Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Aralık 2012 Pazartesi

TEMEL DEMİRER-Cehennem, Sanatın Olmadığı Yerdir!





CEHENNEM, 
SANATIN OLMADIĞI YERDİR![1]





“İnsanda derin,
zengin iki tarla var.
Biri Sanat’tır,
sevgi öteki.”[2]


“Sanat ve Barış” eksenli konuşmama; Urla’nın karşı yakasındaki bir hemşerimizi, Yorgo Seferis’i saygıyla anarak başlayayım…
Çağan Irmak’ın boğazımıza düğümlenerek izlediğimiz ‘Dedemin İnsanları’ filmindeki komşularımızdan birisidir; bizdendir; Anadolu’ludur Seferis…
Asıl adı, Giorgios Stylianou Seferiades’di… 13 Mart 1900’de Urla’da doğdu.
Yaşamının ilk on dört yılını Urla’nın İskele mahallesinde geçirdi. Yani kadim Urlalılardandı; genellikle ölüm ve yabancılaşma konularında yazardı.
Yapıtları arasında ‘Dönemeç’, ‘Sarnıç’, ‘Ardıç Kuşu’, ‘Seyir Defteri’ zikredilmeden geçilmemesi gerekenlerdendir...
1963’de Nobel edebiyat ödülü aldı.
Şiirlerinde mitolojik öğeleri kullanırdı. Doğup büyüdüğü yerle ilgili yazdıkları, gerçekten okunmaya değer…
20 Eylül 1971’de Atina’da kaybettiğimiz O; her gerçek sanatçı gibi, halkların kardeşliğini ve barışı savunurdu…
“Barış İçin Sanat; Irkçılığa Hayır!” alt başlıklı konuşmama onu (ve elbette benzerlerini) selamlayarak başlayayım…
Rengi, dili, dini, ırkı, patronu, vatanı, önyargıları, ötekisi yoktur sanatın ve olamaz da…
Sanatı sanat yapan rengi, dili, dini, ırkı, patronu, vatanı, önyargıları, ötekisi olmayan enternasyonalist, evrensel karakteridir…
Sanat, savaşa, önyargılara, haksızlıklara karşı çıktı hep; tıpkı Chaz Bufe’nin uyarısındaki üzere: “Geleneksel Değerler; milletimizi çimento gibi birbirine bağlayan değerler; bilinmeyene karşı duyulan korku; dine inanmayanlara karşı duyulan nefret; anti-entelektüellik; ırkçılık; cinsiyetçilik; eşcinsel düşmanlığı; cinsel bastırma; insan vücudundan iğrenme ve korkma; kendini ahlâklı zannedenlerin iğrenç cinsellik takıntısı; acının sadistçe eziyetinden zevk alma; bir cehalet-iyidir, akıl-değil-iman felsefesi; imanı gerçeklere tercih etme, çoğunluğun zorbalığına körü körüne inanma; sansür; enayilik; hükümeti düşünmeden destekleme, özellikle de savaş zamanlarında; katliama sevinmek; güçlü liderleri koyun gibi özlemek; yılışıklık; çevreye ve başkalarına ne zarar gelirse gelsin 1 kuruş para kazanma isteği; üstlere karşı dalkavukluk; astlara karşı kabadayılık; dar din -ahlâkından- bir santim sapan herkese karşı anlayışsız yaklaşım; -ahlâksız- olana acı çektirme isteği; ve şiddeti, baskıyı, işkenceyi, hapsi ve idamı kullanarak onları -ahlâklı- yapma isteği. Eğer bu geleneksel değerlerimiz olmasaydı, insanlık daha iyi yerlerde olabilirdi…”
Seferis’in kentinde, evrensel sanatın, doğası gereği barışa mündemiç olduğundan söz ederken, ne yazık ki; savaşın, yoksulluğun, militarist sermaye birikiminin, milliyetçi çılgınlığın, ırkçılığın kapitalizm damgalı yerküresinde yaşatıldığımızdan da söz etmek, bunu “es” geçmemek durumundayım…
Çünkü “Kapitalizm, ücretli emek sömürüsüne dayanan, yegâne ereği kâr etmek ve kârı artırmak olan, canlı olan her şeyi ölü nesnelere, metalara dönüştüren, kullanım değerinin yerini değişim değerinin aldığı, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için sürekli büyümek zorunda olan, toplumun temel üretici güçlerinin ve yaşam araçlarının dar bir sermaye sınıfının elinde olduğu, her türlü ahlâki değere yabancılaşmış [ahlâk dışı değil, ahlâksız], parasal ve maddi olan, hesaplanabilir-ölçülebilir olan dışında hiçbir insani değere itibar etmeyen, eşyanın onu üreten insandan daha değerli sayıldığı, ekonomik olanın, politik, sosyal ve kültürel olanın önüne geçtiği, araçlarla amaçların ters-yüz olduğu, öküzün arabanın arkasına koşulduğu… tuhaf bir uygarlıktır,”[3] diye tarif edilmesi mümkün olan bir çürümenin ortasındayız…
Bu vahşet deryasında insan(lık)a ait olan ender şeylerden birisi hâlâ sanattır…


SANATIN SAFI: SAVAŞ KARŞI BARIŞTIR!


Sanat, savaşın dünyasında barış safındadır…
Sanat Napolyon’un, “Savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür,” sözüyle; Pierre Proudhon’un, “Savaş ilanlarının gerisinde ekonomik nedenler yatar,” saptamasının işaret ettiği gerçeğin farkında olduğu için savaşın karşısında; barışın safındadır…
Hem de Mark Twain’in, “Savaş Duası”ndaki ironisinin acılarını iliklerine dek duyarak:
“Ey Yüce Tanrımız, bombalarımızla onların askerlerini kana bulayıp lime lime etmemize yardım et; güler yüzlü ovalarını kahraman ölülerinin solgun yığınıyla kaplamamıza yardım et; silahların sesini yaralıların iniltileriyle boğmamıza yardım et; bir ateş fırtınasıyla o mütevazı evlerini yerle bir etmemize yardım et; yılmaz dullarının yüreklerini çaresiz bir acıyla kavurmamıza yardım et; onların küçük çocuklarıyla birlikte perişan topraklarda harabeler arasında kimsesiz, aç, susuz, paçavralar içinde orta yerde yuvasız kalıvermelerine yardım et; yazın yakıp kavuran sıcağının, kışın buza kesen rüzgârlarının yardımıyla umudunu yitirmiş, acıdan bitap düşmüş, sana bir mezarın huzuru için yalvarsınlar ve sana tapan bizim adımıza onları reddet; umutlarını havaya uçur, hayatlarını karart, bu acı yolculuklarını uzat, adımlarını ağırlaştır, yollarını onların gözyaşlarıyla sula, bembeyaz karı yaralı ayaklarının kanıyla lekele! Sevginin ve merhametin kaynağına, ıstırap çekenlerin yegâne dostu ve sığınağına yakarıyor, aciz ve nadim yüreklerimizle aman diliyoruz. Dualarımızı kabul et, Yüce Tanrı, kabul et ki bütün methüsenalar, zafer ve şeref sonsuza dek senin olsun. Amin…”
Evet, evet sanat; Goya’nın, İspanyolların Fransız Ordusu tarafından kurşuna dizildiği -“Savaşın Felaketleri Serisi”ndeki- ‘Haklı mı Haksız mı?’ adlı gravüründe; Picasso’nun ‘Guernica’sında; Nâzım Hikmet’in “Çocuklar şeker de yiyebilsin” dizelerinde somutlandığı üzere, barıştan yanadır…
Çünkü sanat; insan(lık)ın başkaldıran insan yanıdır; vicdanı ve yüreği daima ezilenlerle çarpan ahlâkıdır!
Kolay mı? Çağlar boyu hiç ıslah olmayan sanat, sarayda da, kilisede de, köy meydanında da, her yerde hep egemene muhalif, kızdıran, eğiten, yol gösteren özellikleriyle insan(lık)dan yana oldu…
Gün geldi politik bir eylem olarak sorular sordu, yanıtlar üretti, hep gerçek hayat içinde oldu.
Asla satılmadı; satın alınamadı… Alınıp-satılan ise sanat olmadı; olamadı!
Siz bakmayın Sinan Çetin’in, “Sanat kâr için, kâr benim için, sanat benim için…”[4] utanmazlığını sanatkârlık olarak sunmaya kalkışan aymazlığına…
Ya da Cem Erciyes’in, “Sanatta parayı veren içeriği de belirler mi?” sorusuna Fehmi Koru’nun, “Sonuçta ‘parayı basan kararı da verir’ gerçekliği önemli,” densiz yanıtına…
Paranın egemenliğine teslim olan sıradanlık ve biat sanat değildir; olamaz da… “Parayı veren düdüğü çalar mı” meselesine gelince. Çalar tabii ama çaldığı sadece düdük olur, ama asla sanat ol(a)maz!
Bunlar böyle olsa da V. İ. Lenin’in, “Özel mülkiyetin temel olduğu bir toplumda, sanatçı pazara göre yapıt üretir, müşterilere ihtiyacı vardır,” uyarısını görmezden gelemeyiz…
Tıpkı Alfredo Baeza’nın, ‘Noviembre’ filminde haykırışı gibi: “Zavallı sanatım! Sanat artık yok! Artık sadece, sanat ticareti, sanat borsası, ya da sanatı teşvik ticareti olacak! Bir başka banka hesabı daha, sayıları toplama sanatı. Ama biz buna alet olmayacağız! Çünkü bizler özgürüz! Bizler, sanatın kalpleri değiştirebileceğine inanıyoruz… Ve onlara güç verebileceğine… Sanat, insanlara yaşadıklarını hissettirebilir. Sanat, erkek ve kadının ruhuna erişebilir. Sanat, topluma şuur getirir. Bizleri daha iyi birer birey yapar. Sanat, evrensel olabilir. Sınırsız, her türlü dinden ve ırktan bağımsız. Sanat, bir silah olabilir. Ama bir dekor asla!”
Evet sanat “dekor” olmadığı için savaş yanlılarının, egemenlerin baskı ve saldırısı altındadır…
Bunlar böyleyken; gelin sanatı, nasıl bir yerkürede konuştuğumuza ilişkin acı(klı) gerçekleri de anımsayalım/ anımsatalım…


SAVAŞ VE YOKSULLUK DÜNYASI


Sürdürülemez kapitalizmin vahşet, dehşet dünyasındayız!
‘Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2010 verilerine göre, 100 büyük silah üreticisinin toplam satışı 411 milyar doları ulaştı. Bu rakam on yılda silah ticaret hacminin yüzde 60 büyüdüğünü gösteriyor.
SIPRI’nin silah üreticisi şirketler sıralamasına göre, satış rakamlarında geçmiş yıllarda olduğu gibi Amerikan Lockheed şirketi 35 milyar 700 milyon dolarlık cirosuyla gene birinci sırada yer alıyor.
İkinci sırada ise 32 milyar 900 milyon dolarlık cirosuyla, İsveç’ten Bofors ve Hagglund şirketlerinin de içinde yer aldığı İngiliz BAE Systems geliyor. Üçüncü sıradaki şirket ise 31 milyar 400 milyon dolarlık cirosuyla Amerikan Boeing şirketi.
En büyük 10 silah satıcısı ülke: 1. ABD; 2. Rusya; 3. Almanya; 4. Çin; 5. İngiltere; 6. Fransa; 7. İsveç; 8. İtalya; 9. İspanya; 10. Hollanda
Dünya silah pazarında en büyük paya sahip olan şirketler de Amerikan. SIPRI’nin listesine göre silah ticaretini elinde tutan 100 şirketten 44’ü Amerikalı ve bunlar toplam silah ticaretinin yüzde 60’nı elinde tutuyor.
Ülke nüfusuna oranla en büyük satıcılar listesi: 1. İsveç; 2. İsrail; 3. Rusya; 4. Hollanda; 5. Norveç; 6. Almanya; 7. ABD; 8. İsviçre; 9. İngiltere; 10. Ürdün.
Avrupa’dan Havacılık ve Uzay Ajansı EADS 16 milyar 400 milyon dolarlık cirosuyla kıtada birinci, 100 şirket arasında ise yedinci sırada.
Silah dışsatımını elinde tutan 100 büyük şirket içinde Rusya’dan da sekiz şirket bulunuyor.
Avrupalı şirketler arasında yavaş da olsa satışını sürekli artıran şirketlerden biri de İsveç’ten Saab. 2009’da 2.6 milyar dolarlık sayışla 31. sırada yer alan Saab 2010’da 2.8 milyar dolarlık cirosuyla 28. sıraya yükseldi.
Bu arada ülke nüfusuna göre silah satışında İsveç’in birinci olması da dikkat çekicidir.
SIPRI’nin silah transferiyle ilgili raporu, 2007-2011 kesitindeki silah alımında ilk beşin Asya ülkeleri olduğunu ortaya koyarken; aynı yıllar arasında uluslararası silah piyasasının hacmi yüzde 24 büyüdü.
Bunlara eklenmesi gereken; Türkiye’nin askeri harcamalarının 2008’de 16 milyar 767 milyon dolarken bu rakam 2011’de 18 milyar 687 milyon dolara yükselmesi… Türkiye’nin askeri harcamaları 2002’de 21 milyar 202 milyon dolarla rekor kırmıştı. 2005’te 16 milyar 537 milyon dolara kadar düşen askeri harcamalar yeniden yükselişe geçti. SIPRI raporuna göre 1988’de gayri safi milli hasılanın yüzde 2.9’u askeri harcamalara giderken, bu oran 1997’de yüzde 4.1’e kadar yükseldi. 2002’de yüzde 3.9’a düşen askeri harcamaların payı, 2010’da yüzde 2.4’e geriledi. Türk Lirası cinsinden ise harcamaların sürekli artması dikkat çekiyor. 2002’de 13 milyon 641 bin TL olan savunma harcamaları 2011’de 29 milyon 934 bin TL’ye ulaşmış durumda…
Böylesine, tepeden tırnağa silahlanan dünyada yoksulluk da, müthiş bir hızla büyümektedir…
Hızla birkaç veri sıralayayım: Batı ve merkez Afrika ülkelerinde 10 milyon insan ölümle karşı karşıya. BM’ye göre 8 Afrika ülkesinde 1 milyonu çocuk tam 10 milyon insan tehlike altında!
‘Rusya Federal İstatistik Kurumu’nun verilerine göre, 145 milyonluk ülkede yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı yüzde 12.8’e, yani 18.1 milyona ulaştı!
Dünyada, hâlen 1.6 milyardan fazla insanın hiç elektrik kullanmadığı hesaplanıyor. ‘Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre, Hindistan’ın nüfusunun yüzde 25’ini oluşturan 288.8 milyon kişi elektriksiz yaşıyor. Bangladeş’in nüfusunun yüzde 59’u (95.7 milyon kişi), Endonezya’nın nüfusunun yüzde 36’sı (81.8 milyon kişi), Nijerya’nın nüfusunun yüzde 49’u (76.4 milyon kişi), Habeşistan’ın nüfusunun yüzde 83’ü (68.7 milyon kişi) elektrik kullanamıyor!
Verili tabloda ırkçı ötekileştirmenin önemli iki silahının, iki temel ayağının da “milliyet” ile “dini aidiyet” olduğunu eklemeden geçmeyelim!
Militarist birikimin, askeri harcamaların tırmandırıldığı ve milliyetçi çılgınlığın körüklendiği tabloda Türk(iye) toplumuna göz atarsak…


TIRMAN(DIRIL)AN ASKERİ HARCAMALAR, MİLLİYETÇİ ÇILGINLIK!


Öncelikle milliyetçiliğin, egemen sınıfların çıkarlarını bütün toplumun çıkarları olarak göstermesini sağlayan bir örtü olduğunun altını çizmek gerek...
“Milli çıkar”, “milli birlik” söylemleri, toplum içinde farklı çıkarlara sahip sınıflar olduğunu gizler. Cumhuriyetin kuruluş sürecinin en gözde sloganı “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitleyiz” idi. Üstelik bu slogan sadece cumhuriyet burjuvazisinin çıkarlarını bütün halkın çıkarı gibi göstermekle kalmıyor, ötekileştirilenlerin, Kürtlerin inkârına dayanıyordu.
Bugün bir yandan dünyanın en zenginleri listesine giren milyar dolarlık burjuvalarımız ve günde bir doları dahi bulamayan, açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca insanımız var. Ama yine de milliyetçi söylem ve politikalar hem Kürt sorunu üzerinden, hem de son zamanlarda yine gündeme oturan Suriye ya da Kıbrıs meselesi örneğinde olduğu gibi komşularla sorunlar üzerinden ülkeyi yönetenlerin egemenliklerini sürdürmelerinin temel araçlarından biri olmayı sürdürüyorken; asılsız “düşmanlıklar” ile askeri harcamalar tırmandırılıyor…
Nurhan Yentürk’ün hazırladığı “Askeri ve İç Güvenlik Harcamalarını İzleme Kılavuzu”nda yer alan bu bilgi, Türkiye’nin askeri harcamalarının somut göstergesi…
Çalışmaya göre, 1990’lardan itibaren Türkiye’de askeri harcamalar önce ciddi bir artış gösterdi. 2000’lerin başında GSYH’nin yüzde 4’üne ulaştı. 20 yılın tepe noktasıydı bu… Son artış 2009’da gerçekleşti…2010’da askeri harcamaların GSYH’nın yüzde 2.5’ini oluşturuyordu. Araştırmada, askeri harcamalardan ayrı olarak, iç güvenlik harcamaları da GSYH’nin yüzde 1.2’sine ulaşıyor. Türkiye’nin askeri ve iç güvenlik harcamaları toplamının 2010’da milli gelirin yüzde 3.7’sine denk olduğu sonucu ortaya çıkıyordu.
Sınır tanımayan silahlanmaya koşut olarak, asılsız “düşmanlık”lar ve ötekileştirilmelerle körüklenen milliyetçi, zenofobik çılgınlık da öne çıkıyor…
Bilinir zenofobi (xenophobia), Yunanca “xenos” (yabancı) ve “phobos” (korku) sözcüklerinin birleşiminden oluşmuş, “yabancı korkusu/ nefreti” anlamında kullanılan bir sözcüktür. Prof. Dr. Bengi Semerci’ye göre “gerçekçi olmayan bir korku ile bir başka dine, kültüre, etnik kökene sahip olanlara karşı oluşan düşünce ve davranışları anlatır. Hedef alınanlara ilişkin korku genellikle gerçekçi olmadığı gibi birtakım varsayımlarla, yanlış inançlarla ilişkilidir. Aynı zamanda kendi kültürünü, ırkını, dinini üstün görmeyle de bağlantılıdır” ve coğrafyamızda da şu kareleri öne çıkarmaktadır:
i) Mersin’in Arslanköy Beldesi’nde, Türk kökenli dünürlerinin düğününe davet edilen Kürt aileler, Kürtçe konuştukları için saldırıya uğradı… “Burası Arslanköy’dür, burada Kürtçe konuşamazsınız,” diyerek öldüresiye dövülenlerin 1’i ağır 11 yaralandı...[5]
ii) 12 Mart 2012’de Kütahya’nın Emet ilçesinde Kürt işçilerle ilçede oturan bir genç arasında sokaktaki “omuz atma” tartışması, Kürtlere yönelik saldırılara neden oldu.[6]
iii) Sarıyer’de oturan Ermeni kökenli E.A. Taksim’deki Hocalı katliamını protesto etmek amacıyla düzenlenen miting sonrasında avukat komşusu tarafından tehdide maruz kaldığını açıkladı ve önceden de “.. ‘Taşnak kırıntısı’, ‘Ermeni ajanı’, ‘Senin sonun darağacı’, ‘Erivan’a git’ gibi tehditlere maruz kaldığı”nı söyledi...[7]
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği’nin Abdi İpekçi’deki Kutlu Doğum Haftası etkinliğindeki konuşmasında, “İmam Hatip’ler, bu ülkenin ve bu milletin gözbebeği olacaktır,” diyerek “dindar ve kindar bir nesil” çığırtkanlığına soyunduğu koordinatlarda bunlar tesadüf değil!
Türkiye’de insan(lık)a ait her şey savaş yanlılarının, egemenlerin baskı ve saldırısı altındadır…
Sorunla ilgili olarak İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in bir süre önce yaptığı o malum ve meş’um konuşma geliyor aklıma…
Hatırlanacağı üzere İçişleri Bakanı bazı sanatçıları; “terörün arka bahçesi” olarak tanımlamış, “Şiirle, resimle, sanatla da teröre destek olunabilir” demişti ve ondan sonra yapılan operasyonlar sanatçıları da kapsar duruma gelmişti.
Mevcut iktidar, baskı oluşturarak ve tüm kurumlarda, tam bir hâkimiyet sağlayarak toplumu kendi ideolojisi doğrultusunda dönüştürme ve yeniden biçimlendirme peşinde.
Gözaltı ve tutuklamalarla oluşturmaya çalıştığı baskı ve korku cenderesiyle her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da sansür ve otosansürün yaygınlaşmasını amaçlıyor.
“Bu ülkede sanata, düşünceye ve ifade özgürlüğüne pranga vurma girişimleri hiç eksik olmadı zaten. Türkiye tarihi itibariyle sanatla, yazarla, düşünürle hep sorun yaşamış bir ülke oldu. Bu alanda devlet geleneği olarak sicili hayli kabarık olan Türkiye’de bugün otoriterleşme yönündeki reflekslerin daha fazla ortaya çıktığı bir süreç yaşanıyor. Bu durum yaşamın her alanına yansıyor. (…)
Sanat, etkileyici ve dönüştürücü bir işleve sahiptir. İnsanın davranışlarına ve eylemlerine yansır. Bu durum bile toplumun gelişmesini istemeyenler için düşünceyi kısıtlamaya, sanatı düşman görmeye yeterli bir sebeptir.
Mevcut sistemin meşruluğunu benimsetmek ve onu sürekli kılmak için ülke içindeki tüm bilgi alışveriş ve kitle iletişimini de elinde tutma ve denetimi altına almayı istiyor. Böylelikle tek tip düşünen her sunulanı kabullenen, her türlü yalan-yanlış bilgiyle manipüle edilmiş insanlar yetiştirmeyi amaçlıyor. Bunu açıkça, açık yüreklilikle söyleyemedikleri, ortaya koyamadıkları için, kendilerini değil de devleti korumaya çalıştıklarını ileri sürerler, ‘devlet elden gidiyor’ diye felaket tellallığı yaparlar.
Oysa demokrasinin özelliklerinden biri de, siyasi otoritenin kendi görüşünün dışına taşan görüşlerin de seslendirilmesine olanak sağlamaktır. Bu her türden ifade alanı için, kültür, sanat ve bilim için de geçerlidir.
Evet. Söz konusu olan sanat ise, muhalif kavramına gerek bile duyulmayabilir; çünkü muhaliflik onun doğasında zaten vardır. Buna bağlı olarak sanatçının aydın sorumluluğu ve duruşu, toplumsal bilince yansır. Diğer bireylerce örnek alınır. Savunduğu değerler, daha çok geçerlilik kazanır niteliksel gelişmelere öncülük eder, evrensel gidişi yönlendirir. Bu duruş sıkıntılı dönemlerde ayrı bir önem kazanır. Böyle bir ortamda gösterilecek tavır etkin bir uyarıcı işlevi görür.
Sanat doğası gereği zaten muhalif olduğuna göre tekçi paradigmaya, yasakçı, baskıcı zihniyete ve onun cenderesine karşı durmak sanatın ve sanatçının boynuna borçtur.[8]


“MUHAFAZAKÂR SANAT”


Özellikle de “muhafazakâr kültür ve sanat” dayatmaları devreye sokulurken…
Hatırlayın: 29 Nisan 2012’de AKP Genel Merkez Gençlik Kolları’nın 3. Olağan Kongresi’ndeki konuşmasında Başbakan Erdoğan, tiyatroların özelleştirileceği vurgusuyla şunları demişti:[9]
“O zavallılara acıyoruz: Bu tarihte ne destanlar yazılmış, medeniyetimizden haberi yok. Bunlar tarihin kendilerinin doğumu ile başladığını sanıyorlar. Bu zihniyet Türkiye’de eğitimi de sanatı da özgürlükleri de demokrasiyi de kısırlaştırmış bir zihniyettir. Bugün bile bu despotların bize ve millete nasıl tepeden baktıklarını zaman zaman görüyorsunuz. ‘Her şeyi biliyor’ edasıyla despot aydınların bizlere nasıl akıl vermeye çalıştığını görüyor ve kusura bakmasınlar belki biraz ağır tonajlı olacak bu ama ifade, o zavallılara acıyoruz.
Tiyatro sizin tekelinizde mi? İşte en son İstanbul’da Şehir Tiyatroları meselesinde o despot anlayış, o kibirli tavır bir kez daha tezahür etti. Şehir Tiyatroları’nda yapılan bir yönetmelik değişikliği üzerinden hem bizi, hem tüm muhafazakârları aşağılamaya ve küçümsemeye başladılar. Allah aşkına soruyorum; Siz kimsiniz? Siz her konuda söz söyleme ehliyetini nereden alıyorsunuz? Bu ülkede tiyatro, sanat sizin tekelinizde mi? Sanat konusunda söz söyleme ehliyetine sahip olan sadece sizler misiniz? Geçti o günler. Despot aydın tavrıyla parmağınızı sallayarak bu milleti küçümseme, azarlama devri geride kalmıştır.
İstediğimiz oyunlara destek veririz: Gelişmiş ülkelerin hemen hemen tamamında devlet eliyle tiyatroculuk olmaz... Özel bir yönetim değil, tiyatroları özelleştirmeye götürmek. Bunu teklif edeceğim. Özelleştirmek suretiyle buyurun istediğiniz gibi tiyatrolarınızı oynayın. Destek gerekirse, gerektiği zaman bizler de hükümet olarak istediğimiz oyunlara sponsor olur, desteğimizi veririz”!
Alın size “dindar ve kindar” bir nesil yetiştirmek isteyenlerin muhafazakâr sanat “tasarı”mı! Aslında bunu saklamıyorlar da! Bakın Beşir Ayvazoğlu ne diyor:
“Türkiye’de tiyatro, adam yerine konulmayan halkı ‘adam’ etmek, ‘haddini bildirmek’ için kurulmuş devlet cihazlarından biridir. Tanzimatçılar tiyatroya ‘mekteb-i edeb’ derler, köklü halk tiyatrolarımız olan Karagöz, ortaoyunu ve meddahlığı küçümserlerdi.
Aydınlar başından beri tiyatroyu bütün meselelerimizi hâlledecek mucizeli bir formül, sihirli bir anahtar olarak görmüşlerdir. Bu formülü yahut anahtarı bize Antoinelar, Carl Ebertler verecek, kapıları kolayca açıp Avrupa’nın ‘ışıklı’ dünyasına zahmetsizce girecektik. Tiyatroda da, sinemada da hiçbir zaman yerli bir dil aramak gibi bir kaygı taşımayan Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Âdâbı, diktatörlüğün aydın despotizmi olarak tiyatrodaki görünüşüydü; ‘eğlence yeri’ değil, ‘büyüklerin mektebi’ olan tiyatroya en temiz elbiselerinizi giyip gidecek, gürültüsüzce oturacak, ‘Perdenin açılacağını ihbar eden işaretten sonra, perde kapanıncaya kadar artık bir kelime bile konuşma­dan’ seyredecek, ister beğenin ister beğenmeyin, alkışlayacaktınız. Göreviniz bu idi. Beğendiğinizi istediğiniz kadar gösterebilirdiniz; beğenmediğinizi ifade etmeniz yasaktı. Çünkü ‘Bir milletin bilgi ve anlayış seviyesi sanat eserlerine ve sanatkârlarına gösterdiği alâka ile ölçülür’dü. Halk cahil olduğuna göre, kendisine sunulanı beğenmekten başka yolu yoktu.
Tiyatrocular, köprülerin altından çok suların aktığını kabul etmek zorundadırlar.”
Aynı konuda Mümtaz’er Türköne de şöyle çıkarıyor dilinin altındaki baklayı: “Türkiye’nin eski elitleri miadını doldurdu. Yeni elitler artık onların ayrıcalıklarına, dokunulmazlıklarına ve belki de en önemlisi arpalıklarına son veriyor. ‘Muhafazakâr sanat’ tartışması da, bu elit değişiminin sonuçlarından biri. Yeni elitler kendi estetik dünyalarını inşa ediyor. ‘Sanat devrimci midir, muhafazakâr mı?’ ikileminin bu sınıfsal değişim karşısında hiçbir anlamı yok. Asıl soru: Türkiye’nin yeni elitleri kim? Sanat eninde sonunda kendi içinde rekabet edecek. Yeni elitlerin estetik ihtiyaçlarını karşılamak için seferber olacak. Ortaya çıkan sonuç da, muhafazakâr elitlerin tercih ettiği sanat olacak…”
Esasında AKP’liler şöyle düşünüyorlar: Medyayı dize getirdik... Ekonomiyi biz yönlendiriyoruz… Dünyaya nizam veriyoruz… Polis tamam, yargı tamam, asker tamam... Üniversitelere egemeniz... Çankaya bizde, hükümet bizde, Meclis bizde... Gündemi biz belirliyoruz… Tarihi yeniden biz yazıyoruz…Ve fakat... Sıra tiyatroya gelince... İşte orada yokuz. Ne iş?
Durum, tamı tamına bu ve böyle…
Aslı sorulursa, İstanbul Şehir Tiyatroları eksenli çekişmenin tarafları “sanatçı” ile “idareci” gibi görünse de aslında çatışan, “özgürlük” ile “sansür”dür.
“Hayat bir tiyatro, tiyatro ise gerçek hayat” ise zorlu soru şudur:
Sahnede gerçek hayatın ne kadarını görmek istiyoruz?
AKP, şimdi bize tek parti Türkiye’sinin cevabını veriyor: “Hiç!”
Özetin, özeti “Muhafazakâr kültür ve sanat diye tabir edilen şeyin, şimdiye kadar sürdüğü gibi, bir tür ‘paralel bir toplum’da sessiz sedasız yürütülen sosyal bir faaliyet olmaktan çıkarılarak siyasal programın bir parçası mertebesine yükselmesi ve ana akım hâline getirilmesi amaçlanıyor.”[10]


TİYATRO NEYE YARAR? VEYA BARIŞ VE TİYATRO!


Antikçağlardan itibaren tiyatro daima açılım, diyalog, eleştirel bir düşünce mabedi olmuş... AKP’nin tiyatroyu hedefe koyması boşa değil!
Engin Alkan’ın deyişiyle, “Tiyatro varoluşu gereği politiktir ama tiyatronun mücadele ettiği şey bağnazlık, gericilik ve özgürlükleri kısıtlayan her türlü tavır ve refleksle mücadeledir. Tiyatro haksızlıkları görür, toplumu kendi bilinçaltı ile yüzleştirip ve tarih içinde toplumun aydınlanmasında katkıda bulunur. Bunun için bu politik bir tavırdır.”
Kolay mı? Tiyatro, hem sanattır, hem edebiyattır hem de politikadır. Çünkü insanı yansıtır. Hem gerçektir hem de sanal. Tiyatro hem insanın, yaşamın kendisidir hem de insanın, yaşamın kendisi değildir. Bu nedenle de ölümsüzdür!
Tam bu noktada Muhsin Ertuğrul’un sözlerine kulak kabartmak gerektiğini düşünüyorum:
“Kuruldukları günden bu yana tiyatrolar hürriyetlerini, özgürlüklerini muhafaza etmişlerdir. Çünkü tiyatro, Aristophanes zamanından beri topluma önderlik eder, devleti hükümeti idare edenleri denetler. Her konuda yol gösterir. Görevi, gerçeği, güzeli, iyiyi tanıtmaktır. Hiçbir devirde tiyatro, bu hükümet dışı eleştirme, denetleme yönünü kaybetmemiştir. En koyu istibdat altında bile tiyatro, her yerde, her zaman hürriyetini korumuştur. Önce bilinmesi gereken şey şudur: Tiyatro, hükümetlerin üstünde bir kurumdur. Toplum ona ancak ‘hürriyet’i, özgür çalışması için ödenek verir.
Şehir meclisi üyelerinden birkaçı, eğer tiyatroyu özel çiftlikleri, sanatçılarını da parayla tutulmuş kâhyaları sanıyorlarsa, uyansınlar. Bu tiyatro sanatçılarındır. Belediyeyle ilgisi, şehirliden vergiyi belediye topladığı ve tiyatro toplumun hizmetinde olduğu, bu vergiden payına düşeni belediye kanalıyla aldığı içindir. Tiyatro; hükümetlerin veya belediyelerin lütfuyla yaşayan bir arpalık değildir. Aldığı ödenek; topluma verdiği yüksek ruh ziyafetinin, seyirciye yaptığı eğitim ve kültür görevinin karşılığıdır.”[11]
Tam da bunlardan ötürü, hem sanat, hem edebiyat, hem de politika olan “Tiyatro neye yarar?” sorusuna verilebilecek yanıt: “Barışa, kardeşliğe, eşitliğe, özgürlüğe, adalete ve başkaldırıya”dır…
Bir an hatırlayın: Emperyalist-kapitalizmin eseri olan I. ve II. Dünya Savaşı tiyatrocuları öylesine düş kırıklığına uğratmıştır ki, ‘Dünya Tiyatro Günü’ bildirileriyle insanlığı sürekli olarak uyarmayı görev bilmişlerdir.
Örneğin 1967 yılı bildirisinde, Bertolt Brecht’in eşi ve ‘Berliner Ensemble’ın ünlü oyuncusu Helena Weigel, “tiyatro ve tiyatroya yakın sanatların, insan topluluklarına karşı üstlerine aldıkları görev ve sorumluluklara yeterince önem vermediğini” vurguladıktan sonra, tartışmasını şöyle sürdürüyordu:
“Bizler, tiyatro insanları, kendimize özgü araçlarla dünyamızı yaşanabilir bir duruma getirmeye çalışıyoruz. Tiyatro ile ilgilenmemizin anlamı, yine ve her zamankinden çok, insana barış dolu bir ‘bugün’ ile insanın insan için yardım, dayanışma kaynağı olacağı dostluk dolu bir gelecek hazırlamaktır.”
Weigel’in “barış” özlemine, Miguel Angel Asturias imzasını taşıyan 1968 yılı bildirisinde “Kardeşi kardeşe öldürten savaşlara, insanın yok edilmesine, ırk kırımına ve insanları ortadan kaldırmanın bir başka biçimi olan ekonomik tıkanıklığa karşı çıkma” çağrısı eklenir. Peter Brook’un yazdığı 1969 yılı bildirisinde ise tiyatronun ilerici-devrimci niteliği vurgulanmaktadır.
Tiyatronun ilerici gücünün devlet gücüyle bastırılmaya kalkışılması Eugene Ionesco tarafından -1976 bildirisinde- şöyle eleştiriliyor: “Politikanın kuruntulu, temelsiz düşünceli kimseleri, tiyatroyu ellerine geçirmek ve onu kendi amaçları için araç gibi kullanmak istemişlerdir. (...) Toplumun yapma bir üstün kuruluşudur devlet. Toplum değildir.(...) Politika adamları tiyatro sanatının hizmetinde olmalıdırlar. Bütün çabaları, tiyatro sanatının özgür gelişmesini sağlamak olmalıdır.”
Bertolt Brecht, Dünya Tiyatro Günü oluşturulmadan önce ölmüştü. Bu nedenle bir tiyatro bildirisi yok. Ancak Helena Weigel 1967 yılındaki bildirisinde Brecht’in sözlerine de yer veriyor. Tiyatro yoluyla dünyayı onarma adına, tüm sanat insanlarının yapması gereken -emekçi sınıfından yana- bir “seçim”den söz ediyor Brecht: “Sanat da seçimini yapmalıdır. Sanat ya körü körüne bir inanışla kaderini bir azınlığa bağlar ve onun aracı olur ya da çoğunluğun tarafına geçerek kaderini ona bağlar. Ya insanları düşlere sürükler ve onları uyutur, bilgisizliği arttırır ya da insanları gerçeklere yöneltip bilgiyi çoğaltır. Ya yıkıcı yanları ağır basan güçlere ya da yapıcı ve ilerici güçlere seslenir,” diye…[12]


SANATIN SAFI: EZİLENLERİN BARIŞI(=İSYAN)DIR!


Diyeceklerimi tamamlıyorum…
Sanat, şimdi hemen Suriye’ye yönelik savaş çığırtkanlığının karşına dikilmelidir!
Sanat, Kürecik’teki ABD üssüne “Hayır” demelidir!
Sanat, Kıbrıs’ta kardeşliği savunup, işgale karşı çıkmalıdır!
Sanat, Ahbarik Hrant’ı kurşunlayanları; Sivas’ta, Çorum’da, Maraş’ta Alevileri kavuran yangını çıkaranları; cins ayrımcılığını; kadınlara yönelik ataerkil şiddeti; “iş kazası” denen cinayetleri lanetlemelidir!
Sanat, Bingöl’ün Genç ilçesi Yolaçtı Köyü kırsalında 24 Nisan 2012 gecesi çıkan çatışmada ölen Jandarma Komando Er Sinan Şen’in annesi Maviş Şen’in, Kemerburgaz’daki evlerinde başsağlığına gelen komşularının taziyelerini kabul sırasında, “Ben vatan sağ olsun diyemiyorum. Demeyeceğim, Demem. Bunu herkes duysun” diyen haykırşına ve “Vatan sağ olsun diyorlar. Bitmiyor o yüzden. Niye bizim çocuklarımız gidince vatan sağoluyor?”[13] haklı sorusuna kulak vermelidir!
Sanat, “Kandil’den gelen 7 kişiye ceza yağdı… Mahkeme sanıklara 9 ila 15 yıl arasında ceza verdi…”[14] haberindeki adaletsizliğe itiraz etmelidir!
Sanat, ‘The Economist’in ‘İsyan Günleri’ başlıklı haberindeki, “Yeni protesto dalgası, Türkiye’nin kendi Kürtlerini yatıştırmaktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor,” yorumuna kafa yormalıdır!
Sanat, “Ne söylense sanki duyan yok, gören yok” diye haykıran Yaşar Kemal’in ‘Bu Bir Çağrıdır’ başlığıyla, barış çağrılarını, uyarılarını dillendirdiği saptamalarına kulak vermelidir:
“Ey Türk halkı, Kürt halkı, bu toprakların kültür zenginliği olan bütün halklar, sözüm hepinizedir. Yirmi yıldan fazladır bu ülkede herkesin onuruyla, barış içinde yaşaması için çağrıda bulundum… Bu kardeş kavgasında, binlerce binlerce gencimizi toprağa verdik. Çok kötülük, zulüm oldu. Bu savaş bin yıllık kardeşliğin önünü kesti. Dostluk topraklarına öfke ve kin tohumları serpildi (…) Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde… Ülkenin onuru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir…
“Şu Kürtlerin dilini versek, kültürünün gelişmesine yardımcı olsak ne zararımız olur? (…) Bir de Kürtlere insan haklarını verirsek sonunda bağımsızlık isterler, deniyor. Şimdi Kürtlere insani haklarını vermeden isteyemezler mi? Üstelik insanlık karşısında haklı çıkamazlar mı? (…) Hani Kürt realitesini tanımıştık? Tanımak böyle mi olur? Ülke kan gölüne dönüştürülerek mi olur?”[15]
“Kürt sorunu Türkiye’nin çağdaşlık sorunudur, Kürt sorunu Türkiye’nin demokrasi sorunudur, Türkiye’nin bütünlüğünün korunması gerekir ve bir kardeş kavgasında kazanan olmaz… Türkler de Kürtler de bu savaşın bitmesini istiyor…”
Nihayet sanat, neo-liberal talanın yol açtığı adaletsizliklere, eşitsizliklere başkaldıran Wall Street’i İşgal Et’ direnişçilerinin safında olmalıdır!
Daha ne diyeyim?
Sanat bunlar için değil ise, ne içindir ki?
O hâlde Robert Heinlein’in, “Ne zaman bir hükümet, ya da bir cami/ kilise, kölelerine, ‘Bunu okuyamazsınız, bunu göremezsiniz, bunu bilmeniz yasak’ dese, nedenleri ne kadar kutsal olursa olsun, sonuç zorbalık ve baskıdır. Aklı kandırılmış bir adamı kontrol etmek için çok az bir güç gerekir. Aksine, özgür bir insanı, aklı özgür bir insanı hiçbir kuvvet kontrol edemez. Ne işkence, ne fisyon bombaları, ne de bir başka şey. Özgür bir insanı fethedemezsiniz; yapabileceğiniz tek şey onu öldürmektir”; Luis Buñuel’in, “Alışılmış ahlâka, geleneksel hayallere, duygusalcılığa, toplumun tüm ahlâksal pisliğine karşıyım. Burjuva ahlâkı, benim için ahlâksızlığın ta kendisidir; çünkü ters kurumlar üzerine kuruludur: Din, vatan, aile ve toplumun diğer temel direkleri!” uyarılarını asla “es” geçmeyin!
Bir de Bernard Shaw’ın, “Mâkul kişiler kendilerini dünyaya uyarlarlar. Mâkul olmayanlar ise dünyayı kendilerine uyarlamakta ısrar ederler. Bu nedenle tüm ilerlemeler mâkul olmayan kişiler sayesinde gerçekleşir,” betimlemesiyle; Melisa Gürpınar’ın, ‘Gezintiler’ başlıklı dizelerindeki haykırışı da unutmayın asla:
“Daha dün/ ezberimdeydi/ yanık kuşlar ağıdı./
Haykırdım yol boyunca/ çağırmak için/ açları ve tokları/ barışın sofrasına kendimce./
Neyleyim/ göz gözü görmez oldu/ bir anda,/ boğuldu sesim/ dumanlar arasında.
Yalnızca karaltısı kaldı/ ardında duvarların,/ silahı satanlarla/ aracıların…”
Ve nihayet tüm bunlar tek bir gerçeği muştular: Cehennem, sanatın olmadığı yerdir!


TEMEL DEMİRER


N O T L A R

[1]19 Mayıs 2012 tarihinde, ‘Urla II. Toprak Sahne Tiyatro Festivali’nde yapılan konuşma… İnsancıl Dergisi, Yıl:22, No:266, Eylül 2012…
[2]Charles Baudelaire.
[3]Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Özgür Üniversite Yay., 2011, s.84.
[4]“… ‘Sanatım’ Benim, Güzel Banknotum!”, Birgün, 1 Mayıs 2012, s.2.
[5]“Kürtçe Konuşunca Linç Edildiler”, OzgurlukcuSol, 8 Kasım 2011.
[6]“Kütahya’da Gergin Gece”, Cumhuriyet, 14 Mart 2012, s.5.
[7]Burcu Karakaş, “Avukattan Ermeni Komşuya Tehdit”, Milliyet, 1 Mart 2012.
[8]A. Hicri İzgören, “Sanatçıların Tavrı Cenderede”, Gündem, 16 Şubat 2012, s.15.
[9]“Tiyatroları özelleştireceğiz” sözleri tartışılan Başbakan Erdoğan’ın gençlik yıllarında tiyatro yaptığı ortaya çıktı. ‘Milat’ gazetesi yazarı İsa Tatlıcan’ın iddiasına göre Erdoğan, henüz 23 yaşında Milli Selamet Partisi Gençlik Komisyonu Başkanı’yken ‘Mas-kom-yah’ (Açılımı ‘mason, komünist, Yahudiydi’) adlı bir oyunu yazıp yönetti, oyunda aynı zamanda ‘İyi Evlat’ adı verilen başrolü oynadı. (Yurdagül Şimşek, “Tiyatronun Özelleştirme Modeli Yok”, Radikal, 3 Mayıs 2012, s.35.)
[10]Nuray Sancar, “Muhafazakâr Sanat da Neyin nesi?”, Evrensel Hayat, 22 Nisan 2012, s.8.
[11]Muhsin Ertuğrul, “Perde Açılıyor”, Türk Tiyatrosu, No:364, Ekim 1965, s.1-3.
[12]Ayşegül Yüksel, “Sahneden İnsanlığa Çağrı”, Cumhuriyet, 27 Mart 2012, s.16.
[13]Şahismail Gezici, “Niye Bizim Çocuklarımız Gidince Vatan Sağ Oluyor?”, Milliyet, 26 Nisan 2012, s.19.
[14]“Kandil’den Gelen 7 Kişiye Ceza Yağdı”, Milliyet, 25 Nisan 2012, s.23.
[15]Yaşar Kemal, Bu Bir Çağrıdır, Yapı Kredi Yay., 2011.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder