Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Aralık 2012 Pazartesi

YAVUZ AKÖZEL: Bir Türkiyeli Göçmenin Notları





BİR TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI-I






Yağan yağmuru karanlık gecenin içerisinde dinleyerek Türkiye’ye götürmek için ayırdığım eşyaları çıkış kapısının yanına yığdım. Küçük bir dağ silsilesi oldu. Ufacık arabama sığdırmam gerekli o kadar çok şey var ki! Evi boşalttım, işte bu kalan son eşyalar… Duvarda August Renoir’e ait iki tane tablo var. Onları almıyorum. Benden sonra gelecek kiracılara hediyem olsun… Hem arabamda da yer yok. İster istemez bırakacağım tabloları. ’Aldı‘ adındaki süper marketten almıştım.

Yağmur giderek şiddetlendi. Çam ve gürgen ormanlarının derinliklerinden ıssızlığın kahredici uğultusu, bu yarı boş odanın içerisine adeta doluyor. Her şeyi bir yana bırakıp pencerenin önünde oturup karanlığın dipsiz derinliğini ve bu derinliğe yağan yağmuru gözlemeye dalıyorum. Saat gecenin 01’ini çoktan geçti. Tam 38 yıl Almanya’da göçmen yaşamı sürdürmüşüm. Çocuklarım olmuş, büyümüşler, evlenmişler; onlar çocuk, biz de torun sahibi olmuşuz. Göçmen çocuklar-göçmen torunlar anlayacağınız.

Karşı komşum Sonyalar’ın evinde yine kavga başladı. Holger sağı-solu tekmeleyip bas bas bağırıyor. Sonya’nın iniltili çığlığını duyuyorum; “Yapma! Kırma…” diye çaresizce yalvarıyor… Ardından şangırtı kopuyor. Küçük Steffi’nin hıçkırıklarla karmaşık feryadı  “Mamaaa“ diye karanlıkları yırtıp, yağmurun o gizemli, ürkünç sesiyle vokalleşiyor… Tüylerim diken diken oluyor.

Gözlerime uyku girmiyor… Yere serdiğim ve yatak-yorgan olarak kullandığım battaniyelerin üzerine uzanıp Sonya ve küçük Steffi’nin giderek hafifleşen iç çekişlerini, hıçkırıklarını dinliyorum. Sonra gözlerimi yumup uyumaya çalışıyorum. Bir araba gidiyor… Dağları, azgın nehirleri, sisler içerisinde görüleşen hüzünlü köy ve kasabaları, yüzü gülmeyen memurların beklediği gümrükleri aşıyor. Bir araba gidiyor... gidiyor... Sonu olmayan bir yolmuş gibi… Bir kaçışmış gibi, bir ulaşamamakmış gibi…
Gidiyor, gidiyor...

Uyuyamıyorum.

Kalkıp boş odayı kolaçanlıyorum. Elimi gözlerime siper edip pencereden dışarıdaki zifir karanlığı gözlüyorum. Korkulu bir uğultu ormanların derinliklerinden kopup geliyor ve hüzünle yağan yağmurla adeta bir tümlük oluşturuyor.

Çay suyu koyuyorum ocağa.

Giriş kapısına bantladığım Ozan’ın, Matilda’nın, Ayten ve Nermin’in resimlerine önce uzun uzun bakıyorum… Ozan ve Matilda’yı artık hiç göremeyeceğim duygusuna kapılıyorum. “Elveda” diye fısıldıyorum. Elveda… Elveda... Ellerimi itina ile resimlerin üzerinde gezdiriyorum. Oğlumu ve torunumu seviyorum...  Sonra resimleri söküp evrak çantasına yerleştiriyorum.

Arabayı tıka–basa yükledim. Küçük bir araba, 1998 model VW Polo. Önce bagajın çukur kısmına kitapları yerleştirdim. Bavul yer kaplar diye elbiseleri öylece kitapların üzerine yaydım. Sonra alet-edavatları, kompüter yazıcısını, kaynak makinesini daha bir sürü şey. Araba tıka-basa doldu anlayacağınız. Ataman ağabey 78 yaşında ve birlikte yolculuk yapacağız. Bir bavul da onun var. Araba öylesine dolu ki, artık en ufak bir şey almaya cesaret edemiyorum. 1 Eylül günü, öğlene doğru komşularım Kaut ailesi, İngo ve birlikte yaşadığı arkadaşı Tina, ayaklarının dibinde sessizce dolanıp duran kedileri bana hüzünlü bir ‘veda‘ merasimi hazırlamışlardı. Teker teker sarıldık, Sonya’nın gözleri dolmuştu… Birlikte iyi-kötü günlerimiz oldu. Bay Holger Kaut işsizdi. Ara sıra kaçak işlerde çalıştığı olurdu ama çalışsa da çalışmasa da o sürekli sarhoştu. Kıt kanat geçinirlerdi. Bitişiğimde otururdu. Uyuşturucu da kullanıyordu üstelik. Bazı geceler evi adeta yıkar, kırıp geçirirdi. Bağırtısı, sövmeleri gecenin içerisinde yankılanır, 5 yaşındaki küçük kızı Steffi’nin acı feryatları Holge’nin sövgülerinin, bağırtılarının arasına karışırdı. Arada da karısı Sonja’nın hıçkırıkları karanlık gecenin içerisinde acı bir yankıya dönüşürdü. Bu sesleri dinlerdim. İçim acılarla dolardı. Kapılarına gider “Sonja... Sonja” diye seslenirdim. Kapılarını yumruklardım. Ama Sonja kapıyı açmazdı, açamazdı, yanıt da veremezdi… Ertesi gün “her şey yolunda” diye gülümser, titrek elleriyle omzuma bir ‘dost’ yumruğu sallardı… Ben de küçük Steffi’yi tuttuğum gibi havalara kaldırır, onu kahkahalara boğardım… Sonra… Sonra elinden tutar parka, çocuk bahçesine götürür, gezdirirdim. Salıncağa bindirir, kaydıraçta kaydırırdım. Boğazımı doyuracak kadar gelirim olduğu için de ancak aylığı aldığım zamanlar alışveriş merkezine götürür, ucuzlamış oyuncaklardan, dondurma, çikolata vb. şeyler alırdım. Steffi, benim evimden ayrılmak istemezdi. Kendi başına oynar, boyalı kalemlerle bana güzel resimler çizerdi. Sonra bu resimleri kapıya, duvarlara bantlardı. Bazen de saklambaç oynardık. Çok hoşlanırdı saklambaç oynamaktan.

Diğer komşum Ingo… 30 yaş civarında ve o da işsiz takımından... İş ve İşçi Bulma Kurumuna(Arbeitsamt)  defalarca gitmiş, onu aracı firmaya(Leihfirmen) havale etmişler. Aracı firma 6-7 euro saat ücretiyle en ağır işlerde çalıştırmak üzere oraya-buraya gönderiyor. İngo kabul etmiyor bu acımasız sömürüyü, çalışmıyor! Metal-hurda topluyor, onları götürüp satarak geçimini temin etmeye çalışıyor; kaçak iş bulduğu zamanlar da gidip kaçak çalışıyor. Ama Ingo uçan kuşa borçlu olduğu için kimseye kapısını açmaz. Polisler, çantalı memurlar gelip boşuna kapısını çalar, pencerelerini dinler, bir ses almaya çalışırlar. Ingo'dan ve bayan arkadaşı Tina’dan ses çıkmaz, ev bir gömüt sessizliğindedir. Ümitleri kesilen memurlar, serseriler(penner) boşuna dakikalarca bekledikten sonra çekip giderler. Bazen bana rastlayıp Ingo'yu sorarlar... “Hiç görmedim” diye yanıt verir, saklanan Ingo’ya bir nebze de olsa yardımcı olurum.

Pennerler'in neden aradıklarını az çok bilirim. Ingo onlardan kesinlikle veresiye uyuşturucu almıştır. Uyuşturucuyu çekip tüm gün boyu uyur, el-ayak çekildikten ve artık onu rahatsız edecek bir tehlikenin kalmadığına emin olduktan sonra yani gece yarısına doğru, cep telefonuyla arkadaşlarını çağırır, evden kadınlı-erkekli kahkaha sesleri yükselmeye başlar. Metal müziğin sersemletici ritmi gecenin içerisinde rahatsızlık verici boyutlarda yankılandığı zaman evlerine gidip pencereden kafamı uzatır, bağırtılı-çağırtılı sarhoş olmuş kalabalığı müziği kısmaları için ikna etmeye çalışırım. Hani ikna da olurlar. Çünkü beni çok severler! Onların biricik ‘opa’larıyımdır(Büyük babalarıyımdır). Steffi bana “Opa opa!” dediği için adım ‘opa’ olarak kaldı. Müziğin sesini kısarlar, bana gece yarısından sonra bira ikram ederler. Bazen içerim de hatırları kalmasın diye… İyice sarhoş olmuş gençler arasında yok yerden kavga çıktığı da olur. Gecenin derinliklerinde yankılanan metal müziğinin yerini bu kez çığlıklar, bağırışlar, küfürler, kadın ağlayışları doldurur. İş yine bana düşer… Her neyse...

Hüzünlü oldu ayrılık… Ardım sıra su dökmediler ama Steffi’nin küçücük elleriyle ardım sıra salladığı el, annesinin gözlerinden usulca akan gizlenmiş gözyaşları beni can evimden vurdu… Belki de bir daha oralara hiç geri dönmemek üzere yola çıkmıştım. Arabanın gazına iyice yüklendim. Biran önce uzaklaşmak, uzaklaşmak… Bir şeyleri orada bırakarak uzaklaşmak…

Yeni taşınan yaşlı Alman Bayan Renate’nin sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Yalnızlığımdan kaçıyorum ama o beni her kaçtığım yerde gelip yakalıyor...”

Gaza iyice yükleniyorum yeniden… Araba Ördekli parkın(Kurpark) yanından hışımla, son sürat geçip Giessen’e doğru kıvrılıyor. Bir şeyleri bir yerlerde bırakmak... Gaza daha da yükleniyorum. Araba bas bas bağırıyor! Bu olanaklı mı acaba? Kederi ve yalnızlığımızı, bu çekilen acıları, bu gözyaşlarını, bu sefaletimizi, acımasızlıkları, cehaletimizi, ihanetlerimizi bir yerlerde bırakmak…

Gaza iyice yükleniyorum.

Sonra uzaktan Giessen görünüyor.

Sonra kalabalık caddeler, koşuşan insanlar, vızır vızır arabalar.

Sonra Krofdorf’un görkemli kalesi ve Ataman Abilerin evi...


  
   Giessen(Krofdorf-Gleiberg)


Arabayı caddenin kenarında park edip evin bahçe kapısından girdim. Tam Türkiye’nin gecekondularına özgü bir samimiyet, iç rahatlığı, ferahlık beni karşıladı. Evin avlusunda teneke kutu, kırık saksılarda gülümseyen boy boy sardunya, sarmaşık, ortanca, kırmızılı-pembeli güller, yılbaşı çiçekleri, begonya, hercai menekşe, zambak, sümbül, melisa çiçeği(oğul otu), Bad Endbachtan yüklendiğim tüm acı ve isyanları bir çırpıda sildi süpürdü. İçimde coşkulu bir çağlayanın ritimle akmaya başladığını duyumsadım.  Garajın yan tarafındaki bahçede mürdüm eriği, kiraz, armut, ceviz, incir ağacı ve çardaktan sallanan salkım saçak üzümler bana çok eski zamanlarımı, çocukluk yıllarımın o özlenen anlarını çağrımlaştırıyordu. Bahçenin en çok güneş alan arka kısmında kıvırcıklar, karnabaharlar, domates ve patlıcanlar eşsiz bir şöleni sergiliyordu. Türkiye gibi bir yerdi burası, Türkiye gibi sıcacık, sevimli bir yer!.. Evin garaj bölümü oldukça dağınık, alet-edevat, hurdalarla doluydu. Yine hurdaya dönmüş küçük bir televizyondan Türk bayan spiker bir şeyler konuşuyordu.

Yağmur yağmıyordu. Güneş bulutların arasından başını uzatmış göz kırpıp duruyordu. Sırtımda beni rahatlatan bir sıcaklık duydum. İzmir’in varoşlarında, gecekondumuzdaymışım gibi bir duygu içimi doldurdu. Bazı saksıların üzerinde güneş enerjisiyle çalışan(Çin malı olsa gerek)rengârenk kelebekler, çakılı sopalarının etrafında uçuşup duruyorlardı. Her şey Türkiye’ydi burada. İzmir’deki kenar mahallem gibiydi…

Seslendim…

Bekliyorlarmış...

Kahvaltı sofrası kurulmuş, çay demlenmişti…

Uzun sürmedi. ’Yolcu yolunda gerek’ti. Tıka basa dolu eşyaların üzerine Ataman Abi’nin valizini de yükledikten sonra sıra vedalaşmaya geldi.

Saniye hanım ayrılırken Ataman Abi’ye kendini öptürmedi.

“Öyle yağması yok tekrar geri gelmen gerek” dedi, “Öpersem geri gelmezsin, yollarda, oralarda-buralarda kalırsın.”

‘Ölümü’ anlatmak istiyordu sanırım. Tekrar buluşamamaları, kavuşamamaları...

Batıl düşünceleri önemsemem ama arabaya yüklediğim yükten defalarca ağır basıyordu bu batıl düşüncedeki sevgi. O ağır yükü bu küçük araba imkânsız taşıyamazdı.

Gaza bastım yeniden.

Önce Krofdorf, sonra da Giessen kenti giderek gözden yitti.

Ataman Ağabey bir naneli şeker uzattı bana.




YAVUZ AKÖZEL

25.12.2012/ Urla



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder