Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Haziran 2012 Perşembe

YAVUZ AKÖZEL: Kapitalizmin Kalesi Dostoyevski




KAPİTALİZMİN KALESİ 
FYODR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ -II

HAYATI-SANATI-YAPITLARI

( 30 Ekim 1821- 28 Ocak 1881 )



Belinski’nin Dostoyevski’ye yeşil ışık yakmış olması, ona övgüler dizmesi elbette boşuna değildi. Dostoyevski’de öncelikle insanı keskin bir gözle gözlemleyebilme yetisi olduğunu anlamıştır... ’Yeni bir Gogol doğuyor‘ denildiğinde ondaki, bu ‘insanı çok yönlü keskin gözlemleme, onun derinliklerine inebilme’ gücü anlatılmak isteniyor olmalı. İkincisi de zamanın moda akımı olan nihilizmin devrimci etkilerinin bu romanda yansımış olmasıdır.

Roman sosyal içeriklidir, Çarlık Rusyası'nın sefaletini, halkın ve küçük burjuvazinin içinde bulunduğu durumu olağan-  üstü motive etmektedir: Ayrıca Dostoyevski’nin entellektüel birikiminin yankıları, dünya roman, tragedya ve şiir türlerinin kesiştiği kavşağın ilk bilinçsiz noktası olarak İnsancıklar’da yansımaktadır.

Bu küçük romanda, Gogol, Shakespeare, Puşkin, Balzac’dan izler de bulmak olanaklıdır. Önemle Gogol’un etkisi romanda iyice belli olmasına karşın, bir genç yazar için bunun oldukça olağan bir şey olduğu, hatta bir ‘ zaaf ‘olarak da değerlendirilmemesi gerektiği düşünülmelidir. Gerçi Gogol’un yapıtları Dostoyevski için bir esin kaynağı olmuştur. Sadece İnsancıklarda değil birçok yapıtında Gogol’un açık olarak yer yer tekrarı ve etkileri gözlenebilir.

“Ah Varenka ah yavrucuğum! Bugün çok kederliyim. Biri sana el açacak: ”Bir ekmek parası!” diyecek ve sen onu kuru bir “Allah versin” ile savuşturacaksın. Ne üzücü bir durum! Dilenciliği meslek haline getiren adam yüzünden belli olur anacığım. Yüzünün ar damarı çatlamıştır; iniltileri, yalvarmaları yapmacıktır. Kene gibi yapışır, bırakmaz.

Bazıları da vardır ki, elini uzatmaya utanır. ”Allah rızası için...” deyişi insanın yüreğine işler. İşte bugün, laternacıdan sonra, eve dönerken duvar dibinde bir adam gördüm. Her geçenden istemiyordu. Yanına yaklaştığım sırada,”Bir ekmek parası bayım” dedi. Bunu öyle çekingen öyle yumuşak bir sesle söyledi ki, yüreğime işledi. İstediği meteliği vermedim, veremedim. Çünkü bende de yoktu.

Zenginler yoksulların kötü talihlerinden yüksek sesle yakınmalarından hiç hoşlanmazlar. Bu onlara arsızlık, yüzsüzlük gibi rahatsız edici gelir. Yoksulluk elbette rahatsız edicidir. Yoksulun inlemesi, zenginin keyfini kaçırır. Nedendir dersin? Vicdanları rahatsız olduğu için mi keyifleri kaçıyor?.......

Bazı günler işe giderken, durur şehrin manzarasına bakarım. Şehrin uyanışına, bacalardan yükselen dumanlara dalar bir nokta kadar küçülürüm. Şehir mi bende, ben mi şehirde kaybolurum bilemem. Sisten kapkara kesilmiş koca bir apartmandan içeri girerim. Sefaletin kokusu burnuma kadar gelir. Belli ki kiracılarının çoğu yoksul insanlar. İşte iki odacıktan ibaret şu hücrede küçük bir esnaf zoraki uyanmış; işe gitmeye hazırlanıyor. Uyku gözlerinden akıyor. Adamcağız bütün gece rüyasında kazara derisini kestiği ayakkabıyı görmüş. Üç kopek kazanmayı umduğu işten beş kopek zarar etmiş. Çocuklarına o akşam ekmek götürememiş. Ayakkabıcı bu, rüyasında ipek gömlek görecek değil ya; ayakkabı görecek elbet.”(Ay. Yap. S.134-135)

Dostoyevski İnsancıklar’ı yazdığı zaman Belinski Dostoyevski’ye şöyle demişti: “Anlıyor musun? Yazdığın şeyin ne olduğunu anlıyor musun? Yirmi yaşındayken bunu anlaman olanaksız.” (Edward Hallett Carr. S.28,iletişim yay.)

İnsancıklar romanına “toplumcu romanın bizde ilk örneğidir” diyen Belinski dolayısıyla “Öteki” romanında aradığını bulamadı. Diğer yapıtları; Bay Proharçin, Netoçka Nezvanova, Ev Sahibesi, Beyaz Geceler de aynı akıbete uğrayınca Dostoyevski de edebi çevrelerin dışına itilmiş oldu böylece. Aslında İnsancıklar ile başlayan ve 1864 yılında yazacağı Yeraltından Notlar’a kadar olan yazın sürecinde Dostoyevski, yarattığı kahramanlara acıyan, onların çektikleri özdeksel ve tinsel acılara içten ortak olan, onlarla birlik ağlayan bir insan sever, bir burjuva hümanisti. İnsancıklarda olduğu gibi bu öykü ve romanlarında da Victor Hugo, Hoffman, George Sand, Dickens, Balzac, Gogol’dan etkilenmelerini sürdürmekte, insan psikolojisini seyrek gündeme getiriyorken daha çok onların özdeksel varlıklarıyla ilgilenmekte ama mistik ruh durumu, İsa’ya olan inanç ve tutku gizli bir şekilde soluğunu duyumsatmaktadır. Gerçi Dostoyevski Belinski çevresinden kopup da Petrashevski çemberine girdiğinde de Hıristiyan sosyalizmi gibi ütopik düşünceleri tartışıp hayal kuruyorlardı. Petrasevski çemberinin üyeleri sadece bir entellektüel grubu idi ve devrimcilikle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktu. Günün entellektüelizminin modasına uyum içerisinde politikayı tartışıyor, gençlik heyecanı içerisinde çözümler üretiyorlardı. Resmi Hıristiyanlıktan nefret ediyor, yine de çözümü ve insanlığın kurtuluşunu yeni bir toplumsal din aramada buluyorlardı. Petrasvski çemberindeki gençler dönemin tüm ütopik sosyalist düşünceleriyle haşir-neşir oluyor, bunlar üzerinde tartışıyorlardı. Saint-Simon, Lammenais, Cabet bunlardan bazılarıydı.

Dostoyevski’den dinleyelim:“Bir akşam bana dönerek: “Biliyor musunuz?” demişti çığlık çığlığa (çok heyecanlı olduğunda böyle keskin çığlıklar koparırdı ), ‘böylesine alçakça bir toplum düzeni kurulmuşken ve kişioğlu ekonomik açıdan inim inim inlerken, kötülük yapmamasının olanaksız olduğunu, onun her davranışını günah hanesine yazmanın, ondan sabırlı olmasını bekleyerek onca görevler yüklemenin ve kendi istese bile, ondan mantıksızca ve acımasızca doğa yasalarına göre yerine getiremeyeceği işler beklemenin ne denli saçma ve insafsız olduğunu biliyor musunuz?..

O akşam yalnız değildik, Belinski’nin saygı duyduğu, birçok bakımdan da sözlerini ilgiyle dinlediği bir dostu da vardı; o da yazarlığa yeni başlayan, ama sonraları yazın alanında ünlenen bir gençti.

Belinski birden öfkeli çığlıklarını kesti ve dostuna döndü. Beni göstererek:  ‘Ona bakmak duygulandırıyor beni’ dedi. ‘İsa’dan ne zaman söz açsam yüzü değişir, ağlayacak gibi olur.’ Yine bana yükleniyordu. ‘İnanın, çok safsınız! Sizin İsa’nız zamanımızda yaşasaydı, inanın kimsenin farkına bile varamayacağı sıradan bir kişi olurdu. Zamanımızın bilimi ve insanlığı harekete geçirenler karşısında büsbütün silinir giderdi.’(Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü, S.12 )

Sibirya’ya sürgüne gittiği zaman Omsk’dan ağabeyi Michael’e 22 Şubat 1854 tarihli mektupta şöyle yazıyordu : “Schicke mir den Koran und die von Kant, und wenn Du die Möglichkeit haben wirst, mir etwas inoffiziel zu schicken, dann noch unbedingt Hegel; besonderes aber Hegels Davon haengt meine ganze Zukunft.” (Dostojeweski, Gesammelte Briefe,1833-1881.S.98)

Türkçesi: “Bana Kur’an, Kant’ın 'Saf Aklın Eleştirisi’ni, şayet olanaklıysa resmi olmayan yollardan gönder; sonra, Kesinlikle Hegel! Özellikle Hegel’in (Felsefe Tarihi ) .Çünkü benim geleceğim bunlara bağlı da ondan!"

Yazdığı bu ilk roman ve öykülerinde Dostoyevski’de henüz  “yeni insan” —bir başka deyişle— “antikahraman” motifi bir sis silsilesi içerisinde hayal-meyal görünür gibi oluyor olmasına karşın, henüz ayakları zemine değen gerçek bir profile dönüşüp sistemleşmemiş, bundan ötürü de seçilen kahramanlar her zaman günlük yaşamda karşılaşılan tiplerden oluşabiliyor. (Burada açıklanması gerekli bir olgu da şu ki; Dostoyevski’nin İnsancıklarla başlayıp, Karamazov Kardeşler ile biten yazın serüveninde yarattığı önemli karakterlere hep acı çektirdiği, bir anlamda onlara Hz. İsa’ya özgü, bizzat kendine özgü bazı özellikler katmak istediği ve kattığı gerçeği var).

Yeraltından Notlar ile başlayan on beş yıla yakın bir aradan sonraki ikinci yazım yaşamında, konu aldığı kişiler, genellikle günlük yaşamda sık rastlanmayan,  ÇEŞİTLİ PSİKOLOJİK RAHATSIZLIĞI OLAN olumsuz tiplerden oluşuyor. Bu anlamda toplumun asıl sorunlarını dışlayan, insanların dikkatini o süreçte verilmesi gerekli olan mesajın tamamen dışındaki ikincil şeylere yönelten yapıtlar ortaya çıkıyor. 
Henüz sürgün’e giderken 6 gün konakladıkları Tobolsk’da, 1825 Dekabrist(4) hareketine katılan kocalarının peşinden giden ve 25 yıldan beri de orada yaşamlarını sürdüren kadınlar, Dostoyevski’ye para, yiyecek, giyecek ve tutsakların sahip olmalarına izin verilen tek kitap olan İncil, hediye ediyorlar.
Dostoyevski’nin sürgünle başlayan ikinci dönem yaşamında işte bu İncil önemli bir rol oynayacak; onun, Ölü Evinden Anılar ile başlayan yazın yaşamında ki ikinci döneminde kuramsal bakış açısı ikili bir özelliği de beraberinde getirecektir: Gerçekçi bir betimleme gücü ile insanın iç dünyasının derinliklerini de yansıtabilmiş olması! Ancak son çözümlemede idealizmin açmaz girdabına yuvarlanış. Dostoyevski’deki idealizm, İncil’den ödünç alınmış bir safsata, bir ağu olarak karşımıza çıkıyor.

  Maksim Gorki şöyle yazıyor:

 “Die Genialitaet Dostoevskijs ist unbestreitbar, was die Darstellungskraft anbetrifft, so ist sein Talent Vielleicht nur Shakespare gleichzusetzen. Aber als Persönlichkeit, als >>Rihter der Welt und der Menschen << kann man sich Dostoevskij gut in der Rolle eines Inquisitors aus dem Mittealter vorstellen.”(Sozialistische Realismuskon Zeptionen Dokumente zum 1.Allunionskongress der Sowjetschriftsteller Herausgegeben von H.-J.Schmitt und G.Schramm.-edition suhrkamp)

“Dostoyevski’nin dehası yadsınamaz. Yalnız anlatım, tasvir etmedeki yeteneksel gücü Shakespare’ninkine eşitti. Ama kişilik olarak ‘dünya ve insanların yargıcı’ Dostoyevski, bir ortaçağ engizisyon mahkemesinin üyesi olarak düşünülebilir, tanıtılabilir.”

Dikkat edilmesi gereken şey, Dostoyevski’nin estetiksel özellikleri üzerine tartışmaya giren yazar ve eleştirmenlerin büyük bir bölümü Dostoyevski’nin yapıtlarının içeriğinden ziyade biçime ilişkin özelliklerini tartışmayı tercih etmektedirler. Bu ise bir bakıma aldatıcı ve tek yanlı bir değerlendirme oluyor. Lunacarski, Vladimir Nabokov, M. Gorki ve daha birkaç kritikerin bazı yorumlarını dışta tutacak olursak tartışma ve değerlendirmelerin ana ekseni biçim üzerine yoğunlaşmaktadır.

Lunaçarski de olgunun bu yönüne, “Dostoyevski’de Ses Çokluğu” makalesinde değinmektedir. Mihail M.Bahtin’in “Dostoyevski Poetikasının Sorunları” adlı yapıtına ilişkin kritiğinde şöyle yazmaktadır:

“Adı geçen bu ilginç kitapta, M.M. Bahtin, Dostoyevski’nin sanatında yalnızca birkaç soruna değiniyor, sanatının belli yönlerini seçerek bu yönlere, her şeyden önce –hatta neredeyse yalnızca – biçim açısından yaklaşıyor” (a.b.ç.)( A.V.Lunaçarski, Sanat Ve Edebiyat Üzerine S.111)

Aslında öz ve biçimin birbirini tamamladığı, bunların birbirinden koparılmamaları gerektiği ve birbirlerini karşılıklı etkilem içerisinde oldukları Marksizmin bakış açısı oluyor. Soruna böyle bakmak ve değerlendirmelerin de bu Marksist yöntemle ele alınması gerekiyor. Ancak, M. Bahtin Dostoyevski'de asıl öne çıkarılması gerekli öz’e ilişkin sorunları her nedense ele alıp ‘biçim’i irdelediği gibi katiyen irdelememektedir. Evet, Dostoyevski, Yapıtlarında çürümeye yüz tutmuş bir sistemin toplumsal çürümüşlüğünü olağanüstü bir anlatım gücüyle teşhir ederken, Bu çürümüşlüğü değiştirebilecek bir yol da aslında göstermektedir. Bu onun ”taraflılığına” da aynı zamanda bir yanıt niteliğindedir. Toplumsal çürümüşlüğe ivme kazandıran, insan ve toplumların acılar içerisindeki can çekişme sürecini uzatmakta önemli bir faktör olan DİN, Dostoyevski’nin insanlığa sunduğu kurtuluş reçetesidir. Tıpkı Tolstoy’da olduğu gibi!

Dostoyevski ve Petrashevski Topluluğu:

Petrashevski topluluğu(önceleri 8-10 kişi sonra 20-30 kişi üye sayısına ulaştı.), Dostoyevski ve Apollon Maikov 1846-1847 kışında örgüte girdiler. Örgüt’te Fransız ütopyacıları; Lamennais(5),Saint Simon(6)okuyor, Nihilist düşünceleri gençliklerinin verdiği tüm saflık ve içtenlikle savunuyorlardı.

“Petrashewskliute çemberi 19.yüzyıl 40’ları ortalarında Petersburg’da oldu. Yazar, öğretmen küçük memur, subay. Vb. Rus entellektüellerinden oluşuyordu. Çemberin başkanı Fransız ütopyacı sosyalist Charles Fourier’in görüşlerini savunan M.W. Butaschewitsch-Petraschewski’ydi. Petraschewski grubunu oluşturanlar aynı politik görüşü paylaşmıyorlardı ama hepsi’de Çarlık otokrasisine ve köleliğe karşıydılar. Yazar M.J. Saltykow-Schtschedrin ve F.M.Dostoyevski yanı sıra, şair A.N.Pleschtschejew, A.N.Maikow, T.G.Schewtschenko v.b. Petraschewski çemberiyle bağlantılıydılar.”(Lenin Werke, Band 7. S.28,554 )

24 Şubat 1848’de Fransa’da devrim oluyor ve Louis-Philippe’in monarşisi devriliyor. Paris’te barikatları terk etmeyen ve silah bırakmayan proletarya, burjuvazinin genel oya dayalı bir cumhuriyet kurmasını sağlıyor... Bu devrim elbette ki sosyalist olmayan, bir burjuva devrimiydi. Devrimin ardından, Avrupa’nın birçok sanayi merkezinde de devrim hareketleri başlıyor: Mart ayının 13’ünde Viyana, 18’inde Berlin ayaklanıyor. 10 Nisan tarihinde İngiltere, Çartistlerin büyük bir gösterisiyle titriyor. Mayıs’ın ilk haftasında İtalya’da halk ayaklanması başlıyor.

Doğu Avrupa’da da durum benzeş!.. Polonyalılar. Macarlar, Prusya ve Avusturya egemenliği altında yaşayan Slav Halkları(Sırp, Hırvat, Çek ve Bulgarlar) ayağa kalkıyor. Rus Çar’ı Nikola I,  Avrupa’yı baştan aşağı etkisi altına alan bu devrimci kasırgadan korkuyor. Saltanatının sallantıda olduğunu sezinleyerek, olağanüstü önlemler alıyor. Her yana ajanlar yerleştirip, elde avuçta bulunan demokratik kırıntıları da imha ediyor. Tabii bundan Petrashevski çemberi de nasibini alıyor, içlerine sızdırmayı başardığı bir ajan sayesinde çemberin üyeleri tek tek yakalanıp zindanı boyluyorlar.

Dostoyevski de tutuklanıyor. Tutuklandığında eşyalarının arasında Etienne Cabet’in(7) “Le Virai Christianisme Suivant Jesus-Crist” adlı kitabı da çıkıyor. Yakalandığında, aslında Dostoyevski, kardeşi Michael ve birkaç arkadaşı Petrashevski çemberini pasif buldukları için cumartesi günleri 30 yaşlarındaki Durov’un evinde toplanıyorlardı. Birkaç toplantıdan sonra yazacakları siyasi makaleleri gizlice basacak bir baskı makinesi de tedarik ediyorlar. Yakalandıklarında baskı makinesi de ele geçmiş olsaydı Dostoyevski ve Durov hatta arkadaşları da gerçekten kurşuna dizilmiş olabilirlerdi. Her nasılsa Çar’ın adamları baskı makinesini bulamıyorlar!

Dostoyevski kurşuna dizilmekten kurtulup, sürgüne gönderildikten sonra (dört yıl hapis, dört yıl da er olarak hizmet) Tobolsk’ta on günlük bir molanın ardından(Bak Andre Gide, Dostoyevski, S.80), kızaklarla dondurucu soğukta (bazen -40 derece), 3 gün daha yolculuk yaparak (toplam 17 gün ) 4 yıl prangalı olarak yatacakları Omsk’taki hapishaneye varıyorlar. Hapiste geçirdiği 4 yıla ilişkin bilgileri, Sibirya’dan yazdığı ‘mektuplar’,Petersburg’a döndükten sonra yazdığı ‘Ölü Evinden Anılar’ ve çeşitli yazılardan edinmekteyiz.

Dostoyevski, 10 yıl kaldığı Sibirya’dan, sürgün ve hapislikten Petersburg’a dönüyor. Bu on yıllık Sibirya yaşamında düşüncelerini kökten değiştirmiştir. Tabii Petersburg’un ilerici, devrimci, demokrat çevresi Dostoyevski’nin bu on yıllık süreç içerisinde kabuk değiştirdiğini, fanatik Ortodoksluk ve Slav milliyetçiliği ‘ne doğru evrilmiş olduğunu henüz göremeyip, onu Petrashevski çemberinin devrimci görüşlerinin trajik kahramanı olarak algılıyorlardı. 1861 Ezilenler, 1861-62 ölü Evinden Anılar devrimci-demokratlar tarafından İnsancık’ların çizgisindeki anlar olarak değerlendiriliyordu. Ne zaman ki kardeşi Michael ile beraber “Vremya” “Zaman” dergisini çıkarıp da gerici düşüncelerini yayınlamaya başlayınca durum anlaşılıyor ve Dostoyevski, devrimci -demokrat çevrelerden dışlanmaya başlıyor.

RESİM: 1
 (Soldaki Dostoyevski,1853,Sibirya)

Ezilenler: (1861)

Dostoyevski Sibirya’dan Petersburg’a döndüğünde yazdığı ilk romandır.19.yy. ikinci yarısı Rusyası’nın kentsel sosyal yaşamının belirli yönlerini gerçekçi bir bakış açısıyla anlatmıştır, ancak, bu bakış açısını toplumun genel sosyal durumu ve savaşımı üzerine değil, felaketlere uğramış tek tek kişiler üzerine yoğunlaştırmıştır. Bu yoğunlaştırmada anlatılan değişik öykülerdeki betimlemeler yer yer abartılı olsa da oldukça başarılıdır. Kapitalizmin, insanları ne duruma getirdiğini, zayıf olanı tamamen ezip yok ettiğini, güçlü olanın ise ne kadar acımasızca iyinin üstüne basarak daha da yükseldiğini detaylarıyla dile getirmektedir. Toplumun değişik sınıf ve katmanlarının dünyaları değil de, değişik özel konumları olan burjuva sınıfına ait kişilerin dünyaları yine başarıyla irdelenmiştir. Batıyı karşısına alan, Turgenyev ve Herzen’i batılılaştıkları yönünde keskin eleştiriye uğratan Dostoyevski, aslında tüm romanlarında Batı Avrupa yazınının etkisinde kalmakla yetinmemiş, onlardan kopyalamalar da yapmıştır. Ezilenler romanındaki küçük Elena (Nelly), Dickens’in 1840’da yazdığı ‘Antikacı Dükkânı‘ adlı romanının başkahramanı Nell’i anımsatmaktadır.

Dickens’in ‘Antikacı Dükkânı’nda Nill ve dedesi borçlarından dolayı dükkânlarının ellerinden çıkması üzerine Londra'yı terk edip, uzak kasabalarda oradan oraya sürükleniyorlar. Sanayileşme dönemi kapitalist İngiltere’sinde teknolojideki modernleşmenin halkın çeşitli katmanlarını refaha değil iflas ve sefalete sürüklediğini çarpıcı bir gerçekçilikle gözler önüne seriyor. Ancak roman, aşırı duygusallığa kaçtığı için üstelik tesadüfler zinciriyle birbirine bağlanmış olduğu için bu gerçekçilik zaafa uğramaktadır.

Dostoyevski'de de durum aynıdır. Aşırı duygu yüklü sahneler ve tesadüfler zinciri! Ezilenler romanının başkahramanı ‘Vanya‘, Dostoyevski’den de bir kesit sunmaktadır. İlk romanının başarısı(İnsancıklar), Belinski tarafından övülmesi,  taşındığı ev, vb... Taşındığı ev: “Smith’in (Nelly’in ölen dedesi-Yazarın Notu-) boşalan dairesini görünce beğendim ve tutmağa karar verdim. Odanın çok büyük olması işime geliyordu. Bununla beraber tavanı o kadar basıktı ki, ilk zamanlar hep kafamı çarpmaktan korkuyordum. O sıralar dergilerde çalışıyor, ufak tefek yazılar yazıyordum. Günün birinde büyük bir eser vereceğime içten inanıyordum. Büyük bir romana çalışıyordum: fakat sonunda hastahaneye düştüm. Artık ölürdüm herhalde... Sonum yaklaştığına göre, anılarımı yazmasam da olurdu? “ (Ezilenler S.15)

Burada anlatılan ‘anılar’ Ezilenler’in ardından 1862’de yayınlanan ‘Ölü Evinden Anılar’ olmalı. Kiraladığı tavanı basık ev de, Suç ve Ceza’da hem Dostoyevski hem de romanının başkahramanı Raskalnikov’a ait olan tavanı basık,5. kattaki, bu inceleme yazımızın  ‘Suç ve ceza ‘ kısmında Alberto Moravia’dan yaptığımız alıntılarla açıkladığımız ev olmalı.’Ezilenler’deki diğer ufak-tefek tesadüfleri bir kenara bıraksak da Nelly’in hain Prens’in öz kızı olduğunun romanın sonlarına doğru ortaya çıkması!.. Bana, küçükken annemlerin peşine takılıp da sevinçle gittiğimiz, küçük kasabamızın küçük sinemasının kadınlar matinesinde ağlaya ağlaya seyrettiğimiz, o,tesadüflerle dolu, korkunç derecede acıklı, siyah-beyaz Yeşilçam filmlerini anımsatmadı değil!

Dostoyevski, Ezilenler’de kahramanlarının iç dünyalarına fazla yönelmez. Buna karşın, diğer roman ve öykülerinde yok denecek kadar az bulunan ‘doğa ‘ betimlemelerine de yer vermiş olması yapıtın bir özelliğidir. Ayrıca bu romanda İsavari bir “hoşgörü “ insana ilişkin haklı duygular karşısında bozguna uğratılmış, dinin emrettiği yazgıcılık ve boyun eğiş bir anlamda yadsınmıştır:

“- Yakında öleceğim Vanya, dedi. Hem çok yakın... Beni unutma olur mu? Hatıra olarak sana şunu bırakıyorum boynuna haçla birlikte asılı irice muskayı gösterdi... Annem ölürken bana bırakmıştı. Ben ölünce boynumdan al, içindekini oku. Bugün onlara, muskamı yalnız sana vermelerini tembih ederim. İçindeki yazıyı okuduktan sonra ona git, öldüğümü ve onu affetmediğimi söyle. Bu günlerde İncil okuduğumu söylersin. İncil’de, “ Bütün düşmanlarınızı affedin “ yazılı. Bunu okuduğum halde onu affedemedim; çünkü annem ölürken konuşabileceği anlarda sadece, “Ona lanet ediyorum! “ diyordu”.(Dostoyevski, Ezilenler, S.377)  

 Kapitalizmdeki toplumsal yoksulluğu, adaletsizliği, kriminaliteyi tüm acımasızlığıyla gözler önüne seren Dostoyevski Bunlardan belirli siyasi sonuçlar çıkarmaktan kaçınmış olsa da romanda dinsel bir hümanizmanın karmaşık yapılanması kurulmaya çalışılıyor. Roman kendisini yine de natüralizmin dar sınırlarına tutsak ederek bu sıkı eleştiriden toplumsal gözlemler ve yorumlar yapma yönünü tercih etmiyor.’Tarafsızlık’ kuşkusu ile kaleme alınan yapıtlar, sonuçta insanlar ve insanlık karşısında bir düş kırıklığını dile getirmekten öteye geçemiyorlar. Umutsuzluk, yılgınlık, mutsuzluk, adaletsizlik bu yapıtların, bu natüralist anlayışın tek yazgısı oluyor sonuçta.

Ölüler Evinden Anılar :(1862)

Ölüler Evinden Anılar, insanların iç dünyalarını fazlasıyla yansıtmaz. Dostoyevski’nin bu Romanı’nı diğer romanlarından ayıran ayırıcı bir özelliktir... Buna karşın hapishane yaşamını oldukça canlı ve gerçekçi bir bakış açısıyla öylesine başarılı anlatabilmiştir ki hapishanenin genel tinsel yankısını da her satırda duyumsarız.  Ancak Ölü Evinden Anılar, hapishanelerdeki mevcut durumun düzeltilmesi için bir başkaldırı, bir protesto anlayışıyla asla kaleme alınmamıştır. Böyle bir protesto veya başkaldırı emaresine yapıt’ta rastlanılmaz, ama Dostoyevski, başarılı yansıtmaların arasına dinsel, yazgıcı metafizik düşüncelerini de artık sıkıştırmaya başlamıştır. Ahlaksal çöküntünün, suç işlemenin toplumsal nedenlerine Ölüler Evinden Anılarda kafa yormamakta, ahlaksal çöküntüden ve suç işlemekten kurtuluşun giz’ini elinde sürekli okuduğu, sahip olduğu’ tek kitap’  İncil’de aramaktadır. Aynı zamanda bu korkunç hapishane yaşamını, kendi ruhunun kurtuluşu için gerekli ve şart bir aşama olarak görmektedir.

Önceden beri kendinde var olan  ‘dinsel ‘yönelimlere’ ‘ırkçılığa’ doğru yol alan bir dönüşüm de kendini duyumsatmaktadır. Bu yönelimin belki de Dostoyevski bile farkında değildir... Ama sonraları bu yöneliş, özdeksel bir töz olarak diğer romanlarının merkezine oturacaktır.

    “-E aziz dostum! Altı yıldır seni burada bekliyordum. Ne vereceksin şunlara bakayım?
     Yahudi’nin önüne çaputları seriyor. Cezaevine girdiğinden beri onu saran ve şimdi büsbütün üstüne düşen bir sürü alaycı, sakat ve korkunç yüze hala bakamayan ve korkusundan ağzını bıçak açmayan İsay Fomiç, rehine getirilen eşyayı görünce, birdenbire canlanıyor. Parmaklarını hızla oynatarak çaputları karıştırmaya başlıyor; hatta arada bir, kaldırıp ışığa doğru tutarak gözden geçiriyor. Herkes, onun ne söyleyeceğini beklemektedir.
    
  Eşya sahibi, göz kırparak,
      -Ne haber, diyor. Bir gümüş ruble vermeyeceksin herhalde, ha?

      -Pek gümüş ruble değilse de, yedi kopek veririm. Bu İsay Fomiç’in cezaevinde söylediği ilk sözlerdi. Hepsi gülmekten katılıyorlar.
     -Yedi kopek, ha! Ne yapalım, yedi olsun... Bu işte sen kazançlı çıktın. Ama malımı iyi sakla. Sonra başınla ödersin, karışmam!
     -Faizi de üç kopek... Hepsi on kopek ediyor.
     Titrek ve kesik bir sesle konuşan Yahudi, korkak bakışlarla elini cebine sokmuş. Bir taraftan ödü kopuyor, diğer taraftan da iş yapmak istiyormuş.
    -Yılda mı üç kopek vereceğiz?
    -Yılda değil, ayda.
    -Amma da yaman adammışsın be Yahudi! Adın ne senin?
    -İsay Fomiç  “ (Ölüler Evinden Anılar. S.140-141)
    
Tüm tutsaklar bir yahudiyi beklemektedir borç para almak için! Çünkü tefeci ve faizciler yalnızca Yahudilerdir!  Tabii bu endirekt gönderme, yazarın sevecen okşayışları arasında dikkatlice gizlenmekte, okuyucunun bilinçaltına verilmek istenilen ideoloji usulca şırıngalanmaktadır. İdeolojik imgeleme... Şuuraltını kazıyarak yerleştiriliyor!  Dostoyevski, her nedense kafayı Yahudilere iyici takmıştır.    Suç ve Ceza'da da, tefeci kadın Alyona Ivanova’nın iki kişi arasında dedikodusu yapılırken, şöyle betimlenmektedir:
“ İyi bir kadındır, diye anlatıyordu. Ondan her zaman para alınabilir. Bir Yahudi kadar zengindir.”(Suç ve Ceza, S.70)

Buradaki anlatı ‘olguyu derinlemesine bilmeyen okuyucuya, Yahudi düşmanlığına giden yolun ilk psişik şartlandırılması usulca sunuluyor, ama giderek, bu ’imgeli Yahudi nefretliği ‘  estetiksel kalıplardan sıyrılarak, gözleri dönmüş, ağzından köpükler saçan yalın bir nefrete dönüşüyor.

Dostoyevski şöyle yazıyor:

“(NB: Gerçi bazı durumlarda Yahudilerin şimdi daha çok hakka sahip oldukları gerçektir, daha doğrusu yerli halka göre olanaklardan daha çok yararlanmayı bilmişlerdir.(a.Dost. ç.). “Burada aklıma sözgelişi şöyle bir fantazi geliyor: Ya zavallı yoksul köylümüzü türlü kötülüklerden, dertlerden koruyan köy cemiyeti herhangi bir nedenle sarsıntılar geçirir de, derken bu azat edilmiş köylüye, bunca deneyimsiz, her şeye kolayca kanan, hala köy cemiyetinin eline bakan bu gariban köylüye bir Yahudi musallat olursa! Aman Allahım, neler olmazdı! Yarın elinde avucunda ne var ne yoksa bütün varlığı Yahudi’nin eline geçiverirdi ve öyle bir dönem başlardı ki, bırakın toprak köleliğini, Tatar boyunduruğu bile yanında hiç kalırdı !”(Bir Yazarın Günlüğü 2.cilt. S.746-747)

“Yahudi, aracı olmak ister, başkasının emeğini satar. Sermaye birikmiş emektir: Yahudi başkasının emeğini satmayı sever! Ama bunlar ne olursa olsun şimdilik hiç bir şeyi değiştirmez: buna karşılık Yahudi kodamanları, insanlığın üzerinde egemenliğini sürdürmekte, daha sağlam ve güçlü olarak dünyaya kendi kimliğini, kendi benliğini kabul ettirmeye çaba göstermektedirler.”(ay. Yap. S.746)

Bugün dahi Dostoyevski’nin 140 yıl önce söyledikleri yinelenmekte, hatta yer yer Dostoyevski’ye göndermelerde bulunularak onun Yahudi sorununda geleceği ne kadar keskin ve isabetli gördüğünün propagandası antisemitizm adına yapılmaktadır.


Dostoyevski’nin düşüncesinde görüleşen “halk “kimdir?

Bilindiği gibi Dostoyevski Sibirya’da tutsak olana dek halkın arasına karışmamış,(halk denilince özellikle ilk elden akla gelen o günkü perspektifi ile –köylülük- oluyor.) onlarla yakın bir ilişkisi hiç bir zaman için olmamıştı. Dostoyevski’nin yakından tanıdığı “halk”  Omsk’ta, hapishanede 4 yıl birlikte yaşamak zorunda kaldığı kendi deyişiyle “ insan hislerinden yoksun, sapık ahlaklı “kişilerden oluşuyor. Elbette ki Sibirya dönüşü kaleme aldığı tüm yapıtlarda işte bu “halk”tan izlenimler taşıyan anti-kahramanlar boy göstermiş, sahnenin en önünde yerlerini almışlardır. Burada sorgulanabilecek ikinci bir olgu’da, toplumdan dışlanmış>>Dostoyevski’nin deyişiyle << bu cani ve sapıkların ne dereceye kadar Rusya halkını temsil ettikleri, ne dereceye kadar Rusya halklarının genel özelliklerini taşıdıkları yönündedir.

Çünkü Dostoyevski ‘Ben Rusya halkını, insanını, tutsaklığım sürecinde, hapiste tanıdım demektedir.’ Buradaki çelişki ‘Rusya halkı ‘ dediği bu tutsakları aynı zamanda birer sapık ve cani olarak değerlendirmesi olgusudur.

Dostoyevski 24 Mart 1856’da sürgünden, Semipalatinsk’den General E.I.Totleben’e şöyle yazıyordu:

“....Cezaevine geldim. 4 üzüntülü ve korkunç yıl. Arkadaş toplumum haydutlar, insani duygulardan yoksun sapık ahlaklı kimselerden oluşuyordu... Bu dört yıl içinde memnuniyet verici hiç bir şey görmedim. Sadece karanlık ve çirkin gerçekler. Yanı başımda yürekten laf edebileceğim hiç bir yaratık yoktu. Açlığı, soğuğu, hastalığı yaşadım. Ağır işin ve yoldaşım olan haydutların, subay ve asil olduğum için bana karşı besledikleri nefret ve intikam duygularının acılarını yaşadım. “

(Dostojewski, Gesammelte Briefe 1833-1881 S.115-116)

Dostoyevski Çelişkilerle dolu bir yazar. Bir yerde akladığını bir başka yerde karalayabiliyor. Bu Omsk’ta hapishanede tanıdığı ve “Rusya halkı “ dediği tutsaklar için de geçerli.



RESİM: 2
       
 “Bir gün İsa’nın hitabesini okuduk. Bazı yerleri özellikle duyarak okuduğunu gördüm. Okuduğunun hoşuna gidip gitmediğini sordum. Ali bana baktı, kızardı.

    -Evet, evet... dedi. Gerçekten, İsa da Allah’ın peygamberiymiş. İnandım ki, o da Allah’ın sözlerini tekrarlıyordu. Ne kadar da güzel sözler!

    -En çok neresi hoşuna gitti?

    -“Bağışla, sev, kötülük yapma, düşmanlarını da sev” sözleri... Ne güzel söylenmiş! (ay. Yap. s.79)

Suç ve Ceza, Budala ve Ecinniler’in genel bir kritiğini yapmadan önce, bir başlangıç olarak Lenin’in Lev Tolstoy’un ikili karakteri üzerine bir yorumunu buraya aktarmadan yapamayacağım. Bu yorumdaki bakış açısı aynı zamanda bize rehber olmalıdır. .Bir şey değerlendirilirken, değerlendirme adilce yapılmalı, olgu her yönüyle çekinmeden ortaya konulabilmelidir.Çekinmeden ve yürekli olarak!.. İşte bu çok önemli!
Lenin, Clara Zetkin ile yaptığı bir söyleşide de bunu çok anlamlı bir şekilde ifade etmiştir:

“Ben ise "barbar" olduğumu söyleme yürekliliğini gösteriyorum..... Ekspresyonizm, gelecekçilik, kübizm ve diğer "izm"leri sanatçı dehasının en yüksek anlatımları olarak değerlendiremiyorum.” (Sanat Ve Edebiyat, Lenin, S.277)

(Erinnerungen an Lenin, Clara Zetkin, S.21,Dietz Verlag, Berlin 1985) (Lenin’den Anılar )
Demem şu ki: Eleştirmenlere ve entellektüel yazına bakıyoruz bir Dostoyevski hayranlığı almış başını gidiyor, övmekte yarış yapıyorlar! Binlerce sayfa övgü, her dilden! .Dostoyevski, bir kale görevi görüyor burjuvazi için!  Sağlam bir kale!

Evet. Dostoyevski önemli bir yazar. Onda, belki de hala aşılamayan, hala ilgi ile okunacak çok şeyler vardır! Ama onda, yanlış, gerici, faşist ve tarihin karanlıklarına çoktan gömülmüş olması gereken şeyler de var! Üstelik bu tarihin karanlıklarına çoktan gömülmüş olması gereken dinsel, gerici ve faşizan görüşler, Dostoyevski’de yerleşmiş bir ideoloji olarak 1861 sonrası tüm yapıtlarında giderek gücünü arttırarak, giderek etki alanını genişleterek yansıyor. Bu, Dostoyevski’nin 1861 sonraki yapıtları tek tek ele alındığında dahi, ayrı ayrı her yapıtının özünde, genel anlamında saptanabilir bir gerçektir.

 Evet! Önemli bir yazar! Kendi mutsuz geçmişinden, çektiği maddi sıkıntılardan, çektiği kişisel acılardan (Kurşuna dizilme anındaki yaşadıkları, tutsaklık ve sürgün yaşamı, veremden ölen karısı, Polin Suslova ile yaşadığı fırtınalı aşk ve terk ediliş! Açlık, yoksulluk, sefalet, kumar, çaresizlikler, adeta çağının Rusyası'nın bir aynası gibi ve bunu, bu sefalet, mutsuzluk ve çaresizlikleri çok başaralı bir şekilde, insanın tinsel dünyasını da derinlemesine işleyerek, aynı zamanda Balzac gibi, Shakespeare gibi çok sesliliği de yapıtlarında hayranlık uyandıracak özellikte yansıtarak verebilmiştir. Bunlar, Dostoyevski’deki çok önemli olumlu yönlerdir.

Şimdi,  Lenin’in Lev Tolstoy değerlendirmesine bakalım:

“ Tolstoy ve okulunun bütün eserlerinde, düşüncelerinde ve öğretisindeki çelişkiler, gerçekten iyice belirgindir. Bir yanda yalnızca Rus yaşamının eşsiz tablolarını çizmekle kalmayıp, dünya edebiyatına da birinci sınıf eserler veren dahi bir romancı, öte yanda köyün tanrıdan esin alan kişisi rolündeki bir toprak sahibi. Bir yanda, toplumdaki ikiyüzlülüğe ve sahtekârlığa dikkate değer bir güçle açık yürekli ve içten bir karşı çıkış; öte yanda bir "Tolstoycu",yani herkesin gözü önünde göğsüne vurup <>diyen ve kendisine Rus aydını ismini vermiş o cılız, isterik yaratık. Bir yanda kapitalist sömürünün acımasız bir eleştirisi, hükümetin uyguladığı zorbalıkların, devlet yönetimi ve adalet adı altında oynanan komedinin sergilenmesi, servetlerin büyümesi ve uygarlığın gelişmesiyle, işçi kitlelerinin yoksulluğunun ve ıstırabının da artması arasındaki çelişkilerin bütün derinliğiyle açığa vurulması; öte yanda,<

Görüldüğü gibi Lenin Tolstoy’u değerlendirirken ceset sömürücülüğü yapmıyor! Tolstoy’da bulunan ile bulunmayanı, doğru olan ile yanlış olanı, iç içe, birlikte değerlendiriyor.

YAVUZ AKÖZEL

DEVAM EDECEK…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder