Merhaba,
2012, 2011’in kâbuslarını aratacak bir gerçeklikte karanlık ağını üstümüze attı. Gazetecilere, yazarlara yönelik tutuklamalar sürüyor. 100 gazeteci tutuklu; her geçen gün bu sayı çoğalmaya gebe…
KCK tutuklamaları, 12 Eylül’ü hatta Hitler’i aratmayacak bir hızla yayılıyor. “Gasp edilmek istenen kimliğimi, Gasp edilmek istenen ana dilimi, gasp edilmiş haklarımı istiyorum” diyen her Kürt, KCK dosyası içine alınıp ülkenin dört bir yanında zindanlara dolduruluyor. Kürtlerin yanında yer alan Türk, Laz, Arap vb… devrimciler de bu kırbaçtan nasiplerine düşeni alıyorlar.
Durum böyleyken, sanat dünyasında da devrimci sanatçıların dışında sinikliğin, ezikliğin, ürkekliğin egemen olduğunu görüyoruz. Nasıl hatırlamayalım Hasan İzzeddin Dinamo’yu: “Bir ülkede baskı düzeni yürürlükteyse, o ülkenin edebiyatı dip sularda, köpüklenmeden, sessiz ve sakin akmağa başlar. Sanat simgelerle ve benzetilerle dolup dilin olanaklarını zorlar.”
Emeğin Sanatı, bu karanlık dönemde, iki yeni etkinlikle, kendi adına, sanat dünyasının içine girdiği bu durukluğu, bu sessizliği bozma, dalgalandırma amacıyla kendine düşen çabayı göstermektedir:
I. Kitaplarını yayınlatabilmek ve dağıtmak, öteden beri sosyalist şair ve yazarların karşısında bir duvar gibi çıkıvermektedir. Emeğin Sanatı bu duvarı göreceli de olsa parçalamak amacıyla Emeğin Sanatı E-Yayınevini oluşturdu. Emeğin Sanatı; başta kendi şair ve yazarları olmak üzere, diğer sosyalist şair ve yazarların eserlerini e-kitap olarak yayınlamaya başladı. Emeğin Sanatı E-kitaplarıyla ilgili ayrıntılı bilgiyi aşağıdaki adreslerden almak mümkündür: http://emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com ve http://issuu.com/emeginsanati Son adresten kitapların okunma oranları da öğrenilebilir. Dergimizin sol alt sütunundan da e-kitaplara ulaşılabilmektedir.
II. Yeni dönemde sanat alanındaki düşünce alışverişini güçlendirerek, sosyalist edebiyata bir ivme kazandırabilmek amacıyla yeni bir etkinlik başlatıyoruz. Mao’nun söylemiyle biliriz ki, “Eleştiri ve özeleştiri günlük tayınımız olmalıdır!” Bu yeni dönemde de e-kitabı yayınlanan şairler öncelikli olmak üzere eleştiri ve tartışma etkinliği başlatıyoruz.
Ayda bir yapılacak olan etkinlikte, eleştiriler, ya Facebook’taki grup sayfamıza belge olarak ya da emeginsanati@gmail.com adresine gönderilebilecektir. Bu eleştiriler, bir sonraki sayıda topluca yayınlanacaktır.
Eleştiri etkinliğinde ilk olarak, bu fikri bize kazandıran Şair Serkan Engin’in Emeğin Sanatı Yayınevi blogundan ya da http://issuu.com/emeginsanati/docs/arsizakrostis/1 adresinden ulaşabileceğimiz “Arsız Akrostiş” adlı e-kitabında yer alan şiirleri eleştiriye açılacaktır. Tüm okurlarımızı, yazar ve şairlerimizi bu eleştiri etkinliğine katılmaya çağırıyoruz.
Ali Ziya Çamur
BU SAYININ SAVSÖZÜ
Adına popüler kültür ya da kitle kültürü denen benzeştirici ve yozlaştırıcı kültür artık eğlence sanayisinin bir kolu haline gelmiş durumda. Sanat da bundan payını alıyor tabi. Sanat, nesneleşmiş, parçalanmış, yabancılaşmış insanın açık kimliğine kavuşması gibi bir işleve sahipken içi boşaltılıp koflaştırılıyor. Düzenin ve sistemin bir parçası haline dönüştürülüyor.
Sanat yapıtının metalaştırılması, okurun, izleyicinin bir tüketiciye dönüştürülmesiyle mümkün olacağından; sistemin, düşünen ve yargılayabilen gerçek okur yerine, magazinel sığlığına müşteri yetiştirmesi gerekiyor. Etik kavramından nasibini almamış çoğu yazar-çizerler de medyanın elinde magazin gereci, konu mankeni haline geliyor.
Bugün artık sanatçı yaratıcılığı, sanat yapıtından daha çok ‘kendini sunuş’ biçiminin orijinalliği için harcanır hale gelmiştir. Yani sanatçı ürettiklerinden çok, kendisiyle, kendisini pazarlamayla var olabiliyor. Birer ticari nesne halinde sunulmak durumuna düşmüş ya da düşürülmüştür. Sanatçı ve sanat yapıtı ticari piyasanın maddi kurallarını keşfetmiştir artık. Ticari nesneden hiçbir farkı kalmamıştır.
Çağdaş iletişim ve teknolojik gelişim bir yandan sanatı geniş kitlelere ulaştırırken, bir yandan da ticarileştirerek, düzeyinin düşürülmesine, yozlaştırılmasına çanak tutmaktadır. Sanatçı buna karşı tavrını geliştirirken, bu yolla kirletilmeye çalışılan insanı ve insansal olanı kollamayı da gündeminden düşürmemelidir.
Sanatçı insanlığı umutlarının ve geleceğinin tek gerçek sahibi yapmada üzerine düşeni yerine getirmediğinde, taşıdığı ‘sanatçı’ ve ‘aydın’ kimliği erozyona uğrayacaktır. Kendine bağlı olma bir anlamda güncel olana bağlı olmaktır. Bu, hem sanatçının birey olarak kendini yaşamın içine bırakması hem de insanlığını duyumsaması ve kavraması anlamına gelir.
…
Bütün bunlara karşı durmak sanatın ve sanatçının boynuna borçtur. Çünkü gerçek sanat; zulmün, şiddetin, insanca olmayan her davranışın karşısındadır. A. Hicri İZGÖREN (Özgür Gündem,22 Aralık 2011)
YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
ÇEVİRMENLER BİRLİĞİ(ÇEVBİR)’DEN
GÖZALTI VE TUTUKLAMALARA TEPKİ!
GÖZALTI VE TUTUKLAMALARA TEPKİ!
Çevirmenler Birliği (ÇEVBİR), akademisyen, yazar, çevirmen ve sanatçıların Terörle Mücadele Yasası’ gerekçe gösterilerek, gözaltına alınmaları ve tutuklanmalarına tepki gösterdi. Sanat ve fikir emekçilerine, hak savunucularına ve tüm sivil topluma yönelik cadı avına bir an önce son verilmesini isteyen ÇEVBİR açıklamasında, "Gazeteci Zeynep Kuray'ın parmaklıklar ardına götürülürken yüzünden eksik olmayan gülümseyişini, yaratılan korku ve baskı atmosferine verilen en güzel cevap olarak sahipleniyoruz" denildi.
ÇEVBİR açıklamasında şu ifadeler yer aldı:
“Bugün Türkiye, geçmişine defalarca kara birer leke olarak kazınmış darbe rejimlerinin karanlığını aratmayan günlerden geçiyor. Gazeteciler, öğrenciler, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, çevirmenler, avukatlar, Terörle Mücadele Yasası’nın mevcut sistemi eleştiren her muhalefet hareketini potansiyel terörist gören, bir düşünceyi ifade etmeyi veya ifade edilmesine aracılık etmeyi başlı başına suç haline getiren çerçevesi ve uygulamalarıyla, kamuoyunun tüm kesimlerinin vicdanını rahatsız eden hukuk ve akıl dışı gerekçeler ve deliller öne sürülerek gözaltına alınıyor. Haksız-hukuksuz biçimde gözaltına alınan bu insanlar, dosyalarına vurulan "gizlilik" damgası nedeniyle neyle suçlandıklarını bile bilmeden, en temel hakları olan kendilerini savunma hakkından yoksun bırakılarak adeta hemen baştan "suçlu" ilan ediliyor, maruz bırakıldıkları uzun tutukluluk süreleriyle de hâkim yüzü dahi görmeden "cezaları" fiilen infaz ediliyor.
Üstelik bugün bu uygulamalar, faşizmin kurallarıyla işleyen "sıkıyönetim" altında değil, "temsili demokrasi" yoluyla seçilmiş insanların başında olduğu bir "ileri demokrasi" rejimi altında hayata geçiriliyor. Türkiye devleti, Batılı devletler tarafından kendisine biçilen “Ortadoğu'da demokratik yönetim modeli” rolünü sahiplenir, dikta rejimiyle yönetilen komşularına “demokrasi” dersi verir, işgalci devletlere militarist uygulamaları yüzünden rest çekerken, kendi topraklarında kendi halkına 12 Eylül ve sonrasındaki karanlığı yeniden yaşatıyor. Hükümet, farklı kesimlerden kişileri kamuoyu önünde dayanaksız bir biçimde "terörist" ilan ederken, terörü üreten esas taraf oluyor. Gazeteci-yazar Hrant Dink’i güpegündüz, sokak ortasında öldürenleri; suçluları açıkça telaffuz edildiği halde “faili meçhul” sıfatıyla karanlığa gömülen cinayetleri adaletin ışığıyla aydınlatmakta yıllardır aciz kalan; “terörle mücadele” adı altında Uludere’de çoğu çocuk yaşta 35 köylüsünün canını alan devlet, muhalif sesleri neredeyse kitleler halinde hapsetmek suretiyle susturmaya dönük mesneti belirsiz kovuşturma ve soruşturma süreçlerini hayata geçirmekte bir an bile geç kalmıyor.
Son dönemde gözaltına alınıp tutuklanan gazeteci ve yazarların sayısındaki olağanüstü artış, İçişleri Bakanı'nın tüm sanatçıları ve fikir insanlarını, araştırmacıları, sivil toplum örgütü çalışanlarını, farklı dini ve cinsel tercihi olan tüm yurttaşlarını potansiyel suçlularmış gibi hedef gösterdiği demeciyle birleştiğinde, basın-yayın, kültür, sanat, sivil toplum ve hak savunusu alanında faaliyet gösteren tüm kurum ve kişilerin mesleklerini ve uğraşlarını icra etmelerine ket vurmaya dönük bir tehdit atmosferinin yaratıldığı görülüyor.
Biz ÇEVBİR olarak;
Gölgede bırakılmaya çalışılan hakikatleri dile getirmek suretiyle çağlar boyu toplumların sahipleneceği değerleri koruyan ve yaratan sanat ve fikir emekçilerine, hak savunucularına, son tahlilde tüm sivil topluma yönelik bu cadı avına bir an evvel son verilmesini; basın, düşünce ve ifade özgürlüklerini kısıtlayıp ortadan kaldıran yasal mevzuatın ve uygulamaların tümden yürürlükten kaldırılmasını talep ediyor, fikirlerin ve ruhların değil ancak bedenlerin hapsedilebileceğini bir kez daha hatırlatıyoruz. Gazeteci Zeynep Kuray'ın parmaklıklar ardına götürülürken yüzünden eksik olmayan gülümseyişini, yaratılan korku ve baskı atmosferine verilen en güzel cevap olarak sahipleniyoruz.”(EDEBİYAT HABER)
ULUSLARARASI SANAT ELEŞTİRMENLERİ
İÇİŞLERİ BAKANINI İSTİFAYA DAVET ETTİ
İÇİŞLERİ BAKANINI İSTİFAYA DAVET ETTİ
Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye Şubesi, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in sanatçıları ‘terör örgütünün arka bahçesi’ olarak gösterdiği konuşması nedeniyle bir açıklama yayınladı.
“2012 yılında bir bakanın küresel bağlamda tanımı yapılmış ‘terör’ ile küresel bağlamda tanımı yapılmış ‘kültür ve sanat’ı yan yana getirmesi ve sanatın teröre ‘arka bahçe’ oluşturduğunu resmen açıklaması kabul edilemez. Bunu bir bilgisizlik ve gaf olarak değil, farklı seslere tahammül edemeyen antidemokratik bir düşüncenin söylemi olarak değerlendirmek zorundayız” ifadelerine yer verilen açıklamada hükümetin de sanatçılar ve kültür insanlarından özür dilemesi gerektiği vurgulandı. (ÖZGÜR GÜNDEM)
NAİM TİRALİ ÖYKÜ ÖDÜLLERİ
İKİ YAZARA VERİLDİ…
İKİ YAZARA VERİLDİ…
Gazeteci-yazar Naim Tirali’nin adını yaşatmak ve öykücülük anlayışını gelecek kuşaklara tanıtmak amacıyla düzenlenen “Naim Tirali Öykü Ödülü”nde birincilik ödülü iki genç yazara verildi.
Doğan Hızlan, Semih Gümüş, Yekta Kopan, Prof.Dr. Cevat Çapan, Oktay Akbal, Nursel Duruel ve Dr. Emine Tirali’den oluşan seçici kurul tarafından yapılan değerlendirme sonunda Kanguru Yayınları'ndan çıkan “Aşk Yüzleri” kitabıyla Tekin Budakoğlu ve Pupa Yayınları'ndan çıkan “Sessizlik Oyunu” öykü kitaplarıyla Mine Utku Savaş ödüle layık görüldü.
Ödül töreninde, Tekin Budakoğlu ödülünü alırken; “Bazı insanların isimlerinin yanında sizin isminizin telaffuz ediliyor olması bile yüreğinizin kıpır kıpır olmasını sağlar. Bana Naim Tirali ile anılma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim” dedi. Kadınların sorunlarını 17 öyküyle dile getiren Mine Utku Savaş ise, ödülünü alırken; “Büyük ustalar adına konulan bu ödüller yolumuzu aydınlatıyor, teşvik ediyor” diyerek teşekkür etti. (GİRESUNGAZETE.NET)
OKTAY ARAYICI YAPITLARIYLA HÂLÂ ARAMIZDA…
Türk Tiyatrosu'nun sosyalist gerçekçi çizgideki önemli oyun yazarlarından olan Oktay Arayıcı, 12 Şubat 1936’da Rize’de doğar. İlk ve orta öğretimini Rize ve Malatya’da gerçekleştiren Arayıcı, 1956 yılında İstanbul Üniversitesi’ne girer. 1959 yılında ilk senaryosunu yazar. Sansüre takılan “Gel Nişanlanalım” adlı bu senaryonun ardından, ertesi yıl “Dışarda Yağmur Var” adlı ilk oyununu yazar ve sahneler. Arayıcı’nın bundan sonraki tiyatro yaşantısı epeyce hareketli, bol ödüllü ve politik açıdan hareketli geçer. 1964’te İzmit’te Good-Year lastik fabrikasındaki grevi konu aldığı “Kondulu Hayriye” adlı oyunu valilikçe yasaklanır. 1969 yılında yazdığı “Seferi Ramazan Beyin Nafile Dünyası” (Nafile Dünya) adlı oyunu 1971’de AST’ta sahnelenir ve yasaklanır. Bir oyun yazarı olarak artık dikkat çekmeyi başarmış olan Arayıcı, 1974–1976 yılları arasında “Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” adlı, kendisinin önde gelen eserlerinden biri sayılan oyunu yazar. Bu oyunla Türk Dil Kurumu ve Avni Dilligil ödüllerini kazanır.
1977’de yine en bilinen oyunlarından olan “Rumuz Goncagül”ü yazar; Rutkay Aziz’in rejisiyle sahnelenen oyun 1981–1982 tiyatro sezonunda “Yılın Oyunu” ödülünü alır. Bu oyun daha sonra İrfan Tözüm’ün yönetmenliğinde sinemaya da aktarılır. 1978’de TRT için “At Gözlüğü” adlı senaryoyu yazar. Film TRT Muhabirleri Derneği tarafından yılın en başarılı yerli yapımı seçilir. 1978–1979 yılında “Geçit” (Tanilli Dosyası) adlı oyununu yazar. Oyunda Server Tanilli’nin hayatı ekseninde, bir dönem irdelemesi yapılmaktadır. Yazar 1982’de “Babalar” adlı kabare oyununu yazar. Toplumsal sorunlara getirdiği çarpıcı yaklaşımlarla 1970’lerdeki “toplumcu dalga”nın en etkili isimleri arasında yer alan oyun yazarı Oktay Arayıcı, 21 Ocak 1985 tarihinde de hayata gözlerini yumar.
Tiyatro eleştirmeni Ayşegül Yüksel'in "1970'lerdeki tiyatromuzun devinimini, rengini, dokusunu belirleyen birkaç oyun yazarından biridir" diye nitelendirdiği Türk tiyatrosunun erken yaşta yitirdiği kayıplarından biridir Oktay Arayıcı. Tiyatromuza sosyalist gerçekçi çizgide seyreden nitelikli eserler kazandıran Arayıcı'nın yapıtlarında üzerinde durup irdelediği sorunların çok daha ağır bir biçiminin yaşamımızı da ele geçirdiğini görüyoruz. Can Gürzap'a göre oyunlarının en dikkat çekici yanı dilindedir: "Oyun kuyumcu titizliğiyle yazılmış. Oktay kılı kırk yaran bir yazardı. Diğer oyunları da öyleydi. Tiyatro yazarlığına bir değişiklik getirebilmiş ender yazarlarımızdan olan Oktay kendi öz üslubumuzdan yani Anadolu'da yüzyıllardır yapılmakta olan köy seyirlik oyunlarından yola çıkmıştır."
Oktay Arayıcı, “Nafile Dünya” oyununda şöyle konuşturur kahramanını:
“Kime ne düşüyorsa, herkes payını alsın” diyerek…
Sevmek, sevilmek hakkı,
Sarılabilmeli insan sevdiğine,
Sıcak bir somunu tutar gibi elinde,
Isınabilmeli, doyabilmeli.
Neden yoksun bundan peki ya, onca insan?”
Şair Can Yücel de şu şiiriyle selamlamıştı Oktay Arayıcı’yı:
Oktay Arayıcı'ya
bir arayıcı fişeğiydi oktay
çaktıkça karanlığın çalparalarına karşı
tanyerleri gösterdi bize yer yer
ve perde perde
çaktıkça karanlığın çalparalarına karşı
tanyerleri gösterdi bize yer yer
ve perde perde
ayak götürürken şimdi sahnemizden
allah değil, bizcileyin allahlıklar
razı olsun kendisinden
allah değil, bizcileyin allahlıklar
razı olsun kendisinden
bir solukta oyun bitti
bir 'sol' daha anahtarken
gürleyip güme gitti
bir 'sol' daha anahtarken
gürleyip güme gitti
biz ne zaman kilit olacağız ki?
CAN YÜCEL/ CANFEDA
HRANT DİNK’İN DÜŞÜ VE GÜLÜŞÜ
EKSİLMEDİ DÜŞLERİMİZDEN...
EKSİLMEDİ DÜŞLERİMİZDEN...
Acısı taptaze içimizde kanamakta… Gülüşlerinde faşizme karşı umut saçan bir bahar kan içinde hâlâ. “Su Çatlağını buldu” diyen sesi kulaklarımızda çınlıyor. Ve onun sesinde yiten bir düş şahlanıyor. Grileşen renklerimiz buluyor yeniden nüanslarını. Acısı kor gibi dururken içimizde çok sözü de gereksiz buluyoruz. Şimdi dostları şu seslenişle çağırıyor Hrant’ı anmaya, diğer dostlarını. Gelin birlikte bu sese kulak verelim. “19 Ocak'ta, Saat Üçte, Aynı Yerde... “
Hrant Dink aramızdan ayrılalı tam beş yıl oldu. O’nun devlet görevlilerince ya da onların gözetimi altında katledildiği oraya çıktı. Deliller karartıldı. Yakalanan bu kanlı cinayetin ortağı sustular. Kimileri ise terfi ettirildi. Şurası gerçek ki, bizler bu ülkenin yurttaşları olarak, güvercin tedirginliğinde, gerçek failleri bulunmamış suikastlarla bir arada yaşamaya alışmak istemiyoruz. Bu akıl almaz cinayetten nefret üretmeyen onurlu kalabalıklar olarak, bebeklerden katil yaratan karanlığa ışık düşürmek için, ülkemizin aydınlık geleceğine sahip çıkmak için, adalet için, barış için, kardeşlik için, Hrant Dink davasının mağdurları ve takipçileri olarak her 19 Ocak‘ta onun halkların kardeşliğini anlatan sesini çınlatmaya devam edeceğiz.
SOSYALİZMİN İKİ KARTALINI
SAYGIYLA ANIYORUZ: LUXEMBURG VE LİEBKNECHT
SAYGIYLA ANIYORUZ: LUXEMBURG VE LİEBKNECHT
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Komünist Enternasyonal'in katledilmiş ilk komünist militanları olarak, 92. ölüm yıldönümlerinde bütün dünyada anılıyor. Lenin’in “O, bir kartaldı, hâlâ da bir kartaldır.” dediği Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919’da Berlin’de daha sonra Alman faşizmin ünlü isimlerini içinden çıkaracak olan Freikorps [Gönüllü Kıta] tarafından tutuklandılar. Eden Hotel’e getirilen iki devrimci, kendilerinden geçene kadar acımasızca dövüldüler. Karl Liebknecht başından vurularak morga kimliği bilinmeyenler arasına yollanırken, Rosa Luxemburg ise Landwehr kanalına atıldı. 25 Ocak 1919’da Friedrichsfelde Mezarlığı’nda toprağa verilen Liebknecht’in yanına Rosa için boş bir tabut gömüldü. Rosa’nın cansız vücudu 31 Mayıs 1919’da Berlin’de su bentlerinin birinde bulundu ve 13 Haziran 1919’da Liebknecht’in yanına gömüldü…
Alman sol hareketinin iki önemli ismi olan 1871 Polonya doğumlu Rosa Luxemburg ile 1871 Almanya doğumlu Karl Liebknecht, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da kurulan Spartaküs Birliği’nin önderleri olarak tarihe geçtiler. 1 Ocak 1916’da kurulan ve adını Rosa Luxemburg’un yayınlanan program broşüründe kullandığı “Spartaküs” isminden alan “Spartaküs Birliği”, 1 Ocak 1919’da toplanan kongrede ismini Almanya Komünist Partisi (KPD) olarak değiştirdi. I. Dünya Savaşı boyunca savaş karşıtlığı ile öne çıkan, Alman işçi sınıfı hareketinin örgütleyicilerinden olan Luxemburg ve Liebknecht savaş boyunca süregelen grevlerin, direnişlerin öncüsü oldular.
Alman işçi hareketi tarihine Ocak ayaklanması olarak geçen olaylar, 4 Ocak 1919’da sola yakınlığı ile tanınan polis müdürünün görevden alınmasıyla başladı. Spartaküslerin yenilmesiyle sonuçlanan ayaklanma 15 Ocak’ta iki önderin öldürülmesiyle sonlandı.
Geriye, Rosa Luxemburg’un ölümünden bir gün önce, 14 Ocak 1919’da “Die Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinde yayınlanan “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor” başlıklı yazısının son satırları kaldı: “Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yeniden doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: Vardım. Varım, Varolacağım!”
Karl Liebknecht’in öldürüldüğü gün, geriye “Die Rote Fahne” de yayınlanan son yazısının son satırları kaldı: “Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik. Çünkü Spartaküs –ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir, proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf-bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir… bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. He rşeye rağmen!”
Ölümlerinin 93. yıldönümünde işçi sınıfına olan sarsılmaz inançlarının bizlerce de paylaşıldığı iki büyük önderi saygıyla anıyoruz… Onlar’dan bize kalan sloganı en gür sesimizle haykırıyoruz: “Ya barbarlık, ya sosyalizm!”
MUSTAFA SUPHİ VE YOLDAŞLARININ SOSYALİZM İDEALİ,
DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR!
DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR!
Türkiye komünist mücadele tarihinin ilk önemli öncülerinden Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, bundan 91 yıl önce, Karadeniz’de katledildiler. 28 Ocak 1921, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde önemli dönemeç noktalarından biridir. Türkiye komünist hareketinin Ekim Devrimi-Kızılordu pratiği içinde yetişmiş en değerli kadrolarını kaybettiği Karadeniz katliamı, aynı zamanda aslında TKP tarihinde bir gerilemenin başlangıcı olmuştur.
10 Eylül 1920’de Bakü’de Sovyetler Birliği’nden, Anadolu’nun değişik yörelerinden ve İstanbul’dan gelen 74 delegeyle toplanan TKP’nin kuruluş kongresi, her şeyden önce o dönemde Anadolu’da Halk İştirakiyun Fırkası, İstanbul’da Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Sovyetler’deki komünistler olmak üzere üç koldan gelişen komünist hareketi birleştirmek amacını güdüyordu ve bunu da büyük ölçüde başarmıştı. Bütün bu gelişmeleri bir program etrafında gerçekleştiren Kongre’nin en önemli kararlarından biri de Anadolu’da gelişen işgale karşı mücadelenin içine girmek, sıcak mücadelenin orta yerine atılarak önderliğe soyunmaktı. Kongre’de yapılan konuşmalar, alınan kararlar, ortaya konulan tüzük ve program Ekim Devrimi’nin ve 3. Enternasyonal’in devrimci ruhunun damgasını taşıyordu. Örgütlü çalışmanın ağırlık merkezini Anadolu’ya kaydırma kararı alan Kongre, genel başkanlığa Mustafa Suphi’yi, genel sekreterliğe Ethem Nejat’ı ve bunlarla birlikte toplam 7 kişilik bir Merkez Komitesini seçerek tamamlandı.
Kongreden yaklaşık 4 ay sonra, 1921’in başında, Ankara ile iletişim kuran Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve kalabalık bir komünist topluluk Türkiye’ye geçmeye karar verdi. Hedef Ankara’ya, Anadolu ayaklanmasının kalbine ulaşmaktı. Bu yüzden tarihçi Cemal Kutay’ın sözleriyle, “Onları Ankara’ya sokmamak Yunan’ı denize dökmek kadar önemliydi!” Bu yüzden törenlerle karşılandıkları Kars’tan sonra provokasyonlar birbirini izledi. Erzurum’da kışkırtılmış halk tarafından şehre sokulmadılar. Batum üzerinden Bakü’ya geri yollanmak üzere Trabzon’a yollandılar. Yol boyu düzmece gösteriler sürdü. Trabzon yakınlarında da kayıkçılar kahyası Yahya kaptanın adamlarının saldırısına uğradılar. Şehre girmelerine izin verilmedi ve bir iskeleden bindirildikleri takayla denize açıldılar. Arkalarından yetişen Yahya kaptanın adamları silahları alınmış olan Mustafa Suphi ve ondört yoldaşını bıçak, kurşun ve süngülerle delik deşik edip denize attılar. 28 Ocak’ı 29 ‘una bağlayan gece Onbeşler, Karadeniz’e gömüldü. O zamanlar, yeni kurulmaya başlayan derin devletin ilk önemli operasyonudur on beşlerin katli.
Daha sonra bu olayda aktif rol alan Topal Osman ve onun adamı Yahya Kahya da teker teker öldürüldüler. Bu olay, Batı emperyalizmine karşı mücadele edip devrimi gerçekleştirme ideali uğruna canını veren Mustafa Suphi’nin ve 14 yoldaşının saygınlığını; bu coğrafya halklarının ve proletaryanın sosyalist öncü lideri olmalarını önleyemedi. Mustafa Suphi ve 15’lerin açtığı çığırdan Türkiye devrimcileri ölüm pahasına da olsa devrime yürümeye devam etti ve devam ediyor.
ONBEŞLER İÇİN
Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz
Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz
Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını
Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa
Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa
Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını
Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa
Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını
Eski cihan yeni cihan önünde eğil!
Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,
Her ne yapsan varacağız emelimize!
Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,
Her ne yapsan varacağız emelimize!
Karadeniz… bunu duysun derinliklerin:
O ateşli göğüsleri delen hançerin
Kabzasını alacağız biz elimize!
O ateşli göğüsleri delen hançerin
Kabzasını alacağız biz elimize!
Nazım Hikmet – Vala Nurettin (Batum, 1922)
İŞÇİ SINIFININ BAŞ ÖĞRETMENİ
LENİN, ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR!..
LENİN, ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR!..
Ekim devriminin 90. yılı üzerine dünyanın her bir yanında yazılı ve sözlü görüşler yayınlanmaktadır. İnsanlık tarihinin en böyük devrimi üzerinde konuşup düşünce bildirmek kadar daha doğal bir bir sebep düşünülemez. S.S.C.B, reel sosyalist sistem olarak dünya yüzünde, yetmiş yıldan fazla var olmuştur.
Lenin’in üstün niteliği, salt devrim öncesinde gösterdiği ileri görüşlülüğüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda büyük devrim saatinin ayarlanmasında ortaya koyduğu ileri görüşlü politik çözümlemeler ve attığı taktik adımlar sayesinde olduğunun anlaşılmasından sebepledir. Devrim alarmı düğmesine basılmasının iyi seçilmesinde, Lenin’in dehasını kabul etmeyen hiçbir aklı başında kimse yoktur.
Lenin’in dehasını yakalayabilmek için, onun marksistçe politik çözümlemelerini ve taktiksel manevra ustalığındaki ince hünerlerini, devrimci amaçlara ulaşmak yolunda iyi kavramak gerekli ve hatta zorunludur. Lenin, devlet yapısında bürokrasinin kaldırılmasına ve üreten güçlerin alttan yukarıya doğru üretimden siyasete ve her alanda devlete egemen olmasının sağlanmasına ilkesel anlamda büyük bir önem vererek çalışmıştır. Lenin’e göre, sosyalist bir düzende işçi temsilcilerinin bir çeşit parlamentosu, işlerin yönetimine ve makinanın işlemesine elbette bakacak, fakat bu makine bürokratik olmayacaktı. Üretenlerin kendi kendilerini yönetmesinin en iyi biçimde hayata geçirilmesine, İşçi, Köylü, Asker sovyetlerinin dünyada ilk sosyalist devlet modeli biçiminde kotarılmasına büyük önem veriyordu. Sosyalist sistemin Marksist ilkeleri doğrultusunda ve proletaryanın demokratik diktatörlüğünün garantisiyle komünizme geçişle tamamlanacağına büyük bir ileri görüşlülükle inanıyor ve savunuyordu. Lenin sosyalist sistemin organizasyonu ve güvenlikte tutularak korunabilmesi için, İşçilerin devlet aygıtının en önemli noktalarına tayin edilmesinde gereklilik görmüş ve buna önem vererek gerçekleşmesi doğrultusunda çaba sarf etmiştir.
Lenin, dünyada kendisi için hiç bir ayrıcalık kaygısı taşımamış ender insanlardan biridir. Sovyetlerin lideri olarak ayrıcalık kaygısı güttüğüne hayatının hiç bir aşamasında tanık olunmamıştır. Sovyetlerin Devlet Başkanlığına getirilmesinden itibaren, hayatında her hangi bir değişiklik yapmamıştır. Kremlin’de karısı N.Krupskaya ve küçük kız kardeşi Mari ile kubbeli, az çok loş, topu topu beş odadan oluşan bir daireye sıkışmıştı. Bu dairede durmaksızın çalışıyordu: Yalnız Sovyetler hükümetinin yöneticisi değildi, Bolşevik Partisi’nin –ya da 1918 de kabul edilen adıyla, Rus Komünist Partisi’nin de genel başkanıydı.1922 de çok çalışmaktan dolayı kendisinde yorgunluk belirtisiyle baş gösteren rahatsızlıklar ortaya çıktı. Mayıs ayında vücudunun sağ yanı tutuldu, inme indiği teşhisi kondu. Ekim ayında ayağa kalktı ve yeniden görevlerinin başına geçti. Pravda’ya yazılar yazmayı sürdürüyor ve değişik toplantılara katılıp konuşuyordu. Aralıkta hastalık nöbetleriyle yeniden yoklandı. 1924 yılının Ocak ayının yirmi birinci pazartesi günü, saat altı sıralarında yaman bir kriz tekrar kendisini yokladı, Yeniden yatağa düştü, saat altıyı elli geçe, elli dört yaşında hayata gözlerini kapadı.
O bugün de, dünya proletaryasının gönlünde ve sevgisinde yerini almış olarak, yol göstermeye devam ediyor.
LENİN DESTANI’NDAN…
Fikirleri işlendi
her flâmaya,
her bayrağa…
Her şeyi o düşünüp
karara bağlıyordu.
Her kale
kalkıp ayağa
Ondan hücum
emrini
bekliyordu.
Lenin'i tanıyor
emekçi ordusunun
her eri,
Lenin adı,
her flâmaya,
her bayrağa…
Her şeyi o düşünüp
karara bağlıyordu.
Her kale
kalkıp ayağa
Ondan hücum
emrini
bekliyordu.
Lenin'i tanıyor
emekçi ordusunun
her eri,
Lenin adı,
işçi yüreklerinin
sesi.
O kaldırdı onları
savaşa,
O sağladı zaferi,
dünkü
proletarya
bugün ülkenin efendisi!
Lenin!
Her köylü bu
aziz adı
muska gibi kalbinde saklıyor
savaşa,
O sağladı zaferi,
dünkü
proletarya
bugün ülkenin efendisi!
Lenin!
Her köylü bu
aziz adı
muska gibi kalbinde saklıyor
V. MAYAKOVSKİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder