Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ocak 2013 Perşembe

TEMEL DEMİRER: Yazmak -Nihai Kertede- Eylemdir






YAZMAK -NİHAİ KERTEDE- EYLEMDİR[*]




“Hepimiz deli doğarız.
Bazılarımız deli kalırız.”[1]

“Qelem zimanê aqil e/ Kalem aklın dilidir,”der Miguel de Cervantes… Çok doğru.
Ancak Firdevsi’nin, “Ham düşünceleri, ancak akıl pişirir,” sözünü eklersek doğru daha da güçlenir.
Tabii, yazmanın bir eylem olduğunu asla ve kesinlikle unutmadan…
Evet, evet tam da böyle…
“O da neden” mi?
“Yazmak, nihai kertede eylemdir,” derdi bir dostum çok eskilerde...
Hiç unutmadım bu saptamayı. “Yazmak, nihai kertede eylemdi”; “11. Tez”in vaz’ettiği üzere hayatı estetize eden eylemin önünü açmaktı.
İçinden debelendiğimiz “Uygarlık Krizi” veya sürdürülemez kapitalizm koşullarında başka bir anlamı olamazdı yazmak eyleminin…
Olmamalıydı da… Cemal Süreya’nın, “Biz kırıldık daha da kırılırız/ Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza,” diye betimlediği koordinatlarda!
* * * * *
Dünyayı kavrayıp, kavramakla da sınırlanmayarak, değiştirmekten yana olan yazmak eylemi; F. Bacon’un, “Okumak bir insanı doldurur. İnsanlarla konuşmak hazırlar. Yazmak ise olgunlaştırır,” saptaması unutulmadan; postmodern müdahalenin bilgileri kolaj bir hâle getirirken, insanî iradeyi de hiçleştirdiği anımsanmalıdır.
Bu açmaz Slavoj Zizek’in, “Gerçek tarafından alt üst edilen özne, kendisinin ve dünyasının güçsüz bir seyircisine dönüşür,”[2] diye tarif ettiği olumsuzluktur.
Aşılması gereken tam da bu olumsuzluktur; ve organik aydının, olması gereken akademi ve akademisyenin, yazmak eyleminin, ne yapması gerektiğinin altını çizer sanki…
* * * * *
Gerçekten de Ahmed Arif’in, “Öyle yıkma kendini,/ Öyle mahzun, öyle garip.../ Nerede olursan ol,/ İçerde, dışarda, derste, sırada,/ Yürü üstüne - üstüne,/ Tükür yüzüne celladın,/ Fırsatçının, fesatçının, hayının.../ Dayan kitap ile,/ Dayan iş ile./ Tırnak ile, diş ile,/ Umut ile, sevda ile, düş ile/ Dayan rüsva etme beni...
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,/ Namuslu, genç ellerinle./ Kızlarım,/ Oğullarım var gelecekte,/ Her biri vazgeçilmez cihan parçası./ Kaç bin yıllık hasretimin koncası,/ Gözlerinden,/ Gözlerinden öperim,/ Bir umudum sende,/ Anlıyor musun?” dizelerindeki kararlılığın praksisine her zamankinden daha da çok muhtaç olduğumuz verili koordinatlarda; Arundhati Roy’un, “Havada faşizmin kokusu var,” saptaması kulaklara küpe edilmelidir.
Gerçekten de Roy’un altını çizdiği gericilik dalgası tüm azametiyle üzerimize gelirken; “insan olmak”; “insan kalmak”; “aşka ve hayata” inanmak; “isyandan ve insan(lık)tan vazgeçmemek”; “zalime öfke duymak”; “eşkıyanın dünyaya hükümdar olmayacağından kuşkusuz olmak” çok önemliyken; yazmak eylemi de bu ihtiyaçların altını çizmekle mükelleftir.
“Yazmak” deyip geçmeyin sakın ola…
* * * * *
“Yazmak” mı dediniz?
“Zaman zaman patlayan, yaralayan, fışkıran, içimizden iniltiler, yaşlar ve beddualar koparan sayfalar okuyorsak, bilin ki bu sayfalar sırtı duvara yaslanmış, tek savunması sözcükler olan biri tarafından yazılmıştır,” der Henry Miller…
Kolayca yazılmış hiçbir şey, yazılmış sayılmaz…
Her zaman yazılabilen hiçbir şey, “yazmak” olarak addedilemez…
“Yazarlıktan” mı söz ettiniz?
“Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgin kalmış bir tek büyük yazar göstermek kuşkusuz güç olacaktır. Yansız olunduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olunamaz. Bana gelince, ben kesinlikle yan tutmayı yeğlerim,” der Nâzım Hikmet…
Karl Marx, “Yazar yaşayabilmek ve yazabilmek için para kazanmalıdır; ama asla para kazanmak için yaşamamalı ve yazmamalıdır”; Bertolt Brecht, “Yazarlar, hükümetlerin savaş yaptıkları kadar hızlı yazamazlar, çünkü yazmak düşünmeyi gerektirir,” diye eklerler…
 “Yazar soyluluğu, baskıya direnmek ve yalnızlığa boyun eğmektir,” notunu düşer Albert Camus…
Yani çağı hakkında yazan, bütün çağlar hakkında yazmış olur…
“Edebiyat nedir” mi?
Albert Camus’nün, “Edebiyat olan her yerde, umut vardır,” diye betimlediğidir…
Veya A. Hamdi Tanpınar’ın, “Her şey edebiyatı sevmekle başlar,” dediği…
“Roman neye yarar” mı?
“Romancılık anlayışım nettir; uyarıcı, eğitici, ileri itici ve yükseltici, yani insanın içindeki iyiliği ortaya çıkaran yazarlıktaki amacım; yalnızca tanıklık etmek değil, yaşanan değişimi yansıtmak, ama bu kadar değil değişimi çözümlemek ve sonuç çıkarmak, ışık tutmak; ısıtarak kavratarak kabul ettirerek okuru etkilemek,” der Fakir Baykurt…
“Roman dediğin, bir uzun yol üzerinde dolaştırılan bir aynadır,” notunu düşer Stendhal…
O hâlde sözü Ferit Edgü’nün “Ders Notları” bırakalım:
“Düş yoksa yazınsal yaratıcılık da yoktur.”
“Yalnızca yazılan vardır. O da, artık, yazana ait değildir.”[3]
* * * * *
Yazmak; Oktay Rıfat’ın, “Köşe başını tutan leylak kokusu/ Yakamı bırak da gideyim,” dizelerindeki hercai/ sergüzeşt içtenliğiyle dünyayı değiştirme eyleminin önünü açıyorsa yazmaktır…
Yazmak; Necati Cumalı’nın “Güzel olan bu kubbede esen rüzgâr/ Güzel olan cesurların çılgınlıkları/ Gönüllerin macerasıdır,” mısralarındaki ele avuca sığmayan delişmenliğinin devrimci romantizmiyse yazmaktır…
Tam da bunun için Parag Khanna’nın, “Yeni Ortaçağa hoş geldiniz,”[4] diye betimlediği koordinatlarda (yerküre yeniye gebeyken) yazmak eylemi; Eric Hobsbawm’ın ‘How To Change The World/ Dünya Nasıl Değiştirilir?’ başlıklı yapıtındaki, “XXI. asırda yeni bir sistem doğacak,” saptamasına kulak vermeli; başkaldıranların yer tutulmalıdır.
* * * * *
Kolay mı? Her hafta 3.5 milyon kişi “şans” oyunlarına sarıldığı, resmî bahis liglerinde dünya üçüncülüğüne yükselen coğrafyamızda yazmak, umutsuzluğa inat/ umuda mündemiç bir eylem olmak veya olmamakla özdeştir…
Çünkü yazmak eylemi, ya dünyaya verilen yanıttır ya da hiç!
Aslında, “kilit mesele” budur; “olmak ya da olmamak” gibi…
Kolay mı? Sürdürülemez kapitalizmin egemenliğinde, insan kendisi değildir; yani insan olmaktan da çık(artıl)mıştır; yabancılaşma ile dikte edilene dönüştürülmüştür!
Bu noktada da yazmak sıfatına layık bir edim veya böylesine anılmayı hak eden; yabancılaşmayı aşacak sorgulamayı insan(lık)ın gündem maddesi yapandır…
Kaldı ki F. Kafka’nın, edebiyatın işlevinin “Hep yeni sorulara zemin hazırlamak” olduğuna ilişkin vurgusu da bunun altını çizmektedir…
* * * * *
Bu çerçevede yazarlık, yaşamı estetize eden yazmak eyleminden başka bir şey değildir…
Çünkü J. Paul Sartre’ın ifadesiyle, “Bir ülkede halkın ayağı çıplaksa yazarın görevi ona ayakkabı yapmaktır,” sorumluluğundan feyz alan yazarı  insan yapan da “imkânsızlıkla uğraşması”dır.
William Easterly’in deyişiyle, “Beatles’ın müziğinin, John Lennon’ın temsil ettiği onurlu ‘ünlü muhalif’ geleneği(nin), iktidarın ahlâki hatalarını eleştirmekten itinayla kaçan U2’dan Bono yüzünden yerlebir oldu”ğu[5] post-modern zamanlarda bu asla kolay değildir…
Ancak insanı insanlaştıran da böylesine bir imkânsızı istemek değil midir?
* * * * *
Bu da; Leonardo da Vinci’nin, “Saper vedere/ Görmeyi bilmek” uyarısına sırt dönmeyenler için mümkündür…
Yeter ki yazmak eyleminin, “niçin ve nasıl”ın ortaya dökülmesi olduğu “es” geçilmesin…
Unutmayın; hatırlayın ve hatırlatın: Bir kültürel olgu olarak yazmak eyleminin dili; o kültürün de kurucu öğelerindendir ve Stanislaw W. Lec’in işaret ettiği üzere, “Dil elden uzundur…”
* * * * *
Kurmak/ yıkmak; yıkmakla, yaratıcı eleştiriyle, itirazla başlar…
Immanuel Kant’ın, “Bizim çağımız, özellikle bir kritisizm çağıdır ve her şey kritisizme tabi tutulmalıdır. Din kutsallığı ve yasa koyuculuk yüce makamı sayesinde kendisini bundan muaf tutmaya çalışabilir. Ama böylece şüphe uyandırmaktan başka bir şey yapmış olmazlar ve aklın sadece özgür ve açık bir incelemenin sınamasından geçmeyi başarabilenlere bahşettiği gerçek saygınlığı asla talep edemezler”; Reinhart Koselleck’in, “Kritisizm bir yargılama sanatıdır. (...) kritisizm sürecinde doğru yanlıştan, gerçek sahteden, güzel çirkinden, haklı haksızdan ayrılır,”[6] sözlerini unutmaz…
Çünkü yıkıcı olmayan hiçbir yaratı yoktur, olamaz da!
Yaratıcı-yıkıcılık olarak yazmak eylemi, bu bağlamda ele alınırken; ideolojik niteliği de göz ardı edilmemeli; yani “tumturaklı laflar”, bu gerçeği asla gölgelememelidir!
Yazmak konusundaki “tumturaklı laflar” dedim! “Nasıl” mı?
Mesela Mehmed Niyazi’nin, “Bazılarınca sanat eserinin varlığından başka gayesi de olmalıdır; bu, topluma hizmettir. Bazılarına göre ise topluma faydalı olmak, en fazla sanat eserinin sonuçlarından biri olabilir; fakat amacı asla değildir. Çok kullanılmasına rağmen şu tespit aşınmamıştır; sanat güzelin peşindedir. Roman da sanat olduğu için gayesi güzeli aramaktır. Tabii bu kabul, ‘güzel nedir?’ sorusunu karşımıza çıkarır. Güzel, görece bir kavram olmakla beraber, özelliğinde iki unsur yer alır; ahenkli ve anlamlı olmak,” laflarındaki üzere!
Oysa aynı konuda Jose Ortega y Gasset, ‘Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler’ başlıklı yapıtında, “Kimi dostlarımdan, özellikle de bazı genç yazarlardan bir roman yazmakta olduklarını işittiğimde, bunu nasıl olup da sakin bir ses tonuyla söylediklerine pek şaşıyor, onların yerinde olsam tir tir titrerdim diye düşünüyorum. O sükunetin altında büyük çaplı bir bilinçsizliğin yattığından kuşkulanıyorum,”[7] diye haykırırken; yazmak eyleminin ne olduğunu hatırlatır (O. Pamuk ile E. Şafak da dahil) herkese…
Altını özenle çizeyim: “Roman artık Batı’da pazarlanabilir bir meta hâline geldiği için pazara, yani talebe uygun mal üretecek yazarlar da arttı. Ama bunun için bir bedel ödemek zorundayız, tercüme edilmenin şartnamesi açık; yazdıklarınızda toplumsallığı olan insan olmamalı, yazarken oryantalizmi unutmayın! Batı, Afrika’ya dünyanın hayvanat bahçesi diye bakar, bize de masalsı bir doğu ülkesinin insanları olarak bakıyor”ken;[8] bu durum da klasiklerden bugüne romana (O. Pamuk ile E. Şafak’gillerce) yaşatılan trajedinin ta kendisidir…
* * * * *
Siz boş verin, yazmak babındaki asılsız “iddialar”a ya da bunun veciz bir örneği olarak Semih Gümüş’ün şu saptamalarına:
“Bugün belki yeni ve yenilikçi arayışlar içinde pek görünmese de, kendini yenileyen ve niteliği yüksekte tutan ve olgun bir dille yazılmış metinlerin çoğunlukta olduğu bir edebiyatımız var… 1980’lerden hemen sonra öne çıkan ilk kuşak, ilk romancıları Orhan Pamuk, Latife Tekin ve Mehmet Eroğlu ile… 1980’lerden ve 1990’lardan sonraki kuşaklara yöneltilen eleştiriler ne olursa olsun, bu dönemlerde yazılanlar, edebiyatımızın geleneksel bağlarından kurtulmasına, bağımsızlaşmasına önemli katkılarda bulundu.”[9]
Gerçekte böyle mi?
Veya 1980’lerden ve 1990’lara uzanan “küfür edebiyatı” konusunda Ahmet Yıldırım’ın şu saptamalarında itiraz edilecek bir şey olabilir mi?
“ABD’de kurs gören Türk subaylara karşıyız. Peki ABD’de kurs gören Türk yazarlara ne kadar karşıyız?..
12 Eylül 1980 kültür komuta konseyi: Ahmet Altan-Latife Tekin-Orhan Pamuk...
Kenan Evren-Turgut Özal-Orhan Pamuk üçlüsü!..
ABD’de eğitilen Türk subaylar! ABD’de kurs gören Türk yazarlar!..”[10]
* * * * *
“Merak edilir: Edebiyat, 12 Eylül acılarının sesi olabildi mi, yoksa alanı terk mi etti? Bu soru 12 Mart’ta da aynı dozda sorulmuştu. Önce şu var: Edebiyat, sözgelimi siyaset ya da tarih gibi, doğrudan işlevler taşımaz, doğrudan ve somut sonuçlar da üretmez. Öteki alanların kendiliğinden yararcı doğası içinden sorulan bu soru, edebiyatı yalnızca köşeye sıkıştırır,”[11] maruzatına sarılan postmodernlerin, “Edebiyat ile siyaset arasındaki ilişkinin abecesi değişmedi aslında: yaratıcı yazar, en iyisini kendisi için yaparken, yaptığı aynı zamanda toplumsal ya da siyasal bakımdan da en anlamlısıdır…”[12]
“Siyasal edebiyat kavramı, toplumsal hayatı sürükleyip götüren ve kuşkusuz herkes için her durumda haklılığından kuşku duyulmayan amaçları öne koşar. Peki edebiyat nerede kalır?”[13]
“Edebiyatı ikide bir gerçekle sınayan kalıp ustaları, acaba gerçeğin de edebiyatla sınanması gerekebileceğini düşünüyor mu?”[14] türünden sudan-sabundan “gerekçeleri”ne aldırmayın!
* * * * *
Kim ne derse desin: Yazmak bir duruştur; birileriyle yan yana olup, birilerini de karşınıza almaktır.
Bu gerçeği, “Yazmak başkasının yerine geçmek, yerini tutmak değil mi?”[15] türünden bireyselleştiremeyiz!
Veya “Sözcüklerin hakikâte götüreceğini düşünmek, edebiyatın gerçekliğine daha uygundur,”[16] biçiminde edebiyatı asosyalleştiremeyiz!
Bu noktada Julio Cortázar’ın, “Yazarak dikkatimi boşluğa düşmekten kurtarıyorum; başka bir eylem ya da toparlama yolu bilmiyorum,”[17] uyarısının altını çizerek; yazmak eyleminin dünyayı değiştirenlerin eleştirisi olmakla mükellef olduğu unutulmamalıdır.
Geçerken eleştirinin anlamın kavranmasını amaçladığını ve insan bilincini belirleyenin, toplumsalın içinde var olan ideolojiler olduğunu belirteyim.
Bu ideoloji parçalarının büyük çoğunluğu egemen sistem tarafından kullanılır. Egemen güçler sınıf ve kimlik bilincinin uyanmaması için işine yarayacak ideolojileri destekler; bunları elinde bulundurduğu araçlar vasıtasıyla insanların zihinlerine yerleştirir. Bunun sonucunda ezilen sınıfların üyeleri egemen ideolojiyi benimsedikleri için kendi sınıf ve kimliklerinin yabancısı olurlar.
İdeolojinin alt yapı ile birebir ilişkisi yoktur. Özellikle bu ezilen sınıflar için geçerlidir. Ne bir işçi her zaman devrimci olur ne de bir burjuva her zaman devrim karşıtıdır. Ancak yine de belirtelim ki bir toplumda egemen düşünce iktidardaki sınıfın düşüncesidir. Dolayısıyla yazar da içinde bulunduğu koşulların bir üretimidir. Yarattığı eserlere de kendi bilincini doğal olarak taşır. Yaratılan metin bir düşüncenin ürünüdür; düşünce hangi ideolojinin etkisindeyse metinde ağırlıklı olan, belirleyici olanda o ideolojidir…
Eleştiri işi bir dayanak noktasının varlığını gerektirir. Bu eleştirmenin sahip olduğu ideolojik, estetik görüşleriyle belirlenir. Onun bilimsel olup olmamasını da bu belirler. Eğer hedef eleştiriyi gerçekçi bir zemine oturtmaksa onun dayanak noktası da gerçekçi olmalıdır.
* * * * *
Sorarak toparlıyorum…
‘Siyasal İdealler’ başlıklı yapıtında Bertrand Russell’ın, “İnsanın özgürlüğünü, yeteneklerini geliştirecek koşulları sağlamayı amaçlamayan hiçbir dünya görüşünün, ülkünün saygıya değer sayılmayacağı”nı vurguladığı üzere, yazmak eyleminin özgürlükçü dili şiirsel bir nitelik arz eder…
Etrafınıza bakın: Derdi, güzeli ve insan(lık)ı şiirsel dille yazmak olan kaç yazar tanıyorsunuz?
Yazıyı, hayatla kaçı buluşturabiliyor; veya yazıya atfedilen önemle hayata verilen önem ne kadar örtüştürülebiliyor?
Veya kaçı Pablo Neruda’nın, “Bizim gerçekliklerimiz söz konusu olduğunda şiirsel olmayan hiçbir şey yoktur”; Çernişevski’nin, “Sanatçı, gerçeği yalnızca yansıtmaz, onu açıklar ve yargılar. Bunu yaparken de tarafsız kalmaz,” sözlerini anımsıyor?



TEMEL DEMİRER


N O T L A R:

[*] Güney, N:62, Ekim-Kasım-Aralık 2012
[1]Samuel Beckett.
[2]Slavoj Zizek, Sanat ya da Konuşan Kafalar, çev: Mine Yıldırım, Encore Yay., 2009.
[3]Ferit Edgü, Tüm Ders Notları-Deneme, 2. Baskı, YKY, 1999.
[4]Parag Khanna, “Tarih Tekerrürden İbaret: Yeni Ortaçağa Hoş Geldiniz”, The Financial Times, 28 Aralık 2010.
[5]William Easterly, “Bono, John Lennon’ın Kemiklerini Sızlatıyor”, The Washington Post, 10 Aralık 2010.
[6]Reinhart Koselleck, Kritik ve Kriz, Çev: Mustafa Özdemir, Otonom Yay., 2012.
[7]Jose Ortega y Gasset, Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler, Çev: Neyyire Gül Işık, Yapı Kredi Yay., 2012.
[8]Mehmet Eroğlu, “Roman Önemli Bir Toplumsal Eylem Fırsatıdır”, Cumhuriyet Kitap, No:1128, 29 Eylül 2011, s.8-9.
[9]Semih Gümüş, “Nasıl Bir Edebiyatımız Var?”, Radikal Kitap, Yıl: No:591, 13 Temmuz 2012, s.30.
[10]Ahmet Yıldırım, “… ‘12 Eylül Edebiyatı’nın Generalleri Yargılanmayacak mı?”, http://www.anafikir.gen.tr/ahmet-yldrm/241-12-eyluel-edebiyatnn-generalleri-yarglanmayacak-m-ahmet-yldrm.html
[11]Semih Gümüş, “Edebiyatın Hayatımızdaki Yeri”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:578, 13 Nisan 2012, s.18.
[12]Semih Gümüş, “Sanat ve Siyaset İlişkisi”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:573, 9 Mart 2012, s.42.
[13]Semih Gümüş, “Edebiyata Siyasal Sorumluluk Yüklenir mi?”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:580, 27 Nisan 2012, s.30.
[14]Semih Gümüş, “Edebiyat ve Hayat”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:579, 20 Nisan 2012, s.26.
[15]Semih Gümüş, “Nitelikli Edebiyatın Dolaylarında”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:555, 4 Kasım 2011, s.30.
[16]Semih Gümüş, “Eleştiri Nerede Aranmalı?”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:545, 26 Ağustos 2011, s.19.
[17]Julio Cortázar, Andres Fava’nın Güncesi, Çev: Ayşe Nihal Akbulut, Notos Kitap, 2007.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder