YVERDON’UN GÖKGÜLLERİ
Koşar adımlarla gölün kıyısına doğru yol aldı. Gölün kıyısına nefes nefese vardığında bir banka oturdu. Suyun yüzeyinde kristal bir parıltı vardı. Güneşin ışıklarıyla gölün suları oynaşıyorlardı. Hafiften esen yel, ağaçların yaprakları üzerinde ezgisini söylüyordu. İçtendi bu şarkı. Samimiydi. İnsanı alıp güzelliklerin dünyasına uçuruyordu. Gözü bir papatyaya ilişti. Rüzgar vurdukça usuldan sallanıyordu papatya. Dünyanın güzellikleri henüz ilgisini çekmiyordu. Yaşadığı olaylar bir mengene gibi içini sıkıyordu.
İşsizlik kurumundaki görevlinin yüzünü düşündü. Köylerini yakan komutana ne kadar da çok benziyordu; sivri yüzü, patlak gözleri, çatık kaşlarıyla. Oydu sanki. Biraz önceki tartışmaları kafasında uğuldamaya başladı.
“Sen kiosklarda imza toplamışsın. Bunu kabul etmiyorum. Ve size ceza vereceğim.” “Anlamadım. Peki, nerelerde toplamam gerekiyor?”
Görevlinin boğuk sesi yankılandı kulaklarında,
“Bilemem. Bir de restoranlarda da imza almışsın, iş olmadığına dair. Onu da kabul etmiyorum. Unutmayınız, burası İsviçre.”
“Beyefendi benimle dalga mı geçiyorsunuz? Hem ben de biliyorum, burası İsviçre. Ev kiramı nasıl ödeyeceğim? Açlıktan mı öleyim. Bana gönderilmeyen faturaları hacize yollamışlar. Nasıl çıkabilirim bunca şeyin altında.”
Görevli,
“Hayır, sizinle dalga geçmiyorum. Ev kiranız ve ne yeyip içtiğiniz beni ilgilendirmiyor. Hem Sosyal Kuruluş var ve hiçbir şeyiniz beni alakadar etmez.”
Kafasının içi karmakarışıktı. Sıkıntılıydı. Zordaydı. ‘’Neden dünyaya geldim,’’ diye düşündü. İçinde bir lav denizi birikmişti. O lav en ince dokusuna kadar sirayet ediyordu. Bir gün ansızın patlayacağını düşündü. İşte o zaman paramparça olacaktı.
Geçmişte yaşadığı olaylar birbir gözlerinin önünden geçiyordu. Yverdon’un göğüne baktı. Gökyüzü pırıl pırıldı. Bahardı. Hafif bir yel esiyordu. Çimenler yelle birlikte sallanıp duruyorlardı. Kuşlar dünyanın en güzel orkestrasına taş çıkarırcasına ahenkle ötüşüyorlardı. Güneşin ışıkları çiçeklerin üzerinde ipildiyordu. Bir baharla başlamıştı hayatının en unutulmaz anısı. Güneş ışıklarını salmaya devam ederken, o geçmişteki anılarına doğru yol almaya başlamıştı bile.
Sivri yüzlü komutanın gürleştirmeye çalıştığı sesiyle ve babasının ahenkli sesi yankılandı kulaklarında.
“Nereye gidebiliriz,” demişti babası.
“Cehennemin dibine,”
“Komutan, bize biraz müsaade edin. Evlerimizi yakmayın. Sonra kendimiz çıkar gideriz.”
“Hayır, hemen şimdi çıkıp gideceksiniz. Teröristlere yemek verirken bilmeliydiniz başınıza nelerin geleceğini.”
“Komutan!”
“Sus ulan!”
Köyün üzerinde dumanlar yükselmeye başlamıştı. Yanık bir koku dolmuştu burnuna. Yakılan köylerinin insan çığlıkları ayukaya çıkmıştı. Anasının donuk yüzünü hatırladı. Yağmura hasret bir çöl gibi kurumuştu annesinin yüzü. Evleri yanıyordu. Acının yurduna yine çığlıklar dolmuştu. Anası çığlık çığlığa yanan evlerine doğru hamle ediyordu. Saçı darmadağındı. Baş örtüsü kayıp gitmişti. Saçları savruluyordu rüzgarda. O ise ateşe koşuyordu, ateşe aşık bir pervane gibi. Omzundan yediği bir dipçik darbesiyle bel üstü yere düşmüştü. Babası kendisini anasının üstüne atmıştı. Birkaç dipçik patlamıştı babasının sırtında. Kıvranmıştı acıdan babası. Selim, yalnızca seyretmişti. Küçüktü. Bir şey yapamaz bir haldeydi. Bu badire, hiç çıkmamacasına bilinç altına yerleşmişti. Nereye gitse, o görüntüleri ve sesleri kendisiyle götürüyordu.
Ateş bir yılandı sanki, her şeyi yalayıp yutuyordu. Karanlık çökmek üzereydi. Belirsizliğe doğru kayıp gideceklerdi. Yapabilecekleri pek bir şey kalmamıştı. Birkaç sefer yanan evlerine doğru hamle etmişse de, dipçik darbesiyle yere kapaklanmıştı babası. Bu sefer de anası babasına kendisini siper etmişti. Bunları hatırlarken acı bir gülümseme belirdi yüzünde.
Pos bıyıklı erkekler ağlıyorlardu. İlk defa erkeklerin ağladığına tanık olmuştu. Birkaç parça eşyayla dışarıda kalmışlardı. Yere düşen tesbih taneleri gibi dört bir yana savrulacaklardı. Kimisi yakın köylerdeki akrabalarına gitmeyi düşünüyordu. Kimisi de değişik şehirlere gideceklerdi. ''Çatalca da akrabalarımız var,'' diyordu Selimin babası. Çatalca’ya gittiklerinde, akrabaları karşıcı gelmişlerdi.
Sonra üniversite yıllarını ve düşüncelerini beyan ettiği için aldığı cezayı düşündü. Kaçak gezerken yaşadığı zorlukları anımsadı. Dönebileceği hiçbir yer yoktu. “Keşke şimdi teyzemin köyünde olsaydım,” diye düşündü.
Fırsat buldukça memleketine yani yakılan köylerine yakın bir köyde kalan teyzesine giderdi. Orada da saatlerce doğayı izlerdi. Sığınağıydı. Ana kucağı gibiydi doğa, sıkıştıkça kendini kollarına attığı...
Şimdi de sığınağı Nuşatel gölü olmuştu. Gölün suları onu karanlık dehlizlerinde çıkarıp ahenkli bir dünyaya doğru sürüklerdi.
Nuşatel gölüne baktı uzun uzun. Gölün dalgaları bir kelebek gibi kıyıya çarpıp dağılıyordu. Köpükleri ak bir örtüydü sanki. Kabarıp tekrardan sönüyorladı. Kabaran gölün yüzeyi kırış kırıştı. Göl öylesine mavilenmişti ki, insanın yüreğine sevgi dolduruyordu. Bir martı göle kanatlarını değdirircesine kayıp gitti. Martılar avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Çiçekler şavkıyordu dört bir yanında gölün. Gölün öylesine ahenkli bir görünüşü vardı ki, Yverdon'un hepsi gözlerine şirin görünmeye başladı. Unuttu bir an yaşadıklarını. Ülkesinde yaşadıklarını ve İşsizlik Kurumu'nun görevlisini unuttu. Şimdi sadece göl vardı.
Acının çöreklendiği yüreğine, batmaya hazırlanan güneşin altınımsı ışıkları düştü. Nuşatel gölün öbür ucundaydı. Gölün ismini aldığı o şehir zorlukla görülebiliniyordu. Ne yapacağım sorusu, gölün diplerine doğru batmaya başlamıştı. Suyun yüzüne çıkmasını hiç, ama hiç istemiyordu.
Zamanı bile unutmuştu. Kendisine geldiği zaman akşam olmuştu. Göğe baktı. Gökte yıldızlar parıldıyordu. “İyi ki varsınız gökgülleri,” dedi yıldızlara. “Siz olmasaydınız ben ne yapardım.”
Kalktı ayağa. Çiçeklerin kokusunu ve yaprakların hışırtısını duyumsadı yine. “Her inişin bir de çıkışı vardır,” dedi kendine. Yüreğindeki ülke hasretiyle gülümseyerek yürüdü şehre...
MEHMET SÖĞÜT
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder