Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mart 2013 Pazar

TEMEL DEMİRER: Sanat: Hayat, İnsan Ve Devrim





SANAT: HAYAT, İNSAN VE DEVRİM[1]







“Eğer sanat yararsızsa,
hayat da öyledir.”[2]

“Sanat hayata değil,
izleyiciye ayna tutar.”[3]

“Hayat bir oyundur,
hayat sanattır.”[4]

Net bir formülle ifade edersek: “Sanat = Hayat + İnsan + Devrim” ya da bunların toplamının ötesindeki sonsuzluktur…
* * * * *
Oysa, bugünde… Özcan Yaman’ın, “Sanat, bir yatırım aracı hâline geldi,” dediği bir dünyada… Sanat, egemen yalanın bir paçasıdır; yani “yok”tur…
Veya muhaliftir, başkaldırandır, aşkı ve hayatı savunan isyancıdır…
“Nasıl” mı? “Neden” mi?
Çünkü basit izahıyla, “Sanat ve edebiyat hayatınızı kazanmanın bir yolu değildir. Hayatı dayanılır kılmanın çok insani bir yoludur,” Kurt Vonnegut’un ifadesiyle…
Başka türlüsü, “gerekçe”si ne olursa olsun, “sanat” olarak nitelenmeyi hak etmez, edemez asla ve kesinlikle…
Doğası gereği sanat özgürdür; bunun için sanat satılamaz, boyunduruk altına alınamaz. Tıpkı “McCarthy Enkizisyonu” karşısında John Howard Lawson’un bize öğrettiği gibi!
Hollywood’un en nitelikli yazarlarından Lawson, McCarthy döneminde, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle “Amerika’ya Karşı Çalışmaları” araştıran komitenin karşısına çıkarıldığında okutulmayan bildirisinde, “Yazarlar, sanatçılar, bilim adamları ve eğitimciler, demokrasiden nefret edenlerin ilk hedefleridir. Yazarın demokrasilerde özel bir sorumluluğu vardır, düşünce alışverişini geliştirir. Düşüncelere sınır çizmek ve haberleşmeye sansür koymak amacını güden, bu amaçlarını tutanaklarda da belirten kimselerin saldırısına uğramaktan onur duyuyorum...
Siyasal ve toplumsal görüşlerim çok iyi bilinmektedir. Yaygın bir sanat olarak sinemaya inancım da çok iyi bilinmektedir. Hiçbir zaman, kendilerini diktatör ilan edenlerin, düşünceye sansür koymaya kalkışan Gestapoların ve bu çeşit komitelerin buyruğuna göre yazı yazacak değilim. Söz özgürlüğüm satılık değildir; sizin vereceğiniz tavsiye kartlarıyla iş bulacak kadar alçalmadım,” diye haykırıyordu…
Evet, evet ya böyle ya da başka türlüsü mümkün değil! Hayır, kesinlikle bir şeyi abarttığım falan yok…
İsterseniz Donald Kuspit’in, “Sanat ile para sözcüklerinin birbirinin yerine kullanılır olması ikisinde de yozlaşmış bir şeyler olduğunu gösterir”; Albert Camus’nün, “Dünya açık ve aydınlık olsaydı sanat olmazdı”; Susan Sontag’ın, “Gerçek sanat bizi rahatsız etme yeteneği taşır,” sözlerini anımsayın; bu kadarı bile yeter de artar…
Kolay mı? Plehanov’un, “Sanatın Gerçekle Estetik İlişkileri”nden söz ederken, “Sanat ile Toplumsal Hayat” ilişkilerinin altını defalarca çizdiği bütünsellikten söz ediyorsunuz…
Sanat, döneminin egemen veya başkaldıran ideolojisini yansıtırken; nihai kertede, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, egemen veya ezilen sınıfın saflarındadır…
Bu nedenle hayata mündemiç sanat, insanî değerleri derinleştirirken; insanî devinim ile toplumsal devrimin dayanaklarını oluşturan bir kaldıraç işlevi görür…
* * * * *
Tuncel Kurtiz’in ifadesiyle, “Kuşkusuz sanat, devrim yapmaz. Ama sanatta devrimler yapılabilir”ken; sanat devrimi güçlendirip, toplumsallaştırır ve de insanîleştirir…
Bu yaşamsal özellikleriyle de devrimci sanat gökten düşmez. Kendi değer mirasları üstünde yükselir.
Devrimci gerçekçi sanatın devrimciliği esas anlamıyla insanî değerleri insana ve gerçeğe doğru derinleştirmesinden kaynaklanır.
Doğasındaki avangard özellikleriyle[5]devrimci sanat, nesnelerin, doğanın, toplum gerçekliğinin yalın bir yansısı değildir. Sözünü ettiğim sanatta dile gelen, somutlaşan şey, bütün reel ve ideal, gerçek ve düşünsel ilgileri içinde insandır, evrensel insandır. “Her sanat bütün insanı, onun akla gelebilen en yüksek derecesi olan bütün insanlığı ister,”[6] W. Goethe’nin ifadesiyle…
Bu kapsamda sanatçı sınıflı toplumun ortaya çıkarttığı bir nitelemedir ve problemlidir. Burada önemli olan sanatçının toplumla kurduğu ilişki, yani sanatçının özgürlüğü konusudur. Sanatçı özgür olmalıdır ama bugün mevcut sistemin kullandığı şekliyle bir özgürlük olmasa gerek. Devrimci bir sanat algısıyla yola çıkan bir sanatçı dolaylı olarak diğer alanlarla, yani siyasetle ilişkilenmek zorundadır.
Örneğin konuya ilişkin olarak ‘İnsanlık Durumu’ başlıklı yapıtında Hannah Arendt, “Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir,” vurgusuyla ekler: “Siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün deney alanı eylemdir.”
“Özgürlük yalnızca adalet, iktidar ya da eşitlik gibi siyaset alanının görüngülerinden ve bu alana özgür yığınla meseleden biri değildir; ancak nadiren -bunalım ya da devrim zamanlarında- siyasi eylemin dolaysız amacı hâline gelen özgürlük, gerçekte insanların siyasi bir örgütlenme içerisinde birarada yaşamalarının sebebidir. O olmadan siyasi yaşam diye bir şey anlamsız olurdu. Siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün deney (ve tecrübe) alanı eylemdir.”
“İnsanın canlı olan şeylerle paylaştığı farklılık, onu benzersiz kılar ve bu benzersiz varlıkların (insanların) çoğulluğu paradoksal olarak insani çoğulluğu oluşturur. Konuşma ve eylem, bu benzersiz farklılığı ortaya serer. Bu yolla insanlar basitçe farklı olmak yerine, farklılıklarını açık seçik hâle getirirler. İnsanların birbirlerinin karşısını salt fiziksel nesneler olarak değil, ama insan sıfatıyla çıkma hâlleridir bunlar. Yalın bedeni varoluştan farklı olan bu tezahür inisiyatife, ama açığa çıkarmaktan, göstermekten geri durulması hâlinde insaniliğini sürdüremeyecek bir inisiyatife dayanır. İnsanlar pekala çalışmadan da yaşayabilir, başkalarını kendileri için çalışmaya zorlayabilir ve kendileri en ufak bir şey katmadan dünyadaki şeylerden yararlanmaya ve hoşça vakit geçirmeye karar verebilirler; bir sömürücünün ya da köle sahibinin ve bir asalağın yaşamı haksız ve adaletsiz olabilir ama insani olduğu kesindir. Oysa konuşmanın ve eylemin olmadığı bir yaşam, harfiyyen, yaşarken ölmek demektir. Böyle bir yaşam hâli artık insanlar arasında geçirilmediği için insani yaşam sona ermiş demektir...
Yeni (olan) her zaman, pratik, gündelik hedeflerin nokta-i nazarından kesinlik arzeden istatistiki yasalara ve olasılıklara hayret verici tuhaflık olarak görünür; o nedenle, yeni, daima bir mucize kılığında ortaya çıkar. İnsanın eyleyebilir olması, ondan beklenmedik olanın beklenebilir olması, sonsuz olasılıklardan birini gerçekleştirebilir olması demektir. Böyle bir şey her insanın benzersiz olmasından ötürü mümkündür, öyle ki her doğumla benzersiz birisi dünyaya gelir.”
* * * * *
Sanat, toplumsal yaşamın özel bir alanına; gerçekliğin estetik ve pratik özümlenmesi alanına aittir. Ama bu, ötekilerin yanında ve onlardan ayrı olan bir alan değildir. İnsan(lık)ın gerçekliğe karşı benimsediği estetik tavır, her tür insan etkinliğinde ve insan ilişkilerinin tümünde kendini gösterir.
Estetik alanın çok geniş ve yaygın olmasına rağmen, estetik öğe, asıl sanatta yani edebiyat, müzik, resim ve benzerlerinde bağımlı değil “bağımsız” bir önem taşır.
Bu bağlamda estetik, sanatı inceleyen felsefe dalıdır.
Bilindiği gibi “güzel”i ve onun “ne”liğini sorgulayan estetik, zamansal ve mekânsal anlamda görecelilik gösterirken;elbette sanat ideolojiyle bir ve aynı şey sayılamaz ama ideolojiden de ayrı bir şey olarak görülemez.
Sanatın ayırt edici özelliği, bilgi ve ideoloji öğelerinin estetik bir temele dayanmasıdır. Sanat, gerçek fenomenleri estetik özellikleri ve estetik yasalar uyarınca, estetik kategoriler aracılığıyla ve estetik ideale yönelik olarak yeniden üretir ve değerlendirir.
* * * * *
“Hiçbir sanatsal yaratı(nın) boşlukta üretilmediği”ni[7]unutmadan; sadece “Seyirlik değil, üzerinde yol alınan sanat”a[8]muhtacız…
Bu yetmez; aynı zamanda sanatın sürekli bir dönüşüm hâlinde olduğunu da göz ardı etmemeliyiz…
Bir de sanatın öne çıkardığı şeyin “anlama” olduğunu “es” geçmemeliyiz…
Nihayet unutmamalıyız ki, Ortaçağ’ın büyük kara deliğinin içinden insan onuru gibi bir ışık da çıkar. Bunun gelişiminde sanat önemli bir görev üstlenir. Tanrı ve Tanrısal olanın (ya da kabul edilenin) yerini insan merkezli bir bakış açısı alır. Bir anlamda yeryüzüyle beraber birey önem kazanır. Gerçeklik, “hakikâtin”önüne geçer ve birey (özne) resimlenmeye başlar.
Anlatım dilini yaratıp, seçerek, yargıya varan insan(lar) yani özne hâline gelen duruş böyle ortaya çıkar…[9]İşte sanatı sanat yapan budur… Bunun için Albert Camus, ‘Sanat ve Devrim’ başlıklı yazısında, “Sanat hem bir coşma, hem yadsıma işidir,” diye haykırır…
* * * * *
İnsan(lık)ın ile dünyanın yeniden biçimlendirilmesinde sanat kilit rollerden birisini üstlenir…
İnsan(lık)a dayatılan sınıflı sömürücü yabancılaşmanın aşılarak insanın insanîleşmesi yolunda sanat, egemen(lik)ler karşısında “Hayır” diyebilen yaratma bilinci ve eylemidir…
Yani insan(lık)ın aklını, yaratıp/ yok eden gücünü kullanarak kendine sorular sormasının, sorduğunu irdeleyip çözüme kavuşturmasının en üretken kaynağıdır. Sanat bilinci olmayan insan(lık)ın, gözü kördür, beyni kül yığınıdır; çünkü böylesi bir insan(cık) başkaldıramayandır…
‘Başkaldıran İnsan’ başlıklı yapıtında Albert Camus sorar: “Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri! Ama evet diyen bir insandır da, hem de daha ilk deviniminde. Tüm yaşamı boyunca buyruk almış bir köle, birdenbire, yeni bir buyruğu kabul edilmez bulur. Bu ‘hayır’ın içeriği nedir? Örneğin, ‘fazla uzadı bu iş’, ‘buraya kadar evet, buradan ilerisine hayır’, ‘çok ileri gidiyorsunuz’ ya da ‘geçemeyeceğiniz bir sınır vardır’ anlamlarına gelir.”
Egemen(lik)ler karşısında “Hayır” deme bilincinin oluşumunda oynadığı rolle sanat, aynı zamanda -ve Kant’ın deyimiyle- insanın aklını, duygularını cesaretle kullanma yetkesi ve kılavuzudur da…
Evet, “anlamak ve değiştirmek” insanın sanatla ilişkisinin bir parçası ya da mevzisidir sınıflı sömürücü toplumlarda, sürdürülemez kapitalizmde de olduğu gibi…
Aslı sorulursa bir üretim toplumu olarak addedilen kapitalist etkinliğin meydana getirdiği ürün, mal, meta vb., onu üreten ile uyumlu bir ilgi içine değil; tersine, ona yabancı bir ilgi içine girer. Çünkü, ürün ve meta, üretim araçlarına sahip kişinin, girişim ve kapital sahibi kişinin ve onun ait olduğu sınıfın hizmetinde bir büyüklük ve değer elde eder.
Üreten, ürettiği ölçüde kendine ters, kendine yabancı bir nesneler düzeni yaratır ve aynı ölçüde bu üretilen mal, meta üreteni, işçiyi sömürür ve onu ezer. “Meta üretimi ile yönetilen bu dünyada ürün, üretimi denetler ve nesneler, insanlar üzerinde bir üstünlük kurar. Nesneler uzun gölgeleri olan garip şeylere döner, “kader”ve “daemon ex machina”olurlar.
Emekçi insanın etkinliğiyle meydana getirdiği ürün, sömüren bir sınıfın eine, çalışanı ezen bir güç olur. Bunun sonucu olarak da, çalışan, çalıştığı ve ürettiği ölçüde fakirleşir, yoksullaşır ve ezilir. Böyle bir toplum içinde değerler, artık insana bağlı değerler olmaktan çıkar, sadece mal ve meta değeri olurlar.
Değer, yalnız alım-satım için bir ölçüt olarak anlaşılır. “Bu ters burjuva bilinci, asıl insansal değeri, bir insanın sahip olduğu ya da satın alabileceği nesnelerin maddesel-ekonomik değeri ile yansıtır. İnsansal, ahlâksal ve tinsel insan değerleri, yerini çamaşır makinesi, buzdolabı, otomobil, televizyon, evler, dünya gezisi olanakları -kısacası banka hesabının yüksekliği ile değişir.
İnsansal değerler ortadan kaybolur, yerini maddesel-parasal değerler alır.
Tam da burada boylu boyunca “yabancılaşma kavramı” karşımıza dikilir…
Bu noktada da insanı insan olmaktan çıkaran yabancılaşma, etkin olma hâlinin yerine edilgen olanı ikame ederken; devrimci sanat, kapitalist toplumlarda var sanılan “özgürlük”ün aslında bir kölelikten başka bir şey olmadığını; yani insan(lık)a-ters, insan(lık)a aykırı, insan-dışı bir durum olduğu ortaya koyarken; bu gayri insani vahşetin aşılması imkânlarını da araştırır…
“İnsan nedir? Ne olmalıdır?” soru(n)larına yanıt arar ve üretir…
İnsan ilkin tek kişidir, bireydir. Ama birey olan insanın kökeni toplumdur. Marx’ta vaktiyle Aristoteles’in öne sürmüş olduğu “antropos zoon politikon/ insan toplumsal bir canlıdır” anlayışına uyarak, insanı toplumsal bir varlık olarak belirler ve “Birey toplumsal bir varlıktır. Onun yaşam olayı, toplumsal yaşamın bir dışlaşması ve somutlaşmasıdır... İnsan,-özel bir birey olduğu ölçüde onu bu özelliği bir birey ve gerçek bir bireysel-toplumsal varlık yapar- birey olduğu ölçüde de, o bir bütünlüktür, ideal bir bütünlüktür; gerçekte insan, insansal yaşam olayının bir bütünlüğü olduğu gibi, düşünülen ve duyusal olarak kavranan toplumun subjektif bir varlığıdır,”der…
İşte, sanat fenomenine katılan, onun oluşmasına neden olan insan, böyle toplumsal bir ürün olduğu gibi, onun meydana getirdiği sanat olayı da aynı şekilde bir toplumsal fenomen olacaktır.
İnsan, yalnız, genel Marksist teori için değil, Marksist sanat teorisi içinde önemli bir varlıktır. Çünkü Marksizm’e göre, varlığa anlamını veren insan(lık)tır.
* * * * *
Ancak kapitalizm, insan(sızlık) ile sanat(sızlık) bunalımını derinleştirirken; insan(lık)ı, birey(ler)i hiçleştirir.
Bununla bağıntılı olarak sürdürülemez kapitalizm de sanatı sanat olmaktan çıkarıp, Kafkaesk bir tablo yaratır…
“Yeni Dünya Düzen(sizlik)i”nde (“YDD”) insan(lık)ı sürüleştirirken, sanatı da meta fetişizmi ile piyasa hareketlerinin kölesine kılmaya çalışan Kafkaesk tablonun öne çıkan olgularından birisi “Stockholm Sendromu” olarak adlandırılan, sert otorite figürü ile sertliğe maruz kalan birey(ler) arasındaki, birey(ler)in teslimiyetçi bir tutum sergilediği ilişki biçimi ya da Hegel’in iki yüzyıl önce tariflediği “Köle-Efendi” diyalektiği zeminidir.
Hegel’in, cesareti gösterip kendisini karşısındakine kabul ettiren bilincin “Efendi bilinci” olduğunu; korkarak geri çekilen bilincin ise “Köle bilinci” olduğuna dikkat çektiği ilişkide “Efendi salt tanıyan” merci konumundayken; “Köle korkup geri çekilerek”, “Efendisinin konumunu kabullendiği” için sürekli olarak “Efendisi tarafından tanınmak” için çabalayandır.
Birey(ler)i hiçleştiren bu diyalektik, korkunun egemenliği olarak da betimlenebilir…
Aiskhylos’un, “Korku, silâhlardan güçlüdür”; Boris Pasternak’ın, “En iri gözler korkunun gözleridir”; Plinius’un, “Acının sınırı vardır ama korku sınır tanımaz”; Michel de Montaigne’in, “Korku bazen topuklarımıza kanat takar, bazen de ayaklarımızı yere mıhlar”; Edmund Burke’nin, “Korku kadar insanın aklını başından alan, şaşkına çeviren bir duygu yoktur”; W. Shakespeare’in, “Korunmanın en iyi yoludur korkudur,” sözleriyle tanımladıkları korkunun, birey(ler)i bir hiç hâline getiren özelliğinin altını da Heidegger çizmişti.
Gerçekten de Heidegger’in belirttiği gibi korkulara teslim olan veya korkan bilinç, kendisini kendisi gibi ortaya koyamaz. Çünkü ortaya koyacağı kendisi, bir hiç hâline gelmiştir. Bu durumda birey, kendi varoluşunu kendisi için kesinleştirecek bir bilinci aramaya koyulur. Korkmuş bilinç, efendisini aramaya bağımlı olmuş bilinçtir, köleleşmiş bir bilinçtir. Köleleştiği için de efendisini bulmak ve kendisini efendisinin bilincinde tanımak zorundadır. Günümüzün toplumlarında bireyler kendilerini korkutan bilinçle yüz yüze gelme olanağına da sahip değillerdir.
Hegel’in belirttiği gibi, “Bu bilinç ne bu ya da şu öğede, ne de bu ya da şu an için değil, ama bütün bir özü için korku duymuştur; çünkü ölüm korkusunu, saltık Efendi korkusunu duymuştur. Bununla içten yıkılmış, kendi içinde tepeden tırnağa titremiş, ve içinde sağlam ne varsa sarsılmıştır.”
Özetle sürekli korku içinde olan ve Kafkaesk bir toplumda yaşayan bir bilinç için artık en önemli öncelik, kendisini, nereden geldiği belli olmayan bir tehdide karşı koruyup kollayacak olduğunu düşündüğü güçlü, dövüşken, korkusuz görünen bir efendi bulmak ve onun bilincinde tanınmak için çabalamaktır.
Böylesi bir açmazın kollarındaki toplum insanın sürüleştirilip, sanatsızlaştırıldığı bir açmazla sarsılmaktadır…
Yani “Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücudunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/ sağlık/ iletişim hizmetleri,” sorusuna “Kapitalizmde ahlâk istisna, ahlâksızlık kuraldır?”vurgusuyla dikkat çeken Fikret Başkaya’nın da altını çizdiği tas tamına budur…
Bu nedenle “aklın ve düşüncenin kaybolduğu” bir çürümeye denk düşen “coşkusal veba”ya liberal kişilik(sizlik)in umarsızlığıylaiç içe geçtiği tabloda sanata çok iş düşmektedir…
Evet, elbette insan(lık) tarihinin korkular ve cesaretlerle dolu bir tarih olduğunu biliyoruz. Mağarada yaşayan insanın doğa olaylarından korkusu her doğa olayına ayrı ayrı tapınmasını ve kutsamasını getirmiştir. Zaman içinde kavrama, akıl yürütme ve bilimselliğe dayalı açıklamalar bu korkuları ve kutsamaları insanın belleğinden silmiş ama yerini başka korkulara bırakmıştır. Belki içgüdüsel olarak korkularımızın özneleri değişse de farklı biçimleri sürmeye devam etmektedir…
Mağara adamının binlerce yıl önceki gökyüzünden korkusu ve tapınması, yerini daha çağdaş korkulara ve şiddete tapınmaya bırakmıştır.
Bu gerilim ve korkunun güç odakları kırda, kentte, işyerinde, pazarda, kahvede, konserde, resim sergisinde, konferansta, okulda ve kısaca hayatın her alanında sürmekte ve tırmanmaktadır. Gerilim ve onu yaratan güçler, her defasında aynı işlevi yerine getirmekte, ardında karşı tarafa yönelik kin ve öfke bırakarak yoluna devam etmektedir. Her tekil olay toplumsal tahayyüllerimiz açısından öncekine eklenmekte ve artan hızla kılıçlar bilenmektedir…
Genişleyen etki de dalga dalga toplumu daha geniş bir korku çemberine sokan bir sarmalda… Korkunun ve bilinmezliğin beslediği gerilimin maliyeti hepimizin sırtına, giderek artan bir yük olarak binmeye devam ediyor. Aslında anlamaya çalışmak ve ortak bir dil oluşturma çabası tarafların birbirine el uzatmasıdır. Bir yaklaşma girişimidir. Elinin reddedilmesini de göze alarak bir adım atmak gerekir. Yılların kini ve öfkesi bir elin uzanması ile ortadan kaybolmayacaktır. Ancak her başlangıcın yeni bir umut taşıdığına inanmak için korkuya karşı cesareti savunmak, silaha karşı sözü savunmak, küfre karşı müziği savunmak, her zaman karşıdan bir adım daha fazla atmayı denemek gerekir.
Hem de Tolstoy, “Kötülere tahammül edildikçe onlar daha da azacaklardır!” diye uyarıp; Einstein’ın da, “Dünya kötülük yapanlar yüzünden değil, yapılan kötülüklere seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir,” diye eklerken sanatın sorumlulukları artmaktadır…
* * * * *
Sorumluluk deyip geçmeyin…
Yaşa(tıl)dığımız dünya, acıları ve trajedileri ile “bizim”dir…
Sanatın ona sırt dönmesi mümkün değildir…
“Şimdiye kadar, Amerika dışında, hiçbir ülke hem demokrat hem de emperyalist olmadı,” türünden “zırvaları” bir yana bırakırsak; sürdürülemez kapitalizmin yarattığı yaşa(tıl)dığımız dünya; ‘Oxfam’ın, küresel gıda sisteminde reforma gitmediği takdirde, temel gıda maddelerinin fiyatının 20 yılda iki kat artacağı uyarısında bulunduğu bir cehennemdir…
Söz konusu cehennemde Birleşmiş Milletler (BM) Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ile Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı’nın (OECD) ortak raporuna göre 10 yılda gıda fiyatları artacak. Bu da yoksullar için ekonomik istikrar ve gıda güvenliği konusundaki kaygıları derinleştirecek.
“Nasıl” mı? Gayet basit!
Afrika, açlık ve kıtlık kelimeleriyle anılan bir kıta oldu yüzlerce yıl… Elbette sömürgecilik ve emperyalist talan ve yağmadan dolayı…
Örneğin BM’nin 4 Ağustos 2011’de üç bölgesini daha “kıtlık bölgesi”olarak ilan ettiği Somali’de üç ayda açlık nedeniyle 5 yaşın altında 29 binden fazla çocuğun öldüğü belirtildi. Konuyla ilgili açıklama yapan ABD’li yardım görevlisi Nancy Lindborg ayrıca 640 bin çocuğun da yetersiz beslendiğine dikkat çekti.
Kuraklık ve kıtlık başta Somali olmak üzere tüm Afrika Boynuzu’nu esir aldı. BM Çocuklara Yardım Fonu’na göre, Afrika Boynuzu bölgesinde kuraklık ve kıtlık nedeniyle 2.3 milyon civarında çocuk gıda yardımına muhtaç. Bunların en az 640 bini Somali’de. 500 bin çocuk ise ölüm sınırında. Somali’nin başkenti Mogadişu’da her gün 100 kişi ölüyor.
BM’ye göre Somali’nin 7.5 milyon nüfusunun 3.2 milyonu yetersiz beslenmeden mustarip ve bugüne kadar on binlerce Somalili açlık nedeniyle yaşamını yitirdi.
Konuya ilişkin olarak ‘World Vision UK’ adlı yardım kuruluşundan Philippa Lei anlatıyor: “Bazı evlerde 10 çocuk var. Bunları beslemek zor… Kıtlık yüzünden evlendirme yaşı 9’a kadar düştü. Başlık parası şekil değiştirdi. Artık bazı aileler küçücük kızlarını yiyecek veya büyükbaş hayvan karşılığı satıyor Somali’de…”
Tekrarlıyorum: Sürdürülemez kapitalizmin yarattığı yaşa(tıl)dığımız dünya, acıları ve trajedileri ile “bizim”dir…
Sanat gibi sanatın da ona sırt dönmesi mümkün değildir; hem de dünyanın dört bir yanı yani yedi düvel dört iklim adaletsizliğe, açık ve yoksulluğa, baskılara başkaldırmışken ve Oscar Wilde’ın, “İtaatsizlik insanın asıl erdemidir. İlerleme itaatsizlik yolu ile kaydedilir, itaatsizlik başkaldırı yoluyla,” sözü insan(lık)ın hafızasına bir kez daha kazınırken…
* * * * *
Evet, aşka ve hayata karşı sorumluluğu/ sahiplenmeyi öğreten sanat, aşkı ve hayatı savunanlarla barikata çıkacak kadar fütursuz ve sevdalıdır…
Sanat bir sevdadır; ya da Konfüçyüs’ün, “Aşk, dört nala giden at gibidir, ne dizginden anlar, ne söz dinler,”diye betimlediği yıkıcı bir aşktır…
Hani Cemal Süreya’nın, “Yıkıcı bir aşk bu/ Yıkıyor milletin ortasına/ Tutku yükünü/
Bölücü bir aşk,/ Ekmeği suyu bölüyor/ Günde üç öğün/
Hain bir aşk bu/ Sizin eve hırsız girer/ Onunkine polis/
Yasadışı bir aşk/ Evlenmeyi/ Hiç mi hiç düşünmüyor/
Soyguncu bir aşk bu/ En sıradan ezgilerden/ Sevinçler devşiriyor/
Kökü dışarda bir aşk/ Dante ile Beatrice’inkine/ Fena öykünüyor/
İşgalci bir aşk bu/ Samanlık sevişenin diyor/ Başka şey demiyor,” dizelerindeki üzere…
Aşk da, sanat gibi bir kesinliktir; çünkü her iki de başkaldırır; tereddüde yer olmayan başkaldırının ikircimsiz kesinliği ise en net aşk ve sanatta somutlanır…
Gerçekten de Victor Hugo’nun, “Aşk, ya hayat ya ölümdür… Aşk, bizde bulunan bir ateş noktasıdır… Sevmek uçmak demektir”; Halil Cibran’ın, “Aşksız hayat, çiçeksiz ve meyvesiz bir ağaca benzer”; Lermontov’un, “Aşk, ateş gibidir, gıdasız kalınca söner”; Mevlana’nın, “Aşk, hiçbir afetten öğüt almaz”; Edward Moore’nin, “Ey Hayat! Aşksız sen nesin?”; Honoré de Balzac’ın, “Aşk alçakgönüllülük nedir bilmez”; Yunus Emre’nin, “Aşk hâlinden bilmeyen, ya delidir ya diri”; Dorian Leader’in, “… ‘Seni seviyorum’ demek; bazen bir vaat, bazen de bir vedadır”; İvan Turgenyev’in, “İlk aşk, ihtilalden farksızdır; hiç değişiklik olmadan sürüp giden hayat bir anda darmadağın oluverir,” deyişleriyle betimlenen aşk ne Akif Beki’nin, “Entellektüel filtresi, felsefi izahatı olmaz aşkın, arkadaşlığın, romantik dostluğun yahut kadın-erkek arasındaki hiçbir kimyasal reaksiyonun,” dediği şeydir ne de “Freudiyen bir öykü”!
 Aşk da, sanat da devrimdir; devrimcidir…
* * * * *
Aşktan hayata, hayattan sanata -Halil Turan’ın deyişiyle-, “Devrim Anahtar Sözcük”tür…[10]
Aşktan, hayattan, sanattan söz ettiğinizde farkında olun ya da olmayın, hiç fark etmez, devrimden, devrimci olandan söz ediyorsunuz demektir…
O, isyancı bahara benzeyendir…
Rosa Luxemburg’un, “Devrimler yapılmaz, devrimler gelir”; G. Lukacs’ın, “Devrimin kendisi, devrimin yolunda yaşamak ve de ölmektir,”[11]diye tarif ettikleri isyancı baharı andıran devrimin öznesi insan(lık)dır. Çünkü devrim insan(lık)ın kurtuluşu/ özgürleşmesi için yapılır.
Devrim tanımındaki temel kriter insan(lık)tır. İş bu nedenle de hakikâte ve insan(lık)a aykırı bir “devrim” olamaz…
Aşk, hayat ve devrim, sanat teorisinin pratiğidir; sanat pratiği de, aşkın, hayatın ve devrimin teorisidir.
Çünkü Karl Marx’ın, ‘Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nde yazdığı üzere: “İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar” ki; bu da insan(lık)ın özgürleşmesinin yolunu açan “11. Tez”ci devrimci praksis ile hayatın estetize edilmesidir…
Dünyayı değiştirerek estetize eden devrimin bir ucunda Leon Troçki’nin, ‘The Moralists and Sycophants against Marxism’deki,“Savaşan sınıflar her yolu kullanarak zafere ulaşmaya çalışırlar,” saptaması; öteki ucunda da Victor Serge’in ifade ettiği anlayış vardır: “İnsanın Savunusu. İnsana saygı. İnsana hakları tanınmalı, güvenliği sağlanmalı ve insanın değeri bilinmelidir. Bunlarsız sosyalizm olmaz. Bunlarsız her şey yanlıştır, bozuktur, bitmiştir… İnsanın insan olduğu asla unutulmamalıdır.”[12]
Söz konusu bütünsellikte insanî duruşunu asla yitirmeyen Marksizm, yalnız bir teorik felsefe, bir kurgu değil, aynı zamanda bir eylem felsefesidir, sürekli devrime dayalı bir düşünce etkinliğidir. Eylem ve devrim, Marksist felsefede çözülmez biçimde birbirine bağlıdır.
Burada “devrim”den kastım, toplumsal olduğu kadar siyasi olan ya da siyaseti toplumsallaştırarak, yöneten/ yönetilen ikilemini aşandır…
O hâlde Yevgeni Yevtuşenko’nun, “Hayat, siyahı da olan bir gökkuşağıdır,” sözünün altını özele çizerek diyeceklerimi toparlayabilirim:
“Sanat = Hayat + İnsan + Devrim” diye formüle ettiğim toplamın da ötesindeki sonsuzluk tam da budur; yani sanatı toplumsallaştırıp, insan(lık)a malederek, üreten/ tüketen ikilemini aşandır; Karl Marx’ın, “İnsansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içerisinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür,” tespitindeki üzere…



TEMEL DEMİRER


N O T L A R
[1] 17 Ağustos 2011 tarihinde, “II. Seferihisar Tiyatro Günleri”nde yapılan konuşma… Patika, No:75, Ekim-Kasım-Aralık 2011…
[2] Baudelaire.
[3] Oscar Wilde.
[4] Marcel Duchamp.
[5] “… ‘Modernliğin Beş Yüzü’nde, (Matei Calinescu, Modernliğin Beş Yüzü, çev: Sabri Gürses, Küre Yay., 2010.) konu edilen beş yüzden biridir avangard... Egemen olana diklenip onu hemen bastırmak, avangard’ın zorunlu koşuludur. Bastırmaktan, kendisinin egemen konumuna geçmesini anlamamak gerekir elbette…” (Semih Gümüş, “Avangardın Yaşanabilirliği”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:531, 1 Temmuz 2011, s.26.)
[6] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.471.
[7] Yeşim Dinçer, Ecinniler’in Gölgesinde, Yordam Yay., 2009, s.11.
[8] Kaya Özsezgin, “Eleştirel Düşüncenin Çağdaş Ölçütleri”, Cumhuriyet Kitap, No:1114, 23 Haziran 2011, s.13.
[9] Tzvetan Todorov-Bernard Foccroulle-Robert Legros, Sanatta Bireyin Doğuşu, Çev: Esra Özdoğan, Yapı Kredi Yay., 2011.
[10] Halil Turan, “Anahtar Sözcük: Devrim”, Birgün, 2 Ağustos 2011, s.13.
[11] G. Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, Belge Yay., s.105.
[12] Victor Serge, Memoirs of a Revolutionary 1901-1941, Londra 1963, s. 282.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder