Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ağustos 2011 Çarşamba

MUHAMMET GÜZEL: Abdülkadir Bulut Saklı mı Yasaklı mı?



Bu konuşmayı hazırlarken; Bülent Güldal'ın Andız dergisine, 2006 da yazdığı bir yazıyı da okudum. Orada bir bölüme takıldım. Önce, o bölümü sizlere okumak istiyorum: (*)


"Bataklık suyunu kevser olarak benimseyenlerin arasında yaşıyoruz. Arabeskliğin, sığlığın, alkolikliğin vb. olumsuzlukların en uç halkasına öteyaşam düşçüleri eklendi bugün. Tanrısıyla sarmaş dolaş, dünyasından vazgeçmiş, hakkını, hukukunu mizan köprüsünde (!) alacağına inanan ve inandıkça da, sömürülenlerin yazıp söylediklerini okuyoruz dergilerde;


su başını tutan üç beş usta(!) nın pompalamasıyla mehdiliğe soyunacak neredeyse genç şair.


Şiirin Çin'inden söz ediliyor dostlar. Cini,şeytanı, meleği dillendirenlerin iki bin yıl öncenin şairinden hiç farkı yok demek ki. İki bin yıl önce de, her kapıya, her eşiğe bir cin yakıştırıyordu insan.”


Plehanov'dan da bir alıntı yapmak istiyorum. "Her sanat eseri bir şey anlatır. Çünkü daima bir şey ifade eder. Tabii her şiir anlattığını kendine has bir tarzda anlatır."(...) dedikten sonra: "Kabiliyetli bir sanatçı, yanlış bir fikirden ilham aldığı takdirde, kendi öz eserini bozar. Çağdaş bir sanatçı, eğer cemiyetin muhafazakar tabakasına, mücadelesinde destek olmak hevesinde ise, doğru fikirden ilhamlanamaz.”


Kimi yeni dünya düzeni kılıfı altında özledikleri, yeni tür gibi gösterilmeye çalışılan, ama eskiden tanıdığımız bir kölecilik düzeni özlemiyle... kimi, türedi sınıfların ortaya attığı, kendileri için demokrasi söylemleriyle... kimi dili bozarak... kimi dine oynayarak, emekçilerin soluğunu kesmeye çalışan cinler, en cin fikirli kiralık askerleriyle halkın birikimlerine saldırıyorlar. Emekçileri, mevcut dayanaklarından bile aşağı düşürebilmek için, onların, kazanımlarını ellerinden alabilmek için, onları güçsüz bırakmanın her yolunu olabilirlik içinde değerlendirip, yalanlar iftiralar kusarak saldırıyorlar. Bugün, çağdaş, laik, sosyal, hukuksal kazanım ya da edinim neyimiz varsa; saldırı altındadır. Bir zamanlar yetersiz bulduğumuz haklar bugün fazla görülmekte.


Bizler birey olarak, başımızı dik tuttuğumuzu düşünerek ortalıkta dolaşırken, o cinler, toplumsal olarak ne kadar kendi başına ve savrulmakta olduğumuzu görüp, yarın neremizden tutup çarpabileceklerinin hesaplarını yapıyorlar...


İnanmazsanız bir düşünün. o delikanlı duruşunuzu bozmadan...


Hepimizin, dişleri dökülmek üzere.
Dün yumruğunu sıkarak yürüyen bizler, bugün
dişlerimizi sıkarak yürümekteyiz.
Eskiden iki düşün bir konuş diyen bizler, şimdi
kırk düşünüyoruz ama tam söyleyecekken, laf daha
ağzımızdan çıkmadan dişlerimizin arasında ezip
yutuyoruz.


Daha emekten, haktan yana, daha özgür, daha aydınlık bir demokrasi için, dünkü düzeni beğenmeyip, değiştirmek için ölümlere yürüyen bizler, bugün, dünkü o beğenmediğimiz düzeni savunmak zorunluluğuyla karşı karşıya bırakılmışız... Dün okuyan bizler, bugün seyrediyoruz. Dün dilimizden düşmeyen, beynimizin ışığına fer veren şairler, yazarlar vardı. Ölenler bu halimizi görmedi diye şükreden bir utangaçlık içindeyiz. Belki bir utangaçlık duygusu da bunlara karşı yüklenmeyelim diye, yaşayan sanatçılarımızın, edebiyatçılarımızın yazdıklarını, anlattıklarını gönlümüzden uzak tutuyoruz.


Bugün de sanatçılarımızın çoğu güzel şeyler üretiyorlar. Nihat Behram gibi "İsyan edin" Diye haykıran da var, Bülent Güldal gibi, "Dağlara dönme zamanımdır şimdi / rüzgârımı geri ver, odalar senin olsun" diye tavır beyan edenler de var. Elbet çok örnek verilebilir. Bir de bunlar ve benzeri şairleri bile hayran bırakacak güzellikte mısralar döktürenler var. "Yıldızlardan ufo biçip, kıçına kibrit çöpüyle zemzem damlatanlar" bile var. ‘Öyle bir dönemeçteyiz ki;' (alışılmış lafından sonra diyeceğim ki;) Güzel ve doğru olan acıtıyor, güzel ve boş görünen avutuyor. Avuntu beğeniye yoruluyor. Doğrudaki güzellik, gözden ıraklaştırılıyor. Ama, bir adam var, tarihten izleri kolay silinmeyeceklerden... bu adam, sonradan adını fotoğrafçılık tarihine de yazdıran, hatta ilk İstanbul fotoğraflarını çeken, Maxime Du Camp adlı adam, bizi peşin peşin uyarmış:


"Güzellik şeklindeymiş, amenna, kabul ettik! Fakat bunun özünde fikir olmalı fikir! Güzel bir kafa amma, içinde beyin eksik Böyle bir güzelliğin sizce değeri nedir.”


Abdülkadir Bulut, sanki bu dört dizeyi, kendi hayat ve sanat anlayışını açıklarken, açıyor, Aslında bas bayaa bugünü tanımlıyor. Bugünün edebiyatçısına bir mektup yazmış sanki...


"Bütün değerleri yıkılmış, bütün değer ölçüleri yok olmuş bir dünyada şiire varmak, onun sıcak elini yakalamak zor bir iş aslında.


Hele hele üretim araçlarının insanı tutsak ettiği, insanı kendi öz yaşamından saptırarak yozlaştırdığı bir düzen de varsa ortada...


Öte yandan türedi sınıfların egemenliği tüm boyutlarıyla ağırlığını koyuyorsa, en kötüsü ekmek bir kurdun ağzında geriliyse, işte böylesine karanlık, böylesine çelişkili bir ortamda kalemlerimle, sözcüklerimle, kavgalarımla, kendi şiirsel bakış açımın doğrultusunda adımlıyorum hayatı.


Biliyorum ki, demire örs, toprağa kazma bile kolaylıkla varmıyor. Bütün bu çabalar, çağdaş bir uğraş, çağdaş bir yöntem istiyor. Dahası diri ve büyük bir tutarlılık istiyor.


Çünkü her toplumun kendine özgü bir var olma, bir gelişme görüntüsü vardır.


Kanımca ozan, toplumların var olma erdemleriyle varoluş süresi içinde, onların kavgalarına, devrimci bir öz, devrimci bir öfke ve akla yakın bir tavır vermekle yükümlüdür. Kaçamaz ozan bu sorumluluktan. Elini kolunu sıvayarak yapacak bu işi. Çünkü yapı ustası bile, harcı içten bir duyarlılıkla atıyor duvara. Ozan, toplumsal olguları, toplumsal direnmeleri soyut yanlışlar içinde yansıtmamalı. Tersine, özümlediği şiirsel özü somut doğrular içinde sergilemeli.”


Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılabileceği gibi "Sözlerimin konusu olan kişi bir sosyalisttir."


Şiirinin kaynakları üstüne yazanlar, Yine bir devrimci şair Enver Gökçe ile kıyaslamalar yaparlar. Enver Gökçe’nin toplum birikim ve yargılarını alıp o birikimlerdeki devrimci özü şiirinde işlemesini Abdülkadir Bulut daha ileri taşıyarak, kendi insanlarının birikim, yaşam ve tutumlarındaki edilgen görünüm altındaki ilerici öze devrimci maya katarak devrimci devingen bir duygu yaratmayı başarmıştır. Bu bir sosyalistin kopyacı, benzemeci tavırları yıkıp, kendi insanına özgü bir devrimci duruş inşa etmesidir. Bölgeselden, ulusala, oradan evrensele tekerlemesini zorlaştırmış, önce, insandan bölgeye varılacağını, ötekilerin sonra geleceğini kanıtlamıştır. Kendi deyimiyle “özümlediği şiirsel özü somut doğrular içinde sergilemiştir.” Hem bireyde hem toplumda…


Ve bu yaklaşım, sistemin cinleri için tehlikelidir.


Ama biz onun sosyalist dünya görüşünün ışığında ürettiği onca şiirini, aklımızdan anılarımızdan silip yerine onun hazin ölüm öyküsünü yerlemişiz. Onu unutturmak isteyen düzenin cinlerinin çanaklarına yağ taşıdığımızın farkına bile varamıyoruz.


Abdülkadir Bulut’un ölümü, öylesine öne çıkartılarak anlatılmaktadır ki, yazdıklarını perdelemek için, ona karşı bir acıma duygusu yayılmaya çalışılmaktadır. Kendisini hayatı ya da şiirleriyle tanıyıp sevenlerin de sevgileri, yoldaşlığa onun deyimiyle 'adaşlığa' dönüşecek yerde acıma duygusuyla önü kesilerek etkisizleştirilmektedir.


Burası Türkiye. Şair Orhan Veli gibi belediye çukuruna düşüp ölmek, Ali Rıza Ertan gibi konserveden zehirlenerek ölmek kadar minibüsten düşerek ölmek de doğal. İki yıl önce, İnternette Google arama motorunda bakıp, minibüsten düşüp ölmeleri aradım. Abdulkadir sözcüğü çıkarılınca, aralarında bir dana ile ilgili haberlerinde bulunduğu 428 kayıt var. Abdülkadir sözcüğü aramaya katılınca sayı 658'e çıkıyor.


Geçenlerde yine baktım. Daha bu yıl benzer kaza yaşayanlar var. 14 Şubatta, 16 Şubatta, 21 Nisanda, 29 Temmuzda yaralanmalı ve ölümlü minibüsten düşme kazaları yaşanmış.


Bugün; “Minibüsten düştü öldü” Yazıp google’a sorulduğunda 6970 kayıt veriyor. Abdülkadir Bulut’u adını düşersen kayıt sayısı 3990… Abdülkadir Bulut’un ölümü acı…


Abdulkadir Bulut’un bu ülke için, bu ülke insanının özgürlük mücadelesi için ürettiği ürünleri yani emeklerini gözden ıraklaştırabilmek için onun acı ölümünün, o acıklı kazanın, şairin inançlarının önünde gösterilmesi beni rahatsız ediyor.


Bu söylediklerimi yok sayıp kimse, Abdulkadir Bulut’un ölümü önemsizdi demek istediğimi sanmasın...


Önemliydi.

Acıydı.

Acıklıydı.

Abdulkadir Bulut, minibüsle yolculuk ediyordu bu ülke adına acıydı.

Bir büyük şair, minibüsten düşüp ölüyordu, bu daha da acıydı.


Peki; yumrukları havada eylemden eyleme koşan,


"Senin koynunda mutlaka bir şey var yurdum
Baksana elin bir gelip bir gidiyor ceketinin altına
Belki gümüş işlemeli bir ata yadigarı vardır
Belki de benim de göremeyeceğim bir fırtına"


diyen bir devrimciyi, bir sosyalist şairi, inancıyla ürünleriyle anmak yerine, ölme biçimine ağlayarak anmak daha acı değil mi?


İçinde yetiştiği insanların, yakımlarında seslerine karışıp;


"Susardı kurt, susardı kuş
Hollu çalarken Asardağı'nda
Titrerdi başparmağın sevdayla
Nazlı gerdanının altında


Katlanamadığım bir acısın
Sümbül ile nergis arasında
Ben dizlerimi döverim her gün
Eller koyun kuzu tasasında


Emlik bir kuzu mu oldun
Sümbül ile nergis arasında"


Diyerek yüreklerin, sesi olmuş bir şairin ölümünden gayrı konuşulacak özelliği yok mu?


Gözyaşları da çiçek açar şiirinde:


"Ellerimi dokunduğum her yerde
Çığlık çığlığa kıvranıyor hayat.
Ve ölen arkadaşların giysilerini
Bir kere daha dürüp koyuyor analar
Çamaşır sandıklarına.
Gözyaşları da çiçek açar


Bugün yurtyeri olsa da acılara
Kayaların en sarp yerlerindeki
Kırlangıç yuvalarını andıran alnın,
Bir gün terli bir gelecek uçuracak
Sabahlardan akşamlara kadar.
Gözyaşları da çiçek açar


Ansızın oyuna başlayan çocukların
Sesleri kadar canlı ve huylu
Sevinçleri kadar taze ve acemi
Bir duruş kuşatacak işte seni.
Gözyaşları da çiçek açar


Başını dayadığın ağaç dalı
Bak hafifçe eğildi toprağa doğru.
Uyuyan bir çocuğun soluk alışını
Dinler gibi kendini vererek
Yaklaş, yüzünü örse de acılar
Boynundan ter boşalan herkese.
Gözyaşları da çiçek açar


Yaklaş, yüzünü örse de acılar.
Ve nasıl yakalarsa toprağı kök,
Suları renk, dalları kiraz,
Sen de öyle yakala hayatı.
Yürü kol kola canıma değsin...
Gözyaşları da çiçek açar"


Diyerek, acılara, umutsuzluğa karşı umudu, Dogmaya karşı düşleyip, yaratmayı örgütleyen bir sosyalistin... böylesine, yurdunun insanından umutlu bir şairin şiirleri... neden dik yürüyebilen onurlu insanların alınlarının altında nakışlı değil...


Neden, sadece bir ölüm haberinin altında boğuluyor tüm aydınlığı...


Bizler, insancıl, devrimci, ille de yufka yüreklerimizle o ölüm biçimini ve acıyı hazmedemediğimiz için mi, ölüm olayında takılıp kaldık.


Yoksa, dönen çarkın bir dişlisine takılıp, kendi düşlerimizden izimizi silmek mi daha kolay gelmiş…


Olaya bu açıdan bakmak da, aklımıza gelse bile aklımızın değil, günü kurtarabilmenin peşine mi düştük,


Şair bize küsmüştür diye mi düşünmektesiniz şimdi de?


Yol şiirinde:


"Beni görünce yol değiştirmene rağmen,
Görmezden gelmene rağmen kalabalık yerlerde,
Kızmadım terk etmedim seni gene de
Kavlağını taş aralarında bırakan
Yılanlar gibi
Her şeye rağmen bırakmadım seni.
Çaput içinde ve emziği yakasında takılı
Bir sabah annesinin cami avlusuna terk ettiği
Bir bebek gibi."


Diyen şair, halkına hele de 'adaşlarına' küser mi?


Geçiyordum uğradım diyenler, ya da ben tanımıyorum kimmiş bu adam diyenler için:


Şair Abdülkadir Bulut, (D. 21.04.1943, Anamur Akine Köyü- Ö. 9 Ağustos 1985, Mersin


“Öğretmendi.


Çağdaş, aydınlanmacı, devrimciydi. Şiirlerinde bu niteliği de öne çıkıyordu. Dosttu, devrimci arkadaşlarına "Sen tek başına değilsin" diyor, "Boynu yağlıklı" köylülerini unutmadığını iletiyord

Mersin Çarşı Karakolu'nda gözaltındayken, kendisine ve birlikte olduğu arkadaşlarına yemek taşıyan Terzi Adil'i hiç aklından çıkarmıyordu. Çocuğu Morca'dan (çıban) ölen, köylüsü Haceli'nin acısı o'nun da yüreğini dağlıyordu.


(Çalışmanın önemini anlattığı bir gün;) Öğrencilerine, olmasını istedikleri bir dilekleri olduğu zaman ne yapmaları gerektiğini sorar, öğrenciler "Dua ederiz" yanıtını verir; "Peki çocuklar, hadi şimdi dua edin de şu duvardaki saati durdurun" der, çocuklar dua ile saati duramaz. Konu köyde duyulunca damgayı yer. "Bu öğretmen komünist!"

Bu damga yetiyordu kasabalı gericiler için. 10 Kasım 1966 günü Ferizler köyünde düzenlenen Atatürk'ü Anma Gecesinde yaptığı konuşma üzerine, Kaymakam ve Adalet Partisi ilçe başkanı, savcılığa şikayet ediyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı da idari soruşturma başlatıp müfettiş gönderiyor. Uzun süren idari soruşturma ve savcılık soruşturmasında bir sonuç alınamıyor ve o cin görünümlü müfettiş suç aletini buluyor.

Kereste kamyonlarının, yolda çiğnediği kurbağa kurusu.

Abdülkadir bu kurbağa kurusunu almış, okuldaki odasının duvarına asmış, kendisi farkında değil ama cin yapılı müfettiş (!) yakalamış. Kurbağanın sağ kolu kırık, sol kolu ileriyi gösteriyor. Bundan daha iyi suç aleti olur mu? (şimdilerde şiirlere sirayet eden cin, o zamanlar nerelerde dolaşıyormuş.)


Ve Abdülkadir Bulut müfettişin raporu üzerine tamı tamına 777 gün açıkta kalıyor, çevresi daralıyor, en yakınları bile uzaklaşıyor. Gerçekten Abdülkadir için, o 777 gün, çok zor günler.”(Güngör Türkeli)


Bir namuslu devrimci gibi yaşadı. Sosyalist gerçekçi şairdi.


{Sen Tek Başına Değilsin 1- (1976) 2- (1984) Acılar Yurdumdur (1981) Kahveci Güzeli (1981, çocuk şiirleri) Yakımlar (1982) Gözyaşları da Çiçek Açar (1983) Yurdumun Şiir Defteri (1985) Direniş günleri 1987 Üveyikler Göçerken (çocuk romanı, 1981) Ülkemin Şiir Atlası (1986, bütün şiirleri)}


Dokuz şiir kitabı ve bir çocuk romanı dolusu, düş ve umut ekip ülkemizin göğüne, şiirlerine karıştı, Aptal bir kazada uçtu gitti.


Şimdi konunun öteki tarafına bakalım.


(Yurduma dair)


"... Yaktığı şiirlerin külleri
Askılardan rastgele yere düşmüş
Siyah okul önlükleri gibi
Duruyor yurdumun üstünde


Küncülü simit satılan yerlerde
Okul önlerindeki duvarlarda şimdi
Elleri havada aranan gençler
Ama çıkmıyor üstlerinden
İnançtan başka hiçbir şey

Dinlenirken hainin toprağa çizdiği
Şekillerin bozulan yerlerinde
Harfleri kırılmış bir yiğidin adı
Bir yol ama pek belli değil
Ve bir ev harçlı duvarına
Yurt edinmiş bir incir ağacı
Susuz penceresindeki karanfil


Çiçek de açmaz oldu geceleri
Kaysıların sarkık dalları
Diren ey benim sevgili yurdum
Sana ancak direnmek yakışır
Kuşlar öterken eskisi gibi
Titretmese de göğüslerini"


Dizelerinin şairi, Abdülkadir Bulut'un; Bugün piyasada hiçbir kitabı yok. Nedeni ortada. Saklı da değil, şükür, henüz yasaklı da değil. Biz okumadığımız için yok. Evimizde çoluk çocuğumuzun yanında okulda öğrencilerinizin yanında, adını kazara ağzımızdan kaçırıp, bir küçücük ilgi kıvılcımı doğduğunu görürsek, oracıkta boğuveriyoruz. "Çok iyi şairdi, dolmuştan düştü öldü." Diyoruz ya da internetten bakıp bir şiirini bulmasını istiyoruz.


Ölmese çocuklarımıza öğrencilerimize okutacak mıydık? Bunu kendimize soralım.


Şiirleri tek ciltte toplanıp basıldı 1986'da...


Bitti. Yayıncı yeni baskı yapmadı. Çünkü kitapçılardan yeni baskıyı gerektirecek talep gelmedi.


(E yayınlarında, az sayıda basılan, Ali F.Bilir’in hazırladığı bir araştırma kitabı da bugünlerde bitmiş olmalı. O da az basıldığı için bitti.)


Çünkü biz, devrimci diye bildiğimiz dostlarımıza, yakınlarımıza misafirliğe, buluşmaya giderken, Abdülkadir Bulut'un hazin ölümünün öyküsünü götürüp, yazgısına ilenme kolaylığı varken, yazdıklarını götürüp bilenmeyi aklımıza getiremedik. Şairin; giderek unutulmaya mı, unutturulmaya mı çalışıldığını sorgulamaya kalkışırsanız bunu da bir kenara koyun.


Yaşarken unutmaya başlamış diğer devrimcilerin kitapları için de aynı şeyler söz konusu.


Bütün devrimci sosyalist şairler yazarlar gibi, cin fikirli cinler; devrimciliğine dokunurlarsa yanacaklarını bildikleri için başka yerlerinden tutup çarpmaya çalıştıklarından biri de Abdülkadir Bulut'tur.


Biz gelelim bu cinleri şiirin - sanatın içinden, nasıl çıkarıp atacağımıza: (hâlâ var ise eğer) Dünya görüşümüz, beğenilerimizin de belirleyicisi olduğuna göre. Bizlerin, dünyaya bakışımızdaki yoşuma, yavşamaya doğru gitmeden bir ruh çağırmamız gerek.


Evet buyurun ayine:


Öyle geldiyse üç kere tıkılayan ruhlardan söz etmiyorum.


Şu son birkaç yılda dikişleri dökülmeye başlamış devrimci özümüzün ruhunu geri çağıralım. Kendi devrimci, yurtsever, demokrasiye inanan, halkımız için özgür ve hakça bir dünya kurabilme özlemi taşıyan ruhlarımızı kendi özümüze geri çağıralım.


Özeleştiri Şiirinde


"Ne göbeği burnundan ileride
Birinin önünde eğildim
Ne de göbeği burnundan geride
Bir başkasının"

Diyen yağız delikanlının onurlu tavrı, bu ayinimizde rehberimiz olsun.


Eldeki son şiiri


Senin Feriştahın da Gelse’de


"Eğer benim aklımda tuttuğum
Aklın bir su kıyısından koparılarak
Dünyanın göğsüne bırakılmış bir gülse
Ve bana benziyorsa toprağı
Vermem sana feriştahın da gelse


Eğer benim aklımdan geçen
Rüzgar uğultularından yapılmış
Süsü onur olan bir alınsa
Elini sürdürmem ben senin
Feriştahın da gelse"


Diyen sesi, iman tahtamızın orta yerinden haykırsın ki, küstürdüğümüz, devrimci ruhlarımız bizleri bağışlayıp geri gelsinler de hayatımızı kuşatan cinleri hep birlikte ürkütelim….



MUHAMMET GÜZEL



(*)Bu yazı, Muhammet Güzel’in, Manavgat Köprülü Kanyon´da düzenlenen “Abdülkadir Bulut” konulu “Dolunay´da Şiir Akşamı”nda yaptığı konuşmanın metnidir.



1 yorum: