneş, bir de insan, karşılıklı aynalar gibi yansıtırlardı evreni, hayatı ve insanı.) Nuh’un Gemisinden atılmış bir asi… Eşsizdi çünkü. İşte böyle, tayfam.
Yüzümde yenilmişlerin utancı, kulaçladım durdum bilinmezin sularını. Çok şey bulduğumu söyleyemesem de; soruların çengeline takılıp, sırt çantama yerleşen serseri göçmenliğimle, Anka Kuşunun, küllerinden yeniden doğmaya ilişkin masalına indirdim yelkenlerimi. Salata tabloları yapardıığğm…”
Bir hırıltıya dönüşen sesi ve yorgun bedeninin devinimleri artık anlaşılmıyordu. İncitmekten korkarak üstünü örttüm. Onu, pencereden vuran akşamüstünün terli ışıklarında uzayan gölgesine bıraktım.
İki saat sonra, tekrar odasına girdiğimde uyuyordu. Yüzü, pencereden dökülen ışıkla yıkanmış gibi ıpıslaktı. Hırıltılı soluğu, fırtınalı denizlerden dönen yorgun bir geminin son limana yanaşma çabalarına benziyordu. Yeni yetme kızmemesini andıran elmacık kemiklerinin eteklerinden başlayan yanakları, göçük vadiler gibi, iri burnunun iki yakasından sivri çenesine kavuşuyordu. Dudakları, müstehcen bir Âdemle Havva fıkrası patlatacakmış da, sanki son anda zorla susturulmuş bir ağız gibi küskündü.
Huzursuzca kıpırdandı, uyandı. Sağ elinden destek alıp, zorlukla doğruldu. Bana bakıp gülümsedi. “Hoş geldin tayfam” dedi. Komutanını selamlayan bir asker duruşuyla, elimi şakağıma vurup, “Hoş bulduk kaptan. Çulsuz tayfanız emrinizdedir efendim. Söyleyin bakalım; bu akşam, hangi oynak denizi, hangi eril rüzgârın ıslığında, dişil bir özne gibi özleyeceğiz?”
Boğulmak üzere olan birinin, çırpınırken çıkardığı gülmekle ağlamak arası sesler doldurdu odayı. İrkildim. Hemen oksijen musluğunu açtım. Sırtını yastıklarla destekledim. Hazırladığım mama enjektörünü, burnundan midesine kadar uzanan beslenme sondasına takıp yavaş yavaş iteklemeye başladım.
Kanserli yumruların (ki, onlara, ”Gestapo patatesi “ diyordu Erhan amca) saldırısından dolayı, gün be gün gerileyen boğaz cephesi, solunum ve yutma gibi en temel gereksinimlerini bile tıbbi yollarla (Onun deyimiyle, “korsan yolu”) sağlamaya çalışıyordu. Kendini ifade etme ve yaşama dair her şeyle iletişim kurma konusundaysa sözel, görsel ve bedensel tüm
dilleri, inatçı yüreğinin çöl torbasından besliyordu.
Mamadan dağılan muz kokusu, ona, yaşamın kokusunu taşımıştı yine. “Ah, tayfam” deyip, sürdürdü. “Bu akşamı, Kaş sularında rüzgârlayalım, e mi? Ah, şu koku. Muz likörünün kokusu. Bayılırım. Çalıştığım gemi, bol adacıklı Kaş sularında demirlerdi zaman zaman. Tam da bu saatlerde, mutfaktaki işimi bitirip, bir kadeh muz likörüyle güverteye çıkardım.”
Her türlü iletişim yolunu kullandığı için çok çabuk yoruluyordu ve ben, ne anlattığını anlayabilmek için, hem çıkardığı sesleri, hem de tüm devinimlerini birbirine katarak dinliyordum. Bu arada, yavaş yavaş midesine mama akıtıyordum. Besliyordum onu da, sanırım bu süreçte, ben de, başka türlü besleniyordum. (Bunu, otuzlu yaşlarımdayken, kırılgan bir zamanımda, ivedi bir kararla, sınır tanımaz sağlıkçılar grubuna katılıp Ön Asya içlerine savrulduğumda, bilginin kullanılabilme olanakları olarak daha iyi anlayacak ve devenin hörgücündeki su gibi süzecektim ıssız bilincime.)
Yüzüme baktı. Bir adres aradı. Bir yolak. Bir suyolu… Buldu da... Yaşama ve hiçbir gerekçesine gebe kalmadan yaşayanların bildiği, o adaya, bakışlarıma ulaştı. Bulaştırarak sürdürdü sözünü.
“Yolcuların çoğu, çoktan güvertede yerini almış, batan güneşi izliyor olurdu. Çocuklar, uzayan gölgeleriyle en çok bu saatlerde büyürdü sanki. Büyüklerin kaygılarını, paylaşamadıklarını, çok yaşlı hüzünlerini yüreğinin fırınında kurutur, öylece batardı güneş. İnsanların beden dili, ana dillerine karışır, doğanın diline dönüşürdü.
Sofia adında İspanyol bir kız vardı yolcular arasında. Zengin bir ailenin kızıydı. Aynı zamanda da dünyanın çiçek çocuklarındandı. Zengin bir çiçek kız olmak, atmışlı yıllarda, dünyanın en umutlu ve sağlıklı gülüşlerinden biriydi, bana göre. Apaçık ama fantastik, başına buyruk, özgürlükçü bir kızdı. ‘Mademki, dünya bir adalar ve eşitsizlikler topluluğu; onu anlamanın, tanımanın, çözmenin, barıştırmanın ve sevmenin en iyi yolu; içini dışını saran sularda karış karış yıkanarak, hiç kurulanmadan, damla damla süzülmektir.’ derdi. Gözlerime baktığında içimi gördüğünü sanırdım. Tuz kokardı. Arada bir kamarasına çağırırdı beni. Tuz gibi çıtır çıtır yanardı teni. Saçlarımdan, gözlerine damlayan terimle kavrulurdu. Temmuz’da, öğle vakti, denizkızıyla sevişmiş gibi olurdum ben.”
Kendini anlatmak üzere kurduğu bedeni ve sesi artık iyice ağarmış, gelmiş geçmiş zamanları gönül gözünden eleyen bakışları, şimdiyi seçemez olmuştu. Yavaşça yatırdım, oksijenin hızını biraz düşürdüm ve çıktım. Servisin akşam yoğunluğu sürüyordu. Yemek saati olduğu için hasta odalarını ve koridoru dolduran çeşitli yemek kokuları, kaşık çatal sesleri, terlik şıpırtıları ve Elif hemşirenin her zamanki anaç ablacıl sesi duyuluyordu. Güney batıya bakan, kapısı koridora açık odaların önünde, akşam güneşinin (Sağlıcakla ey insanlar) gülüşü, nemli bir hoşgörüyle çınlıyordu. Sekiz numaralı odada yatan Dudu teyze, kendisine verilen
tuzsuz kerevizi yememek için geliniyle kavga ediyordu. Kırılan bir bardağın şangırtısına, üç numaradaki kimsesiz Veli amcanın bağırışları karışıyordu. Karnını doyururken kazayla çıkan serum iğnesinin yerinden akan kan üstüne başına bulaşmıştı. Tepeden inme bir biçimde, servisteki özel odaya yatırılmış, iktidar partisinin bilmem nere başkanının, bilmem nereli yeğeninin babası, zırt pırt, hemşire çağrı ziline basıyordu.
Pencereleri kolsuz yapılan, hastaları da, çalışanları da psikolojik olarak baskılayan, “Siz beni biliyor musunuz?” anlayışının kabul gördüğü, bu(?) modern binadan ve çıldırtıcı SS zaman diliminden kaçıp kurtulmak istiyorum. Gizli sigara odası haline getirdiğimiz penceresi açık kalabilen tuvalete sığınıp, yaktığım sigaranın dumanını soluksuz kalmış gibi ciğerlerime dolduruyorum. Bir daha, bir daha emiyorum sigaranın emmecini. Derken, Elif hemşirenin sesi geliyor koridordan. Apar topar çıkıyorum. “Ahmet çocuuuk. Sen, gene mi, tütmeye kaçtın, bakayım?” Gülüyor, “Ablacığım. Canım benim. Al şu, tedavi tepsisini. Veli amcaya bir damar yolu açıver. Sonra da, şu ilacını içir.” Yine gülüyor. “Söz, Ahmet. Bu akşam, yanık dondurmalarınız benden.” Yapay bir bakış fırlatıyorum Elif ablaya: “Sen, bizi, Derin mi (Elif ablanın beş yaşındaki kızı) sandın? Dondurmayla kandırıyorsun. Aşk olsun, abla.” O meşhur kahkahalarından birini patlatıveriyor oracıkta. “Bebem, dişlerin çıkınca, yanmamış mutlu sözler de bulacağım sana; söz… Şimdilik, dondurmanın, bilmem kaç yüz derecede kristalleşmiş yanık mutluluğuyla yetinmelisin.”
Veli amcayla uğraşırken, Elif ablayı, hoşça sevdiğimi düşünüyorum. Hani, hep derler ya; “Kendinle barışık ol. Kendini sev.” Oysa birçok insan, bu kavramların açılımını bilmez aslında. Sadece, doğru olduğunu düşündüğü için yineler durur da, bir türlü barışa çıkan yolu yürüyemez. Kaşını, gözünü, yampiri yürüyüşünü, yüzünün olmadık yerinde biten benleri kendine sevdiremez. Ailesinin yoksul oluşundan ya da başka bir mezhebe bağlı oluşundan utanmalıdır. Ötekine benzer ne varsa yaşamında ve bedeninde, üstünü örtmelidir. Kabul görmeyen her şey bir ceza gibi verilmiştir ona. Sürekli bir savunma hattından bakar dünyaya. Her sözünün bir aması, her duruşunun bir eğretisi vardır.
Elif abla, aması olmayan eğretisiz kadınlara benziyordu. Neyse o, gibiydi. Sık sık anlattığı fıkraları ve bulaşıveren sevecen kahkahalarıyla sıcak bir çalışma ortamı oluşturuyordu.
İki ay (ki, başlayalı beş hafta oldu) sürecek olan dâhiliye stajına başladığımdan beri, içimde ve dışımda bazı çakıl taşlarının sallandığını, harçlarının döküldüğünü ve bunun bana, delikten sızan bir hava sağladığını görüyordum. Yirmi yıllık ömrümün, üstü örtülü kuyularına adını bilmediğim bir rüzgâr vuruyordu hoyratça ve ben, üşümüyordum. “Daha çok soyun” diye, kışkırtıyordu lodos.. Kabuklarımdan soyundukça derecesiz bir ışık
vuruyordu gün görmemiş solukluğuma. Kaplıca sularının kabul gören sıcaklık derecesine inat, hızla yükselen yürek altı sularımın korsan gözü pekliğinde kulaç atıyordum,. Bazen de, tayfun çarpıyordu yüreğime ve sular hızla yükselmiyordu. Gözelerini dürtükleyip, tortularını süzmem gerekiyordu. Üst üste yıkılıp, yığılıyordu ömrüm.
Yirmi yıllık bir ömür diliminde, dürtüklenecek kaç kapalı gözesi olur ki, insanın? Ya da, kaç yüz bin baloncuktan, kaçının ipine, “içi dolu” diye, sarılır insan? Kim bilir, kaç gündür benimle görüşmeyen sevgilim, kaç kuşağın geniyle oynanmış dişil tortusunu süzüyordur, aşk diye?
Oysa okulu bitirdiğimiz gün, toprak zengini olan babasının vereceği arsaya, düşlerimizin yaşlılar dünyasını inşa edecektik. Uzun yaşama özürlü bedenlerine ihanet eden düşünme ve algılama yetenekleri, bir tür tutsaklığa dönüşen kendilerine yetebilme özgürlükleri ve canlarına tak eden yalnızlıklarıyla kent soylular…
Varsıllar tercihimiz olacaktı elbette. Onların parasıyla, onların biriktikleriyle ve birikemedikleri sevgileriyle, saygılarıyla, düşleriyle ağırlayacaktık onları. Son yaşlarında, yaşanabilir dünya sunacak ama asıl önemlisi huzur içinde öte yakaya geçirecektik onları. (Azrail, her zaman erkencidir nasılsa. Belki de, son dakika golü gibi, en son bahar aşklarına tanıklık ederdik. Neden olmasın canım? Böyle sevgili bir durumda, hemen iki aşığı aynı odaya yerleştirir, çift kişilik bir yatakla onurlandırırdık onları. Belki, afrodizyak bir deste bile sağlardık; kim bilir? Oğul kız ocağının sığıntı üyeliğinden bağımsız, yalnızlığın fildişi kulesini yıkıp, son denize yelken açan âşıkların teknesine soluğumuzla rüzgâr olurduk.)
Gerçekten yapabilir miydik, tüm bunları? İki çocuk, güzel ve akıllı bir eş ve güvenli sularında yüzdüğümüz, sınırları yüzyıllar önce belirlenmiş bir hayat. Artık sanmıyorum…
Yorulurduk zaten. Çatlardı sınırlarımız. Bu, sadece, benim öngörüm elbet ve bu günlerde ayrımına varabildiğim bir gerçek. Üstelik sevgilim bana küsmüşken ve tam da o sokağın başında Erhan Dağca gibi bir serseriye toslayıp, çırılçıplak soyulmuşken aklım. Dağılmıştım. Biriktiğim gelecek, son zamanlarda yaşadıklarımın çıtasında dibi çizmişti. Hastanenin onuncu
kattaki çatısında, bir intihar gösterisi düzenleyip, dibe vuruşumun hiçliğini, gecenin yakasına, zorunlu bir not gibi iliştirmek üzereydim ki, Elif abla, “Ahmet çocuuuk” diye, bangır bangır sesiyle tuttu kolumu ve beni yine Erhan amcaya yolladı. Yollarken de, dedi ki; “Ablacığım, bu çılgın ihtiyara ne yaptın sen? İlker’i kovmuş, odasından. İlle de seni istiyor. Yarın sabah anımsat da bana, denetlemeye gelen öğretmenine anlatayım bunu. Stajın biterken, bir onurluluk örneği olarak paketleyip sana vereceğim Erhan Dağca’yı.”
Yine gülüyor kahkahalarla. “Yaşarsa elbet o güne değin. Haydi Ahmet.” Beni ayakta tutan tüm kirişlerin göç çığlığına abandığı adımlarla yürüyorum odasına. Bıraksalar, onuncu kattan düşeceğim, paldır küldür. Elimde beslenme seti. Gerçekten beslenmeye gereksinimi olan kim? Bilmiyorum…
Elinde televizyon kumandasıyla karşılıyor beni. Öfkeli. “Nerde kaldın tayfam? Çok acıktım. Su… su…” diyor, el ve yüz diliyle. “İyi değilim kaptan. İstersen sen, televizyonunu izle, ben, seni beslemeye başlayayım.” Başını arkaya atıp, “Yok” diyor. Yine, insanın, kendini ve dünyayı ne kadar yok edebildiğini gösteriyorlar. “Kapat gitsin. Evet, sen, niye kötüsün tayfam? Sen de mi, kendine tekinsizce dokundun?” İkilemde kalmış bir söz süzülüyor parmaklarından. Elleriyle mi, gözleriyle mi seslendirsin; karar veremiyor.
Araya giriyorum. “Beni, uzak sulara götür kaptan. Tuz kokan su kızlarının
ülkesine götür, beni. Ya da, sallanmayan yollardan geçirip, bir kestane gibi içinden çıkıp da ötelediğim kabuğuma, yalpalayan o, su teknesine götür, beni. Köpüklerle birbirine iliştirilmiş yirmi baloncuk asılı sırtımda ve öyle sanıyorum ki, çoğunun içi boş. Söz, yok. Ben, yokum.”
Eliyle, eğilmemi söylüyor. Başımı okşuyor. Bir baba gibi değil, bir dost gibi okşuyor. “Büyüyoruz tayfam” diyor. “Sen de, ben de. Hepimiz, yeryüzüyle gökyüzünün çocuklarıyız. O boş balonlar patlayacak bir bir ve sen büyüdükçe, yerlerine söz geçecek. Senin sözün. Sen, yaşamı anlayışını ve anlatışını taşıyacaksın sırtında. Yakınarak değil tayfam. Yaşayarak.”
İçime dolan hafif bir yelin rahatlatıcı serinliğini duymaya başlıyorum. Bu arada, enjektöre yeniden mama dolduruyorum. “Biliyor musun” diyor. “Ben, çok güzel salatalar yaparım. ‘Tablo gibi’ der, görenler. Etrafı tanıma gezilerinden, çalıştığım gemiye dönerken, çarşı pazardan, bir sürü sebze, meyve alırdım. Bazen, bir iki saat boyunca dolanır; gördüğüm gözlerdeki anlamı arardım tezgâhlarda. Sonra da bulamadığım o, anlamı alır, hemen mutfağa dalar, yıkar, doğrar, soslar ve değişik tabaklara tablo yapar gibi yerleştirirdim onları. Bazen, oralarda gördüğüm güzel bir çocuğun yüzünü, bazen ilginç bir ağacı, bazen balıkları, bazen de değişik bir yapının görünüşünü salata olarak düzenler yemek saatinde servise sunardım. Sonra bir köşeden izlerdim insanları. Çok beğenirler, alkışlarlar, fotoğrafını çekerler, hatta beni de katarlardı fotoğrafa ama hiç birisi de yaptığım tablonun anlamını sormazdı. İki dudak arasından mideye inerdi benim tablolar. Gerçekliği kurumadan tüketilmiş tüm düşlerin kulağını büker, yeni düş anlamlar çatmaya çıkardım.”
Yaşanıp bitmiş ömürler kadar bitkindi. Zor anlaşılıyordu ki; anlattıkları, benim, her şeyi görme ve anlama çabam sayesinde bir anlam kazanıyordu. ( Ben de, kendimi, bundan dolayı önemli hissediyordum ve bu durum çok hoşuma gidiyordu.) Tam çıkıyordum ki, seslendi; “Tayfam, ışığı kapatma e mi? Serseri göçmen ruhum beni, sonsuz göçlere kışkırtıyor. Tabanlarım üşüyor tayfam. Bastonum, kara değmiş gibi. Gitmeliyim tayfam. Sen, altıma bez bağlamaya başlamadan hem de. Yağmur, çamur başlamadan göçmeliyim.”
“Tamam kaptan.. Uyu şimdi… Uyu ve dinlen. Çok yoruldun, biliyorum. Sabah yeniden görüşürüz nasılsa. Haydi, iyi geceler kaptan”diye, bir selam çakıp, üstünü örtüyorum ve tam da, yeniden çıkmaya hazırlanıyorum ki; “Kalem getir, tayfam. Bir kalem ve bir kâğıt
parçası getir bana”diye, çırpınıyor. Ona dönüyorum; göğüs cebimdeki not defterini ve kalemi gösteriyorum. Başparmağını başat bir şekilde sallayıp, “Yeter elbet” diyor.Ve ben, nihayet çıkıyorum.
Çayın yanına sigarayı katık edebilmek için, hastanenin bahçesine inip, kantine doğru yürüyorum. Sesi fazla açılmış televizyon kanalında, kuyruğuna basılmış zengin iti gibi havlayan konuşmacının saldırgan görüntüsüne dayanamayıp, eski hastane tarafına yöneliyorum. Kuytuda kalan bir ağacın dibinde öpüşen çifti rahatsız etmemek için oradan da
ayrılıyorum. Akşamın bu saatinde iyice ıssızlaşan, eczanelerin olduğu kaldırıma vuruyorum adımlarımı. On beş, yirmi adım derken, “zınk” diye duruyorum. Kuyruğuna basılma sırası bana gelmiş olmalı ki; gerisin geri dönüp, koşarak hastaneye dalıyorum. Asansörü bekleyecek sabrım yok. Merdiven basamaklarına çift basıp, beş katı koşar adım, soluksuz çıkıyorum.
Kaptan, odasında yok. Haklı çıkmak istemiyorum. Onu görmek istiyorum.
Yok. Elif ablayı arıyorum. Elinde bir şeylerle, hasta odasından çıkıyor. Şaşkınlığıma, tizliğime bakıyor. “Kaptan” diyorum. “Kaptan yok, Elif abla” Eliyle “Tamam” işareti yapıyor. “Senden sonra, koridorda gördüm onu. Seslendim arkasından. Döndü, dışarıyı işaret etti ve eliyle bir öpücük yolladı bana. Gülüştük. Başıyla selam verdi ve ağır ağır yürüdü gitti.
Merak etme ablacığım. Gelir şimdi.”
Elif ablaya aldırmadan, aynı hızla bahçeye iniyorum. Dip, köşe, bucak, kantin, kuytu her noktayı karış karış arıyorum. Yok… Yeniden servise çıkıyorum; yok. Odasını arıyorum, düşündüğüm gibi; yastığının üzerine bırakmış, benden aldığı kalemi ve not defterini. İlk sayfayı, herkese teşekkür ve mutluluk ifadeleriyle doldurmuş. Hızla diğer sayfayı çeviriyorum; “Tayfam” diye, başlıyor. “Bırak, patlasın içi boş balonlar. Sen, kendine ulaşacaksın nasılsa… Kaptan. ”
Gecenin bakılmamış bir saatinde, hastane polisi, bilgi vermek için servise geldi. Konyaaltı kıyısında, bacaklarıyla dalgaların oyununa katılmış, sol kolunu başına dayamış, ufukta, yelkeni henüz görünen gemisini bekliyormuş.
SERPİL BAŞAK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder