BEN BİR ŞEY DUYMADIM
Bahar yeni geliyordu küçücük bahçeli evlerimize. Sisli puslu yağmurlar iniyordu şehrimize. Hangi yıl, hangi ay anımsamıyorum; çocuktum ben o zamanlar. Yakan top, saklambaç, yağlı ekmek filan… Sanırım ilkokula yeni başlamıştım; heceleyerek okuyordum mahallemizde gazete alan tek kişi olan komşumuzun verdiği tarihi geçmiş gazeteleri.
Annem sütlaç pişirmişti bir sabah. Evimiz sütlaç, yağan yağmurun ardından bahçemiz toprak kokuyordu. Kahvaltıdan kalma gül reçeli tadı geliyordu dudaklarımdan yalandıkça. Mahallenin kadınları evlerin boğuculuğundan sıyrılıp sabah sohbetine birikmişlerdi bahçelerde. Diğer günlerdekilerle aynı değildi konuşulanlar o gün. Aynı olsa; aşinaydım onlara. Dikkat etmezdim belki, duymazdım. “Patlamış.” dediler. Gözlerinde kocaman bir korkuyla sürdürdüler; “Sakat doğacakmış çocuklar, on sene içinde çaresi bilinmez hastalıktan kırılacakmış insanlar.” “En çok da bizim buraları vuracakmış.”
Uzayıp gitti konuşmalar. Ne patlamıştı, ne zaman patlamıştı, ben hiç gürültü duymamıştım. Anlayamadım dediklerini, anlamlandıramadım. Ama hiç unutmam o günden sonra geceleri uykuya dalmadan önce ağlayarak yalvardım allaha neredeyse her yıl bir çocuk doğuran annem bir daha doğurmasın, sakat bir kardeşim olmasın, ailemden kimse hastalıktan kırılmasın diye… Kırılınca ne acı, ne korkunç olurdu insan. Düşünmesi bile ürpertti beni. Sonra unuttum, unuttuk. Birkaç hafta, belki de birkaç ay sonra tarihi geçmiş bir gazeteden heceledim işin aslını. “ÇER-NO- BİL-DE PAT-LA-MA” Rahatladım. Bizim oralar değildi patlayan. Çernobil diye bir yer, ya da bir şey patlamıştı uzaklarda. Yanılmıştı mahallenin kadınları. Evet birileri ölmüştü, çok üzücüydü ama; bize patlamamıştı işte. Hem o dönem bakan olan bir amca höpürdeterek içiyordu çayını tek kanallı televizyonda. “Bakın efenim ölmüyorum.” diyordu. Patlamanın çayla alakasını anlayamasam da koskoca bakandı amca bizim mahallenin kadınlarından daha doğrusunu bilecekti tabiî ki. Kandıracak değildi ya bizi…
Sonraki aylarda ekmeğimizi şekerli çayla yuvarlayıp, yoksul ama şen şakrak kahvaltı sofralarından süzülüp gittik okula. Nedendir bilmem poşet poşet fındık dağıtmaya başladılar bize okulda. Seviyorlarmış çocukları. Beslensinler istiyorlarmış. Yedik sevine sevine. Sımsıkı doldurup avuçlarımıza, sakladık kara önlüğümüzün cebine. Evdeki kardeşlerimize, annelerimize de götürdük avuç avuç. Seviyorduk onları. Beslensinler diye…
Çok sonra okudum yine eski bir gazetede. “FIN-DIK Ö-LÜM YÜK-LÜ” Kim yüklemişti fındığa ölümü? Neresine yüklemişti? Nasıl? Hem ölüm yüklüyse neden yedirmişlerdi bize? Öğretmenim de yedi, annem de kardeşim de…
Ben –nükleer- sözcüğüyle ilk karşılaştığımda, ki hecelemeden okuyabiliyordum artık; öğretmenim kanserden öldü. Ardından kansere yakalanan birçok isim duydum ailemde, şehrimde. Fakat çocuktum, çok çocuktum daha. Az çok anlasam da sözcüklendirip anlatamadım olanları.
Ardı sıra çoğaldı sonra ölümler. Anneler, teyzeler, amcalar hatta mini mini çocuklar, genç kızlar kanserden öldü. Fazlaca dillendirilemese de ölümlerin nedenini bilmemek bilmezden gelmek olurdu. Türkü türkü haykırarak Kazım Koyuncu, satır satır bağırarak Sibel Kalaycı öldü. “Karadeniz’de gribe yakalanır gibi kansere yakalanıyor insanlar.” Siz hiçbir şey duymadınız mı? Bu çığlığı duymamak duymazdan gelmek olurdu.
Son olarak bir kadın sessiz sedasız öldü. Benim teyzemin kızı, annemin yaşıtı, çocukluk arkadaşı. Biri sakat dört kızın, iki de oğlanın anası. Bilmiyorum kokusu nasıldı. Fazlaca sokulmuşluğum yok yanına ama eminim annem gibi kokardı. Bildiğin anaydı. Anneme benzerdi bakışı. Hatta çocukluğumdan kalma bir rahatlıktı varlığı. Bir gün annem ölürse; ona sokulacak, onunla ısınacaktım. Tescillenmişti onun analığı. Bir gün bile üzmeden büyüttü çünkü Çernobil armağanı o sakat kızı. Hiç yakınmadan, daralıp bağırmadan, kırmadan… O güzel anne sessiz bir çığlık, kuvvetli bir direnişti. Öldü gitti sessiz ve ani. Herkesi ısıtacak bir yüzü vardı; yüzünü de aldı gitti.
Bir akrabayı son kez dillendirmem rahatlasın diye değil içimdeki sızı. Akrabalık özel bir bağ da değil zaten benim için. Akrabalıktan çok daha kuvvetli, çok daha sağlam bağlarla sararım ben insanı. Mesele benim değil, bizim yani. Öldü Şerife anne. Çoktan gezinmeye başlamıştır incecik bir papatyanın nazlı damarlarında. Ölümler üzerinden duygu tüccarlığı değil benim harcım. Ama yalnızca “anne” diyebiliyor hiç yerinden kalkamayan sakat kızı. Kır çiçeği, ömrünün kutsal bağı nereden bilsin annelerin ardından nasıl ağlandığını. Ölümün yokluk olduğunu, annesini bir daha hiç göremeyeceğini kim anlatabilecek ona. Kimi ezmez bu yükün ağırlığı. Önem taşımasa da birçok kişi için o ananın yokluğu, varlığı. Gitti kır çiçeği yüzlü kızın hayatla olan tüm bağı.
Öldü Şerife anne.
Ne zaman bir anne ölse; hava sütlaç, toprak yağmur kokardı. Damağımda gül reçelinin keskin tadı çıldırırdı.
Öldü; bildiğin anaydı.
Havada sütlaç, toprakta yağmur kokusu; damağımda keskin bir gül reçeli tadı kaldı.
Ölüm işte bize yine; yirmi üç yıl sonra Çernobil’deki nükleer patlamanın armağanı. Meğer fazlaca bir şey değiştirmiyormuş nükleer santralin şehrimize uzaklığı. Biz iyi kötü sararız yaramızı, annemi koklar çocukları. Ya siz; garantileyebilir misiniz bu acının bir gün evlerinizin ortasında patlamayacağını?
Nükleer santraller ölüm saçtı hep, ölüm saçacak. Susarsak eğer avuç avuç, hem de höpürdeterek gönderecekler bizi ölüme. Kime ne?
Görmemek; görmezden gelmek, duymamak; duymazdan gelmek olur.
Sessizce öldü Şerife anne. Siz hiçbir şey duymadınız, hiçbir şey görmediniz mi?
Ne ile sözcüklendirilir bile bile davetiye göndermek ölüme?
Herkesi bir bir dürtüp anlattı sessizce. Kucaklıyorum analığını sevgili anne. Rahat uyu, güzel uyu. Gösterdin işte bilmemenin bilmezden gelmek olduğunu.
Bildiğin anaydı. Nükleer felaket yıllar sonra aldı. Kimse bir şey duymadı mı?
ÖZLEM KESKİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder