Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Kasım 2011 Pazartesi

SABİT KEMAL BAYILDIRAN:Manzumenin Üç Hali: Vatan, Millet, Bayrak



BU VATAN KİMİN?

Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır,
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir…

Tutuşup kül olan ocaklarından,
Şahlanıp kan akan ırmaklarından,
Hudutlarda gazâ bayraklarından
Alnına ışıklar vuranlarındır…

Ardına bakmadan yollara düşen,
Şimşek olup çakan, sel olup coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır…

İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine ,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir…

Tarihin dilinden düşmez bu destan,
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı bir yakut olan bu vatan
Can verme sırrına erenlerindir…

Gökyay’ım ne desen ziyade değil,
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil,
Topun namlusundan görenlerindir…

                                    Orhan Şaik Gökyay
                            Ülkü, XII/69 İkinci teşrin 1938

Fikret’in “Vatan Şarkısı’na değin, s. 119

Bana Kapıkulu şiirinin büyüklüğünü ve güzelliğini sezdiren     hocam Orhan Şaik’in aziz anısına saygıyla…

Zaten insanlık tarihi Türklerle başlamıştır. Türk olmasaydı, belki tarih olmazdı ve muhakkak ki tarih de başlamazdı.
                                                           Şükrü Kaya  1947
                                                             İçişleri Bakanı

Devlet, resmi ideolojiyi ayakta tutmak, yerleştirmek, içselleştirmek, tek anlayış haline getirmek için önemli iki gücü kullanır: Silahlı kuvvetler, mahkemeler, emniyet güçleri gibi kurumlarla zor’a başvururken; sanat, eğitim, medya gibi kurumlarla da beyinleri ve gönülleri fethetme yollarını kullanır.

Gönülleri ve beyinleri fethetmede sanatlar içinde en çok kullanılan şiirdir.Devletin eğitiminden geçenlerin, Devlet’in resmi ideolojisinden kurtulmaları çok zordur. Aldıkları resmi eğitimin belirleyiciliği dünyaya bakışlarında, dolayısıyla  yazdıklarında açık bir biçimde belli olur.

Milliyetçilik resmi ideolojinin altı oku içinde en belirleyici, en baskın öğesidir. Milliyetçilik oku, tarihsel süreç içinde Devlet’in sınırlarını net olarak çizmediği, farklı milliyetçi anlayışlar arasında geçişe izin verdiği,  konjonktür gereği farklı milliyetçilikler arasında gri bir alan bıraktığı içindir ki, şiir alanında milliyetçiliğin her türü boy göstermiştir. 1982 Anayasa’sında “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı”  ibaresi geçse de bu da milliyetçilikler arasındaki geçişin sınırlarını çizmez; çünkü muhtaç olunan kudreti ‘asil kanda’ bulan Atatürk “Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak  bildiği”[1] için 1926 yılında Türk sporcularına hitap ederken “Bu kadar mühim olan spor hayatı bizim için daha mühimdir.Çünkü ırk meselesidir.Irkın ıslahı ve küşayişi meselesidir.”[2] derken, Avrupa’da henüz ortaya çıkmamış olan ırkçılıktan çok önce ‘ırk ıslahı’ndan söz etmektedir.

Milliyetçi ideoloji, popülaritesini arttırmak için, manzumelerde  vatan, millet ve bayrak öğelerini öne çıkarmıştır. Bu nedenle resmi ideolojinin manzumelerde nasıl işlendiğine bu yazılarda bakarken, bu kavramlara yaklaşımların arkasındaki ideolojilerdeki ince ayrımlar üzerinde durulmamıştır.

“Bu Vatan Kimin?”, manzumenin adındaki soruya militarist açıdan cevap veren, hamasi edebiyatımızın  ünlü eserlerinin başında yer alır; bu manzumeyi ulusal günlerde elini kolunu havada sallayarak, bütün sesleriyle okuyanları dinlememiş kişi olmasa gerek. Bu manzume Devlet’in elinde, aşılanmak istenen resmi ideolojinin temel materyallerinden biri olmuştur.

Türkçede ‘vatan’, ‘yurt’, ‘memleket’, ‘ülke’, ‘il’ sözcükleri aralarındaki anlam ayırtısına dikkat etmeden birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. ‘Vatan’, Arapça’dan geçmiş Türkçe’ye. Yurt ise, ‘vatan’ anlamını sonradan kazanır. Bu sözcüğün kapsamı, günümüzde bir ulusun sınırları belli toprağıdır. Ama bunun yanında tarih kitaplarında yazan “Türklerin anayurdu Orta Asya’dır” cümlesinde sınırları belirgin bir toprak parçasının kastedilmediği açık. Yavru vatan, dediğimizde bir mürsel mecazla Kıbrıs’ı kastediyoruz. 

Osmanlı’da ‘vatan’ kavramı yok, ülke  kavramı için ‘mülk-i Âl-osmanî’ (Osman oğullarının mülkü) terimini kullanıyorlardı; bu dönemde ‘yurttaş’ kavramı olmadığı, bütün tebaa ‘kul’ sayıldığı  için, ülkenin tümü, Osmanlı ailesinin mülkü oluyordu. Toprak zaten Osman oğullarınındı, onu kullanma hakkı reayaya veriliyordu, öşür ve başka yükümlülükler karşılığında.

Bugün ‘vatan’ yerine Türkçesi ‘yurt’u kullanıyoruz. (Bu yazıda, şiirlerdeki kullanımına göre her ikisi de kullanılacaktır.) ‘Bugün’ deyişim boşuna değil; çünkü dil canlı bir öğe olduğu için sözcüklerin anlamı da sürekli değişir. Bu anlam kimi zaman daralır, kimi zaman genişler, kimi zaman da olumsuzlanır ya da olumlanır… Onun içindir ki bir sözcüğü anlamlandırırken onun ne zaman ve hangi bağlamda kullanıldığına dikkat etmek gerek.

Peki ‘yurt’ kavramı daha eskilerde neyi içeriyordu? Onu da Sedat Veyis Örnek’in cümlesini alıntılayarak cevaplayalım: “Yurt: Orta Asya’da göçebe hayat süren toplumların keçeden çadırları.”[3] Göçebe bir toplumda sınırları belirgin bir toprağa yurt denmesi beklenemez; bu kavrama ulaşmak  için uluslaşma sürecine girmek gerekmekte; bu nedenle Orta Asya’da gezen Türk göçebeler için ‘vatan’ kavramı henüz çok erkendir.

‘Yurt ‘ sözcüğü atasözlerine de yerleşmiş. ‘Değirmi yurt tutmaya değirmi göt ister’ sözünde bir işte tutunmak için çok çalışıp büyük çaba gösterilmesi gerektiği anlatıldığına göre burada ‘yurt’ çalışılan yer, işlik anlamında kullanılmıştır. “Evi ev eden avrat, yurdu şen eden devlet” sözünde de yurt, ‘devletin sınırlarının içinde kalan yer’ anlamında kullanılmış. “Yurdun otlusundan kutlusu yeğdir” atasözü ise öbürlerinden daha eski olsa gerek; çünkü burada yurt ‘otlak’ anlamında kullanılmıştır ki bu da bunu üreten toplumun göçebelik döneminde olduğunu gösteriyor bize. “Yeri yurdu belirsiz” deyiminde de ‘yaşadığı yer, hane’ anlamında kullanılmış. Bir de “Bülbülü altın kafese koymuşlar ‘ah vatanım’ demiş.” atasözünde de ‘vatan’, bağlamdan çıkardığımıza göre, ‘sıla, memleket” anlamında kullanılmış.

En ilginç kullanımlardan biri de Yunus Emre’ye ait. Yunus şöyle kullanıyor bu sözcüğü:

Düşt’önüme  hubb-ül vatan, gidem hey dost deyi deyi
Onda varan kalır  heman, kalam hey dost deyi deyi

Yunus, ‘dost’ diye seslendiği Tanrı’ya kavuştuğu ‘ülke’yi vatan olarak niteliyor. Vatan sevgisi (hubb-ül vatan) yollara düşürmüş, ‘vatan’ aşkıyla pişerken, ‘ora’da kalıcı olmak istemektedir.

Karacaoğlan, XVII. yüzyılda  ‘vatan’ı ‘gurbet’in  karşıtı, ‘sıla’ anlamında kullanmaktadır:

Gurbet ilde kimse bilmez ahvâlin
Sen dur vatanında, ilinden sakın

Şimdi de çok ünlü bir şiire bakalım :

Vardım ki yurdundan ayak götürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Yukarıdaki ağıtta Zihni, ‘yurt’ sözcüğüyle  memleketi Bayburt’u kastediyor. Henüz XIX. yüzyılın başlarındayız, ulusalcı ideoloji Osmanlı’da henüz kök salmadığından ’yurt’ kavramı genişlememiş. Daha geriye gidelim, bakalım Âşık Kerem ne diyor:

Bozulmuyor alnımdaki yazılar
Yaralarım göz göz oldu sızılar
Gönül bu sevdiğim seni arzular
Vatanımda Kerem için ağlar var

Burada da Kerem, ‘vatan’la  doğduğu, büyüdüğü  yeri, -kendisi gurbette olduğu için- sılayı kastetmiş oluyor.

Günümüzde kullandığımız vatan kavramının ‘sıla, memleket’ten daha geniş bir kavram haline dönüşmesini ‘vatan şairi’ Namık Kemal’e borçluyuz. Namık Kemal, bu kavramı, Fransızcadan öğrendiği anlamda  ‘ülke’ olarak kullanır:

Âmalimiz efkârımız ikbâl-i vatandır
Serhaddimize kal’a bizim hâk-i bedendir
Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir

          Gavgâda şehadetle bütün kâm alırız biz
         Osmanlılarız cân veririz nâm alırız biz

Namık Kemal, bütün eylem ve düşüncemizin vatanın mutluluğu olduğunu  söylerken militarist bir yaklaşım içindedir.(Bu militarist söylem hamasi şiirlerin ilkini oluşturacak, sonradan doğan Milli Edebiyat’ın bakış açısını biçimleyecektir.  “Kanlı kefenin süsümüz” olması çok çirkin bir imge.  Şair, okuru hiç düşünmeden ‘can vermeye’ davet ediyor. Ne zaman, niçin, kim için? gibi sorular sormadan şairin önerilerini kabul etmemiz isteniyor bizden. “Osmanlı için” ölmek o toplumda kimlerin ideal olabilir? Çünkü Osmanlı, hem etnik hem de inanç bakımından bir toplum mahşeridir. Ölçü Müslümanlık ise Müslüman Arnavutlar Osmanlıya başkaldırmaktadır. İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Âkif “Hakkın Sesleri”nde şöyle diyecektir:

Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki ‘Yaşar’ der, delidir.
Arabın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir.
Arnavutlar size ibret olacakken hâlâ
Ne bu şûride siyaset, ne bu fâsit da’va
…………
Bunu benden duyunuz, ben ki, evet Arnavudum
Başka bir şey diyemem… İşte perişan yurdum..

Akif’in ‘yurt’ sözcüğüyle Arnavutluğu kastettiği açık. O, Osmanlı tebaası olduğu halde Arnavutluğa ‘yurdum’ demektedir. Buradan da anlıyoruz ki tebaadan yurttaşlığa geçememiştir henüz şairimiz. (İyelik ekleri, sahiplik yanında aidiyet bildiren eklerdir. Bir yazarın kendisini nereye ait hissettiğini bu iyelik eklerinden rahatça anlarız.)

Âkif, doğmakta olan ulusalcılığa, bir Müslüman olarak direnmektedir. O, kendisini Müslüman olarak tanımladığı, bütün Müslümanları kardeş bildiği için (Namık Kemal de İslamcı bir ideolojiyle ‘devlet’in bekası için Osmanlı tebaasını kardeş biliyordu.) Müslümanlar arasındaki  Türk-Arap-Kürt-Çerkez… ayrımına karşı çıkıyor. Tabii tarihsel dönüşüme karşı çıktığı için yeniliyor. Tıpkı bugün ulusalcılık aşıldığı , ülkeler arasındaki sınırlar kâğıt üzerinde kaldığı halde hâlâ ulusal devlette direnenlerde olduğu gibi.

Akif, bir Müslüman olarak Arapları kardeş biliyordu. Zamanında ‘aşk ve kadın şairi’ olarak nitelenen Celal Sahir Erozan “Kardeşlik Türküsü “ adlı manzumesinde İttihatçı iktidarında  devletin desteklediği Türk milliyetçiliğine tepki olarak doğan Arap milliyetçiliğinin Birinci Dünya Savaşında Osmanlı’ya vereceği zararı hesaplayarak, istemese de Arapları kardeş olarak niteler:

Türk ve Arap iki kardeş
Vatan ikisinin evi
Kalplerinde aynı ateş
Saçar mukaddes alevi

İçinde bulunduğumuz şartlar düşüncemize biçim verir; çünkü baktığımız yer, göreceklerimizi belirler. Âkif “Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda” derken herhalde Arnavutluğu kastetmiyordu. Peki nereyi kastediyordu şairimiz, o zaman Milli Mücadele devam ediyordu ve Lozan’da Türkiye’nin sınırları henüz belirlenmemişti. Ama buradaki vatanın Arnavutluk olmadığı kesin. Burada vatandan kastedilen olsa olsa ‘Misak-ı Milli’de sınırları müphem bırakılmış vatandır. “Cânı, cânanı, bütün vârımı alsın da Hüda/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ” diyen Akif, canı tehlikede olmamasına rağmen neden uğruna feda olunacak yurdunu  terk edip Mısır’a gitti? Bu çelişkiyi Akif’in samimiyetsizliğiyle izah edebilir miyiz? Bence cevap kocaman bir “Hayır!”dır. Çünkü Milli Mücadelede ‘millet’ sözcüğü çok kullanılmaktadır ve bu sözcük bugünkü ‘ümmet’ anlamını içeriyordu ve Akif bu sözcüğün süreç içinde ‘ulus’ anlamında kullanılmağa başlamasından rahatsızlık duymaktadır.

Bir kez Akif’in inancı sağlam bir Müslüman olduğu tartışılamaz bile. Atatürk kendisine Kuran’ı Türkçeye çevirsin diye yüklü bir para teklif ettiğini de biliyoruz. Ama Akif, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine karşı olduğu için teklifi reddeder. Yani şairimiz inancına ters düşecek bir işe girişmez! Demek oluyor ki inanç, Akif için candan, canandan, maldan, mülkten ‘vatan’dan çok daha önemlidir! Bu nedenledir ki ‘önce vatan’ diye değil de “önce iman!” diye bağırmaktadır Akif.

İnancı sağlam insanların ölüme seve seve gittiklerine dair tarihten binlerce örnek gösterilebilir. Bu inancın dinsel olması da şart değil. “Millet” için, “eşitlik” için, “özgürlük” için ölümü sevgili bilen çok insan olmuştur.

Akif’in uğruna ölümü göze aldığı vatanın sınırları, 1921’de henüz belli değildi. Bilindiği gibi, Misak-ı Milli, İstanbul’daki meclis tarafından 28 Ocak 1920’de kabul edilmişti ve sınırlar muğlaktı. Misak-ı Milli (ulusal yemin) deyince çok kişinin aklına bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları gelir. Oysa Misak-ı Milli deklarasyonu ile belli bir sınır çizilmemiş, genel ilkeler ortaya konmuştu. Sözgelimi Batum da bu sınırlar içinde kabul ediliyordu Musul da. Buradan da şu sonucu çıkarabiliriz: Vatan, bizim önkabul olarak benimsediğimiz topraklardır. Öyle ya, sınırlar çizilmemişken ‘vatan’dan söz ediyorsa bir şair, demek ki onun kafasında sınırları çizilmiş bir ülke vardır. Rıza Tevfik “Acıklı Ana” şiirinin şöyle bitirir:

Hey Rıza şu uzun gam destanını,
Dinleyen besteler her figanımı,
Şi’rinde vatanın kabristanını
Dolaşıp ağlayan bir derbeder var!

Rıza Tevfik Bölükbaşı, şiirin ilk dizesinde vatanın nere olduğunu açıklıyor: “Yüce Balkanları duman bağlamış.” Şair, Balkanların Osmanlı’nın elinden çıkışına ağıt yakmış. O topraklar elden gittikten sonra toprağın yaralı, çiçeklerin renksiz ve kokusuz olduğundan dem vuruyor şair. Bugün herhangi bir kişiyi çevirseniz Balkanların yurdumuz olup olmadığını sorsanız alacağınız cevap olumsuz olacaktır. Buradan da şu sonuç çıkıyor. Vatan, ulus devlette, o devletin sınırlarıdır. Çünkü vatan kavramını bize devlet aşılıyor, okullar aracılığıyla, medyayla. Kısacası vatan Devlet tarafından belirleniyor, diyebiliriz.

Devlet’in ideologu  Ziya Gökalp’in iki ‘vatan’ı vardır; birincisi ‘Turan’dır. Osmanlı daha birinci Dünya Savaşı’na girmemiş, Devlet ricali ve onların sözcüsü Gökalp 1910’da, İkinci Meşrutiyet’in kinci yılında “Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e, ne Türkistan;/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…” diye çok geniş ama sınırları belirsiz bir ülkeyi vatan olarak belirleyecektir. İttihat ve Terakki, Turan fikriyle, sürekli yenilip toprak ve gurur yitimine uğrayan Osmanlı’nın mirasçısı olarak, topluma genişleme, eski topraklardan daha geniş topraklara sahip olma heyecanı aşılayıp toplumun üstüne çökmüş olan yılgınlığı gidermeğe çalışıyor. Gökalp, bunu şöyle dillendiriyor: “Genç ruhlar, kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı.Turan manzumesi bu mefkûrenin ilk kıvılcımı idi.”[4]

Gökalp’ın ikinci şiirinin adı da “Vatan”dır. Bu şiir 1918 tarihini taşıyor. Osmanlı yenilmiş, genişleme hayalleri suya düşmüş, Turan artık çok uzaktadır. Bu durumda kültür ve ekonomi vatanın belirleyicisi olur. “Bir ülke ki cami’inde Türkçe ezan okunur” diye başlayan manzume kozmopolit Osmanlı’dan ulus devlete geçiş özlemini dile getirmektedir. Gelenek, din, dil, ideoloji birliği ‘vatan’ın kültürel belirleyicisidir. “Mebusan’ı temiz, orda ‘Boşo’ların sözü yok” derken Rum politikacı ‘Boşo’nun ( Georgias Busios) kişiliğinde bütün bir Hıristiyan halkı öteki kılmaktadır.

Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye,
Sanatına yol gösteren ilimle fen Türk’ündür.
Hırfetleri birbirini dâim eder himaye;
Tersaneler, fabrikalar, vapur tren Türk’ündür;
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!

Yukarıdaki alıntının üçüncü dizesinde ‘Sanatların birbirini koruması’ fikri, Gökalp’in özlemini duyduğu ‘dayanışmacı’ toplumu işaret ediyor. Açıktır ki Gökalp, Osmanlı’da sermayenin Hıristiyan ve Musevilerin elinde oluşundan rahatsız; o,  Devlet eliyle yetiştirilmek istenen ‘milli burjuvazi’nin özlemi içindedir.

Resmi ideolojinin yurt kavramını yüceltmesi ‘önce vatan’ sloganını beyinlere işlemesi gerekiyor ki, insanlar vatan için ölebilsinler. Askerlere “Şehitler ölmez!” diye  bağırttırılması, onların vatan için ölürken soru sormamaları içindir. Cenaze törenlerinde “Şehitler ölmez!” diye bağıranlardan hangisi on şehidin adını sayabilir? “Ölmez” sözcüğü burada ‘unutulmaz’ anlamında kullanılıyor kuşkusuz. Hani okulda öğrendiğimiz “Atatürk ölmedi, kalbimizde yaşıyor”daki  anlamındadır ölmemek.

Neden vatan için yaşamak yok da vatan için ölmek var? Ölüm niçin bu kadar yüceltilip kutsallaştırılıyor? Dinsel bir kavram olan ‘şehit’lik niçin sekülerleştiriliyor? İslama göre ‘şehit’ din uğruna ölendir. Öyle ise Afganistan’da ölen askerimiz niçin ‘şehit’ diye niteleniyor? Afganlıları Müslüman saymadığımızdan mı? Değil kuşkusuz! Devlet bize ölmemizi emrediyor ve bunu yüceltme ambalajına sarıp sarmalayarak koyuyor önümüze?

Kore’de ölen askerimiz şehit midir? Din için mi, vatan için mi öldü? Yoksa Devlet’in hesapları için mi?

Kemalettin Kamu Milli Mücadele kazanıldıktan sonra “Zafer” şiirinde şöyle der:

Anneler dindiriniz gönlünüzün yasını,
Düşman kanıyla sildik palamızın pasını
Yeniden çizmek için vatan haritasını
Kandan ve kıyametten bir sahneye çevirdik
Gökleri çatırdayan bir vatan parçasını,

Palanın pasını düşman kanıyla silmek itici bir imge ama asıl soru şu: Bir anne yitirdiği çocuğu için gönlünün yasını dindirebilir mi? Hiç evlenmemiş, dolayısıyla çocuk sahibi ve şair olamamış Kemalettin Kamu’nun evlat acısının ne demek olduğun anlaması, okura bu duyguyu geçirmesi mümkün mü?

Abdurrahman Hâmid, Türk Yurdu’nda 1924’te yayımlanan “Mefkûre” adlı manzumesinde, yeni kurulan Cumhuriyet’in coşkusuyla, sonraları resmi tavır halini alacak ‘geçmişi inkâr ve red’ içindedir: “Kalbimde vatan aşkı, dört bir yanım uçurum;/ Nihayetsiz, karanlık bir yoldan dönüyorum…” Abdurrahman Hâmid,  Geçmişi ‘karanlık bir yol’ mecazıyla anlatıyor. Bu geçmişten , geçmişteki yanlışlardan dönmek, artık yanlış yapmamak genç Cuhmuriyet’in – on göre- niteliği olacaktır. Manzumeciye göre Türklük olarak geçmişte İran’da, Hint’te Çin’de at koşturduğu için pişmandır.: “Fakat bütün bu işte kazanan kimdi? /Bu haşmetin önünde ezilen benliğimdi.” Savaştan yeni çıkmış yorgun ve yoksul bir toplumun eski Osmanlı topraklarında gözünün olmaması anlaşılır bir şey. Birkaç yıl geçmeden milliyetçiler yıkılan Osmanlı’nın eski topraklarına duydukları özlemi dillendirecekler, ‘fatihane zan’larla yaşayacaklardır.

Orhan Şaik’in manzumesinde ‘vatan’, Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde kalan topraklar anlamında kullanılmıştır. Oysa bu sözcüğü on altı yıl önce “Gurbet Acısı”nda ‘sıla’ anlamında kullanmaktadır:

Bu öyle bir sızı ki
Vatandan bakılmadan,
Gurbete çıkılmadan
Anlaşılmaz, bilinmez…


Orhan Şaik’in şiirinde ‘bu vatan’ tamlaması ilgi çekici; sanki şairin aklının bir ucunda ‘o vatan’ varmış da, şair ‘bu’ işaret sıfatıyla onu ‘başka’larından ayırmaktadır. Ayrıca bütün yargılarını ‘–dir’ koşacıyla bitirerek yargısının kesinliğini pekiştirmiş, sözünün doğruluğu konusundaki özgüvenini pekiştirmiştir.


Manzume boyunca yücelteceği ölüm, daha ilk iki dizede öne çıkarılıyor. Vatanın sınırlarında nöbet tutmak, yüceltilmeye yetmiyor; ille ölünecek! Kara toprağın bağrına girmedikçe vatanın tapusuna sahip olmak mümkün değildir, Orhan Şaik’e göre. Manzume baştan başa bir ölüm güzellemesi.

Orhan Şaik, vatanı için savaşanları yüceltirken, kendisini ölçüye ve uyağa kaptırıyor, Sözgelimi ‘tutuşup kül olan ocaklar’ kimindir ve kim tarafından kül edilmektedir? Kişi ocağını yakıp da mı vatan savunmasına gitmekte, ‘düşman’ mı o ocağı yakıp kül etmektedir? Vatanını savunan kişi ‘kan akan ırmakları’ görüp de mi şahlanıyor, yoksa kan akan ırmaklar mı şahlanıyor? Kan, tiksindirici olmasına rağmen neden şahlandırıcı olmaktadır?

‘Asil kan’lı olduklarına inanan milliyetçiler  ölüm kadar ‘kan’ akıtmayı da  yüceltirler. Mithat Cemal Kutay’ın “On Beş Yılı Karşılarken” manzumesinin sonundaki “Bayrakları bayrak yapan üstündeki  kandır/ Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” dizeleri kanı ve ölümü yücelttiği için çok ünlüdür ve Devlet tarafından sıkça kullanılır. Nihal Atsız’ın şu dizeleri de bunun kanıtıdır: “Ülkü denen nazlı gelin erde şân ister/ Büyük DEVLET kurmak için büyük kan ister”

Enternasyonalistlerde  ‘yurt sevgisi’ yaşanmışlıktan kaynaklanır. Onlarda ‘vatan için ölmek’, sadece emperyalizme ve faşizme karşı koymak için yüceltilir. Bu ikisine karşı savaşmak, sadece yurt işgal edildiğinde değil, dünyanın halklarına, İspanya İç Savaşında olduğu gibi, yardım için ölünebilir. Bunun dışında ölüm fetişleştirilmez.  Nâzım Hikmet, ‘muhacir’ konumda olduğundan yurdunu özlemle anar:

Sen şimdi yalnız saçımın akında
                        enfarktüsünde yüreğimin,
             alnımın çizgilerindesin yüreğimin
memleketim,
memleketim…

Ahmed Arif,  ‘Doların itlerine, Sterlin kurtlarına, kurşun yezitlerine’ kinini kusarken, yurduna aşkını dillendirir.

Dağın pulat yüreğine işledim,
Şimşeğin masmavi usturasına
Sevdanı usul-usul
Sevdanı mısra-mısra
Lo ben seni hapislerde sevmişim,
Yurdum benim
Şahdamarım…

Doğal olarak milliyetçilik, ölmek yiğitliği erkekten beklendiği için, ‘erkek’ söylemi üzerine inşa edilir. Huduttan hududa koşacak olan erkektir “Göğsünden vurulup tam ercesine” dizesindeki ‘er’, erkek anlamındadır ve şair  ‘göğsünden vurulma’yı yüceltirken, ‘can verme sırrına er’meyi  erkek olmanın  bir nişanesi sayıyor.

Şair bu manzumeyi Devlet’in milliyetçilik ilkesini okullarda işlerken kullanacağı bir ‘malzeme’ olarak yazmıştır. Kapıkulu şiirini çok iyi bilen Orhan Şaik, o şiirde bir büyük mecaz olan ‘gülistan’ı ‘gül bahçesi’ biçiminde kullanırken, ‘Yârin koynuna girercesine’ demekten çekiniyor; toprağa girmeyi bir ‘aşk’ mertebesine çıkarmamasının nedeni, bu manzumenin ‘okullar’ için yazılmış olmasından kaynaklanıyor. Kendisi de bir öğretmen olan Orhan Şaik, cinsel çağrışım yapacak olan ‘yârin koynu’nu kullanmaktan kaçınır. Bu manzumenin Devlet’e malzeme olarak sunulduğunun bir kanıtı da manzumenin  Devlet’in denetiminde çıkan bir dergide yayımlanmış olmasıdır.

Manzumede ilginç bir yaklaşım da vatan için ölmenin ‘şehitlik’le adlandırılmamasıdır. Bu, manzumenin yazıldı dönemde laikçiliğin gücünden kaynaklandığı gibi, Orhan Şaik’in Nihal Atsız’la birlikte ‘Turancı’ safta yer almış olmasından kaynaklanıyor. Nihal Atsız “Buyursunlar…Bizim için savaş düğündür;/ Din Arabın, hukuk sizin, harp Türklüğündür.” derken, Cumhuriyet’in kurucularının dolaylı yoldan söylediğini doğrudan söylemekte, İslamiyet’i reddetmektedir.  Milliyetçiler arasında ‘Şamanistler’ diye adlandırılan bu kişiler, Ziya Gökalp’in ünlü “Türk milletindenim/ İslam ümmetindenim/ Batı medeniyetindenim.” formülasyonundan ikincisini reddeden Cumhuriyet’le bir noktada buluşmaktaysalar da, Devlet’in, güçlü Sovyetler Birliğinin hiddetini üzerine çekmemek için Orta Asya Türkleriyle ilgili talepleri dillendirmemesine rağmen Turancıların bunu yüksek sesle bağırmaları, konjonktüre göre, kimi zaman hoş görülmüş, kimi zaman da şiddetle bastırılmıştır.

Orhan Şaik, Prof. Dr. Günay Kut’un tespitine göre 21 tanesi aruz, 29 tanesi hece, 11 tanesi de serbest ölçüyle olmak üzre toplam 61 ürün vermiştir.[5] Orhan Şaik, Kapıkulu şiirini de Osmanlı kültürünü de çok iyi bilmesine rağmen, bir milliyetçi olarak  Milli Edebiyat’a katılmış, Reaya şiirini yeniden üretmeğe çalışmıştır. Bu çabasında reaya şairlerini yakından tanımanın avantajı manzumelerinde görülür. Sözgelimi “Çağrı” şiirinde Köroğlu’nun sesini rahatlıkla yakalayabilir:

Bre koç yiğitler bre kocalar
Bir destan söyleyim, divan kurulsun!..
Böylesi destanı almaz heceler
Meydan sazlarına meydan verilsin

Orhan Şaik,Rıza Tevfik’e ulaşamasa da, Milli Edebiyatın çoğu şairinden daha  akıcı bir Türkçeyi yakalayabilmiştir.  “Bir gül bahçesine girercesine/ Şu kara toprağa girenlerindir” gibi akıcı bir dili yer yer bulur. ‘Sencileyin’ gibi bir sözcüğü cuk oturtur.

“Bu Vatan Kimin” manzumesini rahat okutan bir öğe de şairin Türkçe’nin sesine yerleşmiş 6+5=11’li bir biçim kullanabilmiş olmasıdır.

Orhan Şaik’i şairlikten alıkoyan nokta, Milli Edebiyat’a dâhil olmaktır. Çünkü Milli Edebiyat’ın savunduğu estetik artık çıkmazdadır. Gittikçe şehirlileşen bir Türkiye’de reaya sınıfının estetiğiyle yeni bir şeyler yapmak mümkün değil. Orhan Şaik, 61 manzumesinin 24’ünü 1925-1925 arasında veriyor. Beş yıl ara verdikten sonra şiire dönüyor ama ürünleri yılda bir ikiyi geçmiyor (Sadece 1938’da yedi ürün veriyor.) Tıkandığının, şiirimizdeki gelişimin çok gerisinde olduğunun bilincinde. [6] Onun için hiç ürün vermediği yıllar olmuştur.

Orhan Şaik, en büyük hizmetini eski edebiyatımız üzerine yazdığı,  önemli bir bölümünün Destursuz Bağa Girenler’de toplandığı makalelerdir.

Yasakmeyve, Eylül-Ekim 2010, S. 46

SABİT KEMAL BAYILDIRANLI


[1] Alıntılayan Cemil Koçak, “Kemalist Milliyetçiliğin Bulanık Suları”,  Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, 2. baskı içinde, s.40
[2] Agy, s.40
[3] Doç. Dr. Sedat Veyis Örnek, Etnoloji Sözlüğü, Ankara 1977, s.246,
[4] Türkçülüğün Esasları’ndan  alıntılayan: Hikmet Tanyu, Ziya Gökalp, Kızılelma, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976, s.161
[5] Orhan Şaik Gökyay, Hayatı ve Eserleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989, s.31
[6] Orhan Şaik Hoca, bütün ısrarlarımıza rağmen kendi şiirini ancak bir kere dillendirmiştir sınıfta, o da mahcup bir edayla. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder