Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Haziran 2012 Perşembe

YAVUZ AKÖZEL: Ördekli Park (Babi Yar)





ÖRDEKLİ PARK - 2 

(BABİ YAR)






Demek oluyor ki tam 39 yıldır yurdumdan uzakta, Almanya’da yaşıyorum. Buraya alışmak mı? Uyum mu?

Ne alışabildim ne de tam anlamıyla uyum sağlayabildim. Bu olguyu, benim kuşağımın yani birinci generasyonun tümü için de genelleyebiliriz. Hatta ikinci kuşağın hatırı sayılır bir bölümü önemle eve kapalı kalmış bayanlar da Almanya’ya uyum sağlayamadılar. Bu uyum sağlayamamakta hiç de yabancı dostu olmayan Alman toplumunun önemli bir payı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Ana yoldan aşağı sapıp içinde alabalıkların yüzdüğü, şırıl şırıl akan dere boyunca, yayalar ve bisikletliler için yapılmış yolda, parka doğru yürüyorum. Yolun sağı ve solu selvi, çınar, elma, kiraz, çam ağaçlarıyla kaplı. Rengârenk çiçeklerin adeta fışkırdığı çimenlikler gerçekten doğanın cömert coşkusunu cömertçe sunuyor. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, dişisini ardına takmış bir çift ördek paytak paytak yürüyerek ve aralarında heyecanla bir şeyler vakvaklıyarak yanımdan gelip geçiyorlar...

İnsanlar da gelip geçiyor. Kiminin ellerinde yürüyüş kargıları olan kadınlı-erkekli; yaşlısı, orta yaşlısı genci, çocuğu... Her yaştan, her cinsten; sarışını, kumralı, esmeri, zencisi, uzak asya tipli çekik gözlüsü, ayyaşı, sarhoşu insanlar... Genellikle Almanlar selam vermemek için tam ben geçerken başlarını ağaçlardan yana çevirip bir şeyleri gözlüyormuş gibi yapıyorlar numaradan. Bazıları başlarını öne eğiyor, bazıları kinle bakıyor... Çok az kişi, güleç, sevinerek “iyi ki siz de varsınız, iyi ki size rastladım” der gibi selam veriyor. Bu çok coşkun duygular uyandırıyor bende... Seviniyorum, her şey gözüme mükemmel yönleriyle görünmeye başlıyor... Çiçeklerin renk cümbüşlerinin, kuşların müzik şölenlerinin akan dereninin şırıltısındaki eşsiz melodinin tadındaki doyuma ulaşıyorum...  “Ohhh bee! ” Diyorum! Yaşamak ne güzel!... İnsanlar ne güzel! Doğa ne güzel! Ve... ve...  doğanın bu mükemmel sunuşları işte, öncelikle biz insanlar için...  

Kin ve nefret niçin? Bölüşemediğimiz ne var ki bu göz açıp kapayıncaya kadar fırtına gibi gelip geçen yaşamda? Aslında hepimize yetecek kadar her şey var, hem de bol bol yetecek kadar! Ama sen bana neden öyle kin ile bakıyorsun? Doğanın cömertçe sunduğu bu nimetlerden, bileğimizin hakkıyla ve alın terimizle yarattıklarımızdan az da olsa bir pay vermek istemiyor musun? Benim çalışma payımı, benim uyuma payımı, yeme-içme payımı, gezme-tozma payımı, üreme, çoğalma payımı oyuncak, süt, mama, sevme sevilme payımı, aşk payımı! Vermek istemediğin için mi öyle gözlerin gözlerimin içine bakamıyor? Bakamadığın için suçluluk duyuyorsun değil mi? Bu duyguyu yaşayabilmen de iyi bir şey... İnsanlığını henüz yitirmemişsin... Ama gözlerimin içine kinle bakan gözler de var! İşte, insanlığın bittiği yer orası diye düşünüyorum, tüylerim diken diken oluyor... O gözlerde kapkaranlık bir geçmişin ve geleceğin kan ve nefretle işlenmiş motifleri yankılanıyor. Bu ahenksiz, akordu bozuk yankı, şu güzelim doğadan biteviye yayılan eşsiz melodinin yüreğine kanlı bir ok gibi saplanıyor.

Harutyun'u gölün kenarında ördeklere ekmek atarken buluyorum... Yanında Pavlus var... Pavlus da Şırnak-Cizre köylüklerinden. 1980 sonrası “gayri yeter bu korku, bu zulüm ile yaşamak” deyip evini, toprağını, binlerce yıllık vatanını terk etmek zorunda kalanlardan... 60 yaşlarında, Süryani. Beni görünce bayağı seviniyorlar... Harutyun kırık bir Türkçe ile annesinden öğrendiği bir türküyü başlıyor söylemeye:

— "Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar
Ciğerim yanıyor aney gözlerim ağlar
Benim zalim derdim cihanı yakar
Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar"

— Çok dertli söyledin be Harutyun!
— Neşeli bir şey söylemek isterdim ya bu türkü, bu ağıt çocukluğumdan beri her an kulaklarımda ekolaşıyor. En sevinçli anlarımda bile hep dudaklarımın ucunda. Annem!.. Bu ağıt... ve söylerken akıttığı gözyaşları yaşamımı alt-üst etti. 1915’den beri oradan oraya sürüklenip duruyoruz. Bir yurt edinemedik anlıyacağın. İşte buralarda çoluk çocuğumla, torunlarımla hala taa o geçmişte kalmış ama hiç eskimeyen, solmayan günlerdeki gibi yine korku ve panik içerisinde iğreti yaşıyoruz. Bakalım sonu nereye varacak?
— İnşallah iyi olur, Almanya’yı yurt edinirsiniz be Harutyun!
— Ümidim yok ya!.. Dilerim sonu iyi olur!.. Bizden geçti de çocuklarım torunlarım... Dilerim... Dilerim... İyi olur!.. Tatewik... Sona... Arkadi... Harutyun onlar için... Evet evet... Korkusuz bir gelecek... Yerleşik bir yurt... Yerleşik... Göçsüz, insanca yaşanılası bir yurt...

O hiç dudaklarından düşmeyen ve annesinin gözyaşları dökerek söylediği “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” ezgisinin öyküsünü soruyorum Harutyun’a:

— Uzun bir hikâye, Tunceli-Urfa-Halep-Ermenistan dörtgeninde geçmiş uzun ve tüyler ürpertici bir hikâye... Bir başka zaman anlatırım, diyor.

O anlatmasa da ben o acıklı, tüyler ürpertici öykünün içeriğini üstün körü de olsa tahmin ediyorum ve daha o anlatmadan tüylerim diken diken oluyor.

Söyleyecek söz bulamıyorum. Yaşamları hep kaçmakla, itilip kakılmakla, bir yurt aramakla geçmiş. Harutyun'a bakıyorum şöyle tepeden tırnağa. Ördeklere ekmek atarken, içindeki tüm acıları, tüm çaresizlikleri ve umutsuzlukları da atıyormuş, onlardan arınıyormuş gibi!.. Acı bir gülüş dudaklarında dolaşırken sessizce bir şeyler mırıldanıyor.

Ve yine her zamanki gibi ördekleri yemleme faslı bittikten sonra çınar ağacının gölgesindeki kanepeye oturuyor; gölü, gölün ortasındaki fıskiyeyi, yüzen ördekleri bir ara konuşmaksızın gözlüyor, dinliyoruz.
Gölün karşı kıyısından bir Almanca Heimet(memleket) ezgisi bize kadar ulaşıyor... Ara nağmelerine sıra geldiğinde kadınlı-erkekli hep birlikte vokal yapıyorlar. İnsanın kanını harekete geçiren hareketli bir ezgi ama bende bir acıyı depreştiriyor... Bir hüzün yumağı oluyor sesler. Bir Harutyun'a dönüp bakıyorum, bir Pavlus’a. Binlerce kilometre uzaklardan çıkagelmiş, saçları aklaşmış, gözlerinin altları iyice çukurlamış, belleri bükülmüş, yanakları sarkmış iki portre...  

Bir de ben! Yani üçüncü nostaljik “siyah–beyaz” portre... Onlarla aynı izdüşümde olduğumu söylemeye gerek var mı acaba?

Pavlus'a dönüp soruyorum:
— Haydi Harutyun’un buralara kadar gelmesinin nedenlerini az-çok biliyoruz. Hoş insanın doğduğu büyüdüğü yerleri bırakıp gitmesinin olağan üstü etmenleri olmasa bu ihtiyar yaşında neden terk etsin ki?

Pavlus, Türkiye’de doğmuş, büyümüş olmasına karşın Harutyun kadar da Türkçe konuşamıyordu... Kürtçe, Aramice ve Türkçeyi mikserliyerek anlatmaya başladı:

— Ah benim güzel gardaşım!.. Evimizi, barkımızı, arazimizi, bahçemizi yani her şeyimizi olduğu gibi bırakıp kaçar gibi buralara geldik... Yeni bir yurt edinmek için... Binlerce yıl sonra anlıyacağın... Biz Anadolu’nun, Mezopotamya’nın asıl yerleşik halkıyız. Türklerin kaç asırlık geçmişi var Anadolu’da? Türklerden en az dört bin yıl öncesi biz vardık buralarda.
Üstelik Osmanlılar da dahil olmak üzere zamanının tüm toplumları bizim medeniyet ve kültürümüzden yararlanmışlardır. Dünyada yazılı yasaları ilk çıkaran kavimleriz. Hammurabi ve Orta Asur yasalarıdır bunlar.

Sonra dünya coğrafyasında Hıristiyanlığı ilk kabul eden, Mezopotamya ve Anadolu’da yaygınlaşmasını sağlayan biz Süryaniler olmuşuzdur. Bunları övünmek için söylemiyorum. Ermenilerin de Osmanlılar başta olmak üzere o zamanki toplumların medeniyet ve kültürlerinin gelişmesinde önemli katkıları olmamış mıydı? Ne oldu onlara?

Harutyun yanıt vermekte gecikmedi:

— Katliam... Çocuk kadın, yaşlı falan dinlemeden katletme! Değişik biçimlerde katletme... Hani “kırk katır mı istersin kırk satır mı?” öyküsü var ya! İşte öyle bir şey... Kırk katır ‘sürgün’ kandırmacasıyla katletme. Kırk satır da hemen olduğu yerde tek tek, grup grup, kitle kitle katletme...  

 —Ve biz Süryanilere ne oldu? Bu Ermeni katliamlarından nasibimizi almadık mı? Elbette ki aldık! Katledildik, göçe zorlandık... Ama bunlar söylenmiyor, tam anlamıyla da bilinmiyor. Ermenilerin katledildiği dönemlerde (bize anlatılan ve korku ile gizlice fısıldanan) yedi yüz elli bin Süryani'nin “Seyfo katliamı” ile yok edildiğidir. Bu acıları kavimlerimiz yaşadı. Zamanının en üstün medeniyetini ve bilimini dünyaya taşıyan biz kavmimiz! Yani Aramice yazan ve konuşan Asurîler, Akadlar, Babiller,Aram beylikleri vb.’nin bugüne kadar zar zor, düşe kalka gelebilmiş son temsilcileri biz Süryaniler!.. Yazık oldu bize... Tıpkı Ermenilere olduğu gibi... Ne toprağımız kaldı oralarda ne de insanımız. Tıpkı nine ve annelerimizden küçücükken öğrendiğimiz tekerleme gibi: Balta nerede / suya düştü / Su nerede / inek içti / inek nerede / dağa kaçtı / dağ nerede / yandı, bitti kül oldu! Şimdi koca Türkiye’de sadece yirmi beş bin Süryani kalmış. ! Yani koca bir medeniyet ve kültür insanlarıyla birlik yanıp, bitip kül olmuş! Yazık!

Göl kıyısında ak civanperçemi ve çalılıkların arasından karatavuklar boyunlarını uzatarak etrafı gözlüyorlar. Artık hoplayıp zıplamaya başlıyan yavruları da ortaya çıkıp ürkek hareketlerle koşuşup çimenlerin arasına karışmış devetabanı, karahindiba, sinir otu, atkuyruğu kümelerinin etraflarında eşinip oynaşıyorlar. Yabani üvez, akgürgen,
söğüt ve cüce çam ağaçlarının dallarında rengârenk şakrak, iskete, ispinoz kuşları ötüşüp, uçuşup duruyorlar. Ağaçların en yüksek uç doruklarına konaklamış karatavuklar gözcülük yaparak tehlike uyarılarını o güzel, tempolu ötüşleriyle bildiriyorlar.

Parkın gezi yolunda, yavaş adımlarla kimi bastonlarına dayanmış kadınlı erkekli huzur evinin yaşlıları bir cenazenin geçit törenini anımsatırcasına öyle sessiz ve kederli yürüyorlar. Bu park bana oldukça kederli ve yüz binlerce suçsuz insanın gömüldüğü bir gömüt görünümüne dönüşüyor hemencecik. Masmavi gökyüzünde küme küme suratsız gri bulutlar varmış gibi geliyor bana. Kapkara çirkin kargaların çığlıkları kulaklarımın zarını neredeyse patlatacak. Harutyun “katliam” diyor! Pavlus “katliam” diyor!

Ölümün doğrultusuna gelmiş, ölümü çağrımlaştıran bir cenaze alayının yaşlıları geçit töreni yapıyorlar! Göle elimdeki ufak bir çakıl taşını atıyorum; su da giderek genişleyen bir daire oluşuyor... Giderek genişleyen, büyüyen bir daire... Tıpkı belleğimde olduğu gibi... Belleğimdeki olguların oluşan daireleri giderek genişliyor, büyüyor, sınırlarını aşıyor, bir barajın setlerini patlattığı gibi genişleyen-büyüyen daireler belleğimi patlatıp hırs ve öfke ile kontrolden çıkıyorlar.

Milyonlarca ağızdan aynı anda çıkan tüyler ürpertici çığlıklar tüm sesleri ve sessizlikleri boğarak parka yayılıyor. Alabalık, sazan ve levrekler gölün en derin karanlığına sıvışıyor. Karatavuklar yavrularını alıp çalılıkların en ulaşılmaz kuytuluğuna siniyor. Kargalar kanat çırpıp uzak evlerin çatılarına sığınıyor. Güzelim ak-eflatuni leylaklar aniden soluveriyor, söğüt dalları biraz daha yere doğru bükülüyor. Ağaçların yaprakları sararıp dökülüyor, korkulu uğultularla esen rüzgâr bu dökülen yaprakları önüne katıp hışımla savuruyor. Göz gözü görmüyor!

Harutyun ve Pavlus biraz daha çökmüş, yaşlanmış gibi geliyor bana ferleri sönmüş gözlerinin önündeki çukurlar iyice morarmış, yüz hatlarındaki kırışık çizgiler iyice derinleşmiş. Her ikisinin de zayıflıktan mavi damarları ve sinirleri dışarı fırlamış elleri titriyor. Sırtları, yüzlerce yılların acısını, çaresizliğini ve “gavur” oluşunu taşımaktan iyice kamburlaşmış...

Gezi yolunda bastonlarına dayanarak yürüyen simsiyah giysili binlerce yaşlı insan aniden peydahlanıyor.

— Vatan?
— “Yok” diyorlar; hep bir ağızdan, umutsuzca!
— Gömüt?
— Tek tek ölmedik ki gömütümüz olsun... Yok bizim gömütümüz... Seyfili'de çukurlara doldurulduk, Sürgün yollarında ıssız kuytuluklara, deli akan nehirlere, dipsiz kuyulara atıldı cesetlerimiz... Dachau, Buchenwald, Auschwitz, Treblinka, Sachsenhausen, Penig, Ohrdruf toplama kamplarında faşistler tarafından gaz odalarında, fırınlarda katledildik. Babı yar’da iki günde 60.000 kişiydik kurşuna dizildik acımasızca. Gömütlerimiz yok... Gömütsüz ve adsız ölüleriz biz. Biz Babi Yar Parkında bir mütevazı abideye gömülmüş 60.000 Yahudi, Çingene, Rus, Polonyalıyız.

Binlerce kadınlı-erkekli Alman’ın başı uzanıyor parkın dört yanından o an. Binlerce hain, kin dolu bakış... Sonra binlerce ağızdan yırtınırcasına çıkan iğrenç kahkaha yankıları gölün üzerinde dalga dalga yayılıyor.

Yeniden gökyüzüne bakıyorum. Göle, ağaçlara, otlara, çiçeklere, kuşlara... Kulaklarım! Kulaklarım...  Bu korkunç acılı çığlıklar, iğrenç kahkahalar birbirine karışıyor... Kulaklarımı ellerimle tam kapatacakken bir senfoni orkestrasından Yayılan isyankâr bir müzik tüm sesleri bastırıp adeta yok ediyor. Tüm göl ve park bu senfoni orkestrasından yayılan Babi Yar’ı dinliyor.

"Yaban otları hışırdıyor Babi Yar’da
Ağaçlar sert sert bakıyor, yargıçlar gibi,
Her şey sessizce çığlık atıyor. 
Şapkamı çıkarıyorum, 
Anlıyorum, gittikçe yaşlanmışım.

Burada gömülü bu binlerce insanın,
binlerce insanın ardından koparılmış
sessiz bir çığlıktan başka neyim ki şimdi ;
burada vurulmuş her ihtiyarım ben,
burada vurulmuş her çocuğum ben”
(Yevgeni Yevtuşenko)



Akgürgen ve yabani üvez ağaçlarının üzerinde güneş kızıl bir renk cümbüşü içerisinde batmaya hazırlanıyor. Harutyun, Pavlus ile oturduğumuz kanepeden ağır ağır kalkıp, tüm görüntüleri, sesleri ve o muhteşem müziği parkın derinliklerinde bırakıp usulcacık eve doğru yürümeye başlıyoruz. Harutyun’un koluna girip yürümesine yardımcı oluyorum…



YAVUZ AKÖZEL

22.06.2012,
Bad Endbach


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder