PRENSES “İSKENDER” İLE PAMUK PRENS TÜLÛATI[*]
“Şimdi şöyle bir zamandır
Yol gösterir körler bize.”[1]
Yol gösterir körler bize.”[1]
Artık her şeyin, piyasanın meta fetişizmine endekslendiği kâbusun kollarındayız…
Piyasaya endekslenmiş sanatın “hâl-i pür melali” orta yerdeyken; “sanat” deyince, kim Albert Camus’nün, “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı”… André Malraux’nun, “Her sanat, insanın kaderine karşı bir isyandır… Ölüme karşı tek yanıt sanattır”… Dostoyevski’nin, “Ismarlama, sanatı öldürür”… Edmond Goblot’nun, “Sanat çoğu kez yenilik getiricidir ve çoğu kez devrimcidir”… Paul Klee’nin, “Sanat görüneni yinelemek değil, görünebilirlik sağlamaktır,” sözlerini telaffuz edebilir ki?
Metalaşmaya dayalı kültür endüstrisi geldiği nokta itibariyle derinlikli bir kültür yerine sığ bir kültürün yaygınlaşmasına hizmet ediyorken; her şeyin piyasaya sürülüp fiyatlandırılmak istendiği bir çağda kültür de tanrılaştırılmış piyasada alınır-satılır hâle geldi. Çok satanlar listesi, rating, prime-time, gişe rekoru, tiraj, tıklanma sayısı kültür-sanat eserlerine değer biçmede kabul gören ölçüler olarak öne çıkarken kitlelerin beğeni ve tercihi ağırlık kazanıyor...
Tam da bu noktada Başbakan Erdoğan’ın, “makam aracında okuduğu kitap” olarak lanse edilen ‘Kültür Endüstrisi, Üç Yanlış Bir Doğru’nun yazarı Doç. Dr. Abdurrahman Çelik’e göre, “Türkiye’de sanat üreten sistemin yenilenmesi gerekiyor.” Çünkü, “İngiltere’nin kültür endüstrisinden yıllık 180 milyar euro civarında geliri var. Biz de ise bu rakam 18-20 milyar TL. civarında. Eğlence ve sanat sektörünü daha profesyonelce yapılması lazım”dır!
Evet, artık her şeyin bir fiyatı vardır; her şey satılıktır…
Tam da bu güzergâhta, sanattan edebiyata, beşeri olan her şey: “Textikê rizî bizmar nagire/ Çürük tahta çivi tutmaz,” diyen Roman; “Qantir na zê, xwê şîn nayê/ Katır doğurmaz, tuz yeşermez,” “Av bi bêjingê nayê civandin/ Elekle su toplanmaz,” diyen Kürt; “Rovî nabe şêr/ Tilki aslan olmaz,” diyen Ezidi; “Boş çuval dik durmaz,” diyen Özbek; “Bizmarê xwar ji nû ve rast nabe/ Eğrilmiş çivi yeniden düzelmez!” diyen Ladino Atasözü’nün betimlediği üzeredir…
* * * * *
Şimdilerin “postmodern zamanları”nda artık Stendhal’dan, Kafka’dan, Dostoyevski’den, Charles Dickens’den söz etmenin bir “anlamı kalmamıştır”!
Oysa Stendhal’ın ‘Parma Manastrı’nda anlattığı Alpler, İtalya, entrikalar sizi alıp romanın içine çeker. İçinizde anlamlandıramadığınız bir sevinç dalgası yaratır.
Kafka’nın ‘Dönüşüm’ü ruhu titretir. Benliğinize değişimle gelen korkuyu aşılır.
Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceleri’ aşkın hâllerini sorgulatır kendinize.
Charles Dickens’ın ‘Oliver Twist’i bir çocuğun trajedi dolu hayatının insanı nasıl acıttığını imgeletir.
Sonra ‘İnce Memed’, vd’leri.
Yani böylesi roman(lar) insanı kalbinin/ beyninin tam ortasından vurur. Hayatın dehlizlerinde yol açan pusula olur.
Ancak şimdilerin “postmodern zamanları”nın bunlara gereksinimi yoktur…
O hâlde gelsin Fethullah Hocacı Cüneyt Özdemir’in, “Bugüne kadar Elif Şafak’ın da başını çektiği, Orhan Pamuk gibi pek çok popüler romancıya, basına verdikleri röportajların çokluğu nedeniyle ağır eleştiriler getirilmişti. Elif Şafak bu eleştirilere aldırmadığı gibi çıtayı bambaşka bir yere taşımış durumda,” diye ambalajladığı medyatik prens (Orhan Pamuk) ile prenses (Elif Şafak)…
Her şey medyatik bir ambalaj, kof bir görüntü ve onu tezgâhlayan reklamdır artık…
Yani Amy Winehouse’un, 2003’te piyasaya çıkan ilk albümü ‘Fuck Me Pumps/ Beni Becer Ayakkabıları’ şarkısında, “When you walk in the bar and you’re dressed like a star/ Rockin’ your F me pumps/ And the men notice you with your Gucci bag crew/ Can’t tell who he’s looking to/ ‘Cause you all look the same, everyone knows your name/ And that’s your whole claim to fame/ Never miss a night ‘cause your dream in life/ Is to be a footballer’s wife,” dediği gibi!
Türkçesini söylersek: “Bir yıldız gibi giyinmişsin, bara giriyorsun/ Ayağında Beni Becer Ayakkabıların salınıyor/ Gucci çantalı tayfanla fark ediyor erkekler seni/ Kime baktıklarını anlayamıyorsun bile/ Çünkü hepiniz aynısınız ve herkes adını biliyor/ Bu senin meşhurlukta tek iddian/ Hiçbir geceyi kaçırmıyorsun, çünkü hayattaki hayalin/ Bir futbolcunun karısı olmak.”
* * * * *
H.G. Wells’in, “Reklamlar, meşrulaştırılmış yalanlardır”; Marshall McLuhan’ın, “Reklamlar, XX. yüzyılın mağara sanatıdır; Sinclair Lewis’in, “Reklam ekonomide değerli bir etkendir, çünkü malı satmanın en ucuz yoludur, özellikle de mal beş para etmiyorsa”; Zelda Fitzgerald’ın, “Bizler, Amerikan reklamcılığının sonsuz vaatleri üstüne düşler kurarak yetiştik. Örneğin, ben hâlâ insanın mektupla piyano çalmayı öğrenebileceğine ve yüzüne çamur sürerek güzelleşebileceğine inanırım”; Daniel J. Boorstin’in, “Reklamlarla ilgili temel sorunlar, bizi ‘aldatanların’ ilke tanımazlığından çok bizim aldatılmaktan zevk almamızdan, ayartma isteğinden çok bizim ayartılma isteğimizden kaynaklanıyor,” çözümlemeleriyle betimlenen reklam modanın tezgâhlanmasından başka bir şey değildir…
Ancak reklamla devreye sokulan modanın piyasa edebiyatındaki rolü, prens (Pamuk) ile prenses (Elif)’in marifetleri kişiliğinde karşımızdadır!
“Aslına bakarsanız edebiyat ve moda yanyana gelmemesi gereken iki kelime. Aynen bilim ve moda, tıp ve moda, din ve moda gibi. Ama neylersiniz ki, o kadim edebiyat gelenekleri de bu çağın moda akımlarının saldırılarına maruz kalıyor.”[2]
Reklam ürünü “bestseller”, edebiyatın “ölçütü” kılınmaya başlıyor…
Tam bu noktada sözü Selim İleri’ye bırakıyorum:
“Tuhaf insanlar var, ‘Kitabınız kaç adet basıldı?’ diye soruyorlar.
Yazarların tutumları da ilginç... Yazarlarımızın, bazı yazarlarımızın konuşmalarını, söyleşilerini, yanıtlarını çoğu kez şaşırarak okuyorum. ‘Çok satmak suç mu?’ diye soruyorlar. ‘Suç’ olmadığını, suç olamayacağını elbette biliyorlar. Fakat bir yandan da öteki ‘üç beş bin okur’a gözlerini dikmişler. Onlardan niye ses çıkmadığına küskünler herhâlde.
Edip Cansever ‘Sonrası Kalır’ diyordu:
‘Ne kalır ne kalır/ Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan/ Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır/ Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır’...
Belki bu dizeleri yazdığı için Edip Cansever şiiri bugün de yaşıyor…
Edip Cansever’in şiirine dönüyorum:
‘Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır/ Asıl bu kalır.’ Evet, ‘asıl bu’...”
İyi de Elif Şafak’ın -bol reklamlı- ‘İskender’den ne kalır, sizce?
Bugün başlasanız iki güne bitirirsiniz ‘İskender’i… Aklınızda ne kalır? Hiçbir şey. Tıpkı ‘Aşk’ gibi! Ama tam da halkın istediği şey bu! Kafasını yormaya gerek yok!
‘İskender’ hatırlanmayacaktır; unutulup gidecektir!
Durum, tamı tamına buyken; reklam ürünü “bestseller”in, “asıl mesele”yi anlamasının mümkün olmadığı piyasa edebiyat(sızlık)ının “hâl-i pür melali”, dilin de “dil” olmaktan çıkarıldığı bir momente denk düşer…
Oysa “Dil, bir alıntılar toplamıdır,” J. L. Borges’in ifadesiyle…
Dilsiz düşünce olabilir mi?
Olamaz demiş, dilbilimci Whorf. Hipotezine göre “Dil düşünceyi belirler.”
Ya da “Dille dünyalar kurulur. Edebiyat dediğimiz şey de budur aslında: Dil ile yeni, bilinmedik bir dünya kurmak”…[3]
Ancak paranın edebiyat üzerinde kurduğu egemenlik, olması gerekenleri “olanaksız” kılarak, medyatik prensesi öne çıkarır!
* * * * *
Bilmiyor olamazsınız!
1998’de yazdığı ‘Pinhan’, 2000’de ‘Mahrem’, 2002’de ‘Pit Palas’, 2004’de ‘Araf’, 2006’da ‘Baba ve Piç’…
‘Baba ve Piç’te değindiği Ermeni meselesiyle ismini daha da duyurdu.
Elif Şafak tamamen popülerliğe ve ticari yazarlığa soyundu. Aslında bunun sinyallerini ‘Baba ve Piç’le vermeye başlamıştı. Gündem neyse, piyasa ne gerektiriyorsa o konuları gündeme aldı.
Örneğin ‘Siyah Süt’ ve peşinden ‘Kâğıt Helva’, ‘Aşk’ gibi…
Piyasa neyi istiyorsa onu yazmaya başladı…
“Son” mamûlat ‘İskender’ de bunlardan biri…
Siz bakmayın, “medya gülü” Nagehan Alçı’nın, “Sarsan ve düşündürten bir kitap ‘İskender’. Elif Şafak’la ilgili onca magazinsel dedikodunun gölgelemesine izin vermeyin,” demesine… Malum; bozacının şahidi daima şıracı(lar)dır!
Her neyse…
‘İskender’ kitabının özeti kısaca şu:
1970 sonlarında, İskender ve annesi Pembe’nin çevresinde geçen hikâye İstanbul, Londra, Abu Dabi gibi farklı şehirlerde geçiyor.
Romanın hikâyesi, bir Kürt köyünde yaşayan Pembe’nin evlenip önce İstanbul’a sonra Londra’ya göç etmesine dayanıyor. Pembe üç çocuklu ailesiyle, İstanbul’da ve Londra’daki göçmenlerin hayatını gözlemleme fırsatını buluyor.
Kitabı özetleyen cümle, “En çok en sevdiklerimizi incitiriz” olarak lanse edilirken; Gamze Demir’e göre de ‘İskender’de “En sık sorgulanan cinsiyetçi ideoloji ve onun fallus merkezciliği…”
Öncelikle ‘İskender’deki kurgu yine okuru zorluyor... Çünkü zamanlar ve mekânlar arasında inanılmaz yoğun bir trafik var:
Bir bakıyorsunuz 1992’de Londra’dasınız; aniden 1946’da Fırat Nehri yakınlarındaki bir köyde buluyorsunuz kendinizi... Ama okumaya fazla ara vermezseniz, bu kurguya da alışıyor ve olayları izlemekte zorlanmıyorsunuz.
İskender; daha önce belki binlerce kitaba, filme, oyuna konu olmuş “töre cinayetleri”nden birini anlatıyor...
Hepsi elbette bu değil; bir şey daha var ve onu da Çağdaş Günerbüyük şöyle ifade ediyor:
“Her şeyin adını doğru koymak gerek. İskender’e tutup Alexander demek olmazsa, bu da öyle.
Elimde tuttuğum kitabın kapağında ‘Türk Edebiyatı’ yazıyor. Bu ifadenin normal koşullarda, yazarının uyruğu ya da bahsettiği konuyla değil, kitabın yazıldığı dille ilgili olduğunu herkes bilir. Ama kaç kitaptır Elif Shafak’ın yayıncıları öğrenemedi. Yazar, Türkçe yazmıyorsa Türkiyeli olması, olayların bazen Türkiye’de geçmesi bunu değiştirir mi?
İngilizce yazılıp da Türkçeye çevrilmiş bir kitabın yazarının adının doğrusu bu: Elif Shafak. Türkçe’den bildiğimiz isimlere benziyor diye, Shafak’ın göçmen edebiyatı kulübünden Afganistanlı arkadaşı Khalid Hosseini’nin adını Halit Hüseyni diye çevirmek ne kadar yanlışsa, o da öyle. Kitabın orijinal dilinde yazarın adı olarak ne yazıyorsa, bizim alfabemizdeki yazılışını korumaktır doğru olan. Elif Shafak’sa, Shafak.
Kitabı orijinal dilinden okumadığımıza göre, çeviri yazar tarafından onaylansa, hatta kendi ifadesiyle ‘yeniden yazılsa’ bile (Öyleyse neden çeviri ve çevirmenin adı var?), kitabın diliyle uğraşıp çevirmen Omca A. Korugan’ı eleştiriye tutmaya insanın gönlü razı olmuyor. Hani, nasıl diyordu köyünden çıkmamış Türkçesi zayıf Kürt kadını; ‘Korkarım herkes gibi insanım ben de’.[4]
Kitabın ‘Türk Edebiyatı’ kategorisinin çelişkileri bir yana, Batılı okuru cezbetmek için yazılmış satırların arasında kaybolan Türkiyeli okurun kendisini enayi gibi hissetmesi daha fena. Çünkü çok belli, bu kitap bize yazılmamış. Ama öyleymiş gibi tantana yapılıyor.”[5]
* * * * *
Elif Şafak’ın, intihal suçlamasıyla karşı karşıya kalan ‘İskender’i, bir türlü ısınamadığım, okurken üzerime bir ağırlık çöken kitaplardan…
Adı ünlüye çıkartılan, yurtdışında “ödül”lendirilen kimi yazarların anlatımı bana, daima bir çevirmenin kaleminden çıkmış izlenimi verirken; okumadan bir “zevk” alınamıyorsa, bundan sonrasının eleştirisine dair daha fazla ne denilebilir ki?
Bu konuda “Elif Şafak’ın son kitabı ‘İskender’i okumaya başladım, sıkıldım,” diyen Burak Kara ekliyor:
“Sonra okudum ki, ‘İskender’de ‘intihal’ varmış!
‘İntihal’, Türkçe deyişle, ‘aşırma’, ‘çalıntı’...
‘İskender’, İngiliz yazar Zadie Smith’in, ‘İnci Gibi Dişler’ başlığıyla 2001’deTürkçe yayımlanan ‘White Teeth’ ile benzerliği, esinlenmenin ötesinde.
Karşılaştırmaların saptadığı ‘benzerlik’ler, sizi ‘intihal’e götürüyor.
Meraklısı bir göz atsın yeter…
‘İnci Gibi Dişler’in çevirmeni Mefkure Bayatlı da, Elif Şafak’ın, Zadie’nin kitabının şablon alan bir kitap yazdığı iddiasında. Ayrıca, Elif Şafak’ın ‘esinlenme’nin ötesine geçtiğini, ‘uyarlama’ yaptığını söylüyor:
‘Hiç şaşırmadım. dünya edebiyatını bir tek onlar takip ediyor, kimse bilmiyor diye düşünüyorlar. Ama Türkiye’de edebiyattaki başka kitaplardan etkilenmeleri, yapılan intihâlleri araştıran ve bilen insanlar var.”
İyi de Elif Şafak ne (mi) diyor bu işe?
“Türkiye’de örtük bir elitizm var,” diyen Elif Şafak, yapıt(lar)ına yönelik “kültürel elitin saldırıları”ndan da şikayetçi oluyor!
İstanbul Modern’deki ‘Sözünü Sakınmadan’da Elif Şafak, ‘İskender’ hakkındaki intihal iddiasına, “Bu benim sekizinci romanım ve 11. kitabım. Bu işi yeni yapmaya başlamadım… Edebiyat eleştirisinden ziyade magazinel şeyler çıkıyor ortaya. Bir polemik yaratma çabası var,” yanıtını veriyor!
Ardından da “Katı laik bir aileden tasavvufa yürüdüm,” vurgusuyla Elif Şafak “Suçlamaları ciddiye almıyorum. Bu kitapta alın terim ve hayal gücüm var, okurum beni bilir…”
“Eleştiri kötü bir şey değil ki, yeter ki iyi niyetle, saf bir enerjiyle yapılsın. Basında pek çok şey yazılıp çiziliyor, kimi olumlu kimi hırçın, bu da gayet doğal. Madem ki çeşit çeşit insan var, çeşit çeşit fikir olacak elbette. Ben iyi niyetli eleştiriye her zaman kıymet veririm…”
“Hakiki edebiyat okurundan gelen her türlü eleştiriyi, önemserim, ciddiye alırım. Onun dışındaki klişe eleştirileri dinlemem…”
“Kapağa sürahi de koysam eleştirilirdim…” “İntihal yok kıskançlık var…”diyor mesela…
Meselaları bir yana bırakırsak: “Telif ajansları Elif Şafak ve Zadie’yi inceleyecek”![6]
Hem de Erdoğan’ın basın danışmanlığını yapan Akif Beki, “… ‘İlham almak başka, intihal başka şey. Elif Şafak aşırma yapmaz, fikren etkilenmiştir canım’ demek dahi, bu gayriciddi gevezeliklere bir tartışma havası, bir ciddiyet süsü katmak olur.
“Çekememezlik, kıskançlık ve haset! Türkiye’de Elif Şafak değil, İngiltere’de Shakespeare olsanız da yakanızı bırakmıyor bu lanet duygular,”dese de!
Şafak (ve taraftarların)ın tepkileri; Susan Sontag’ın, “Eleştirinin işlevi yapıtın ne anlama geldiğini göstermek değil, nasıl o şey olduğunu, hatta onun o şey olduğunu, göstermek olmalıdır,” gerçeğine yabancı olması yanında; Mutlu Tönbekici’nin, “Profesyonel bir yazarın 12. kitabı gibi değil de amatör bir yazarın birinci kitabı gibi. Bu kitapla Doğan Yayınlarına Elif Şafak değil de Fatma Falanca gelseydi yine basarlar mıydı acaba derin şüpheler içindeyim”; Cem Küçük’ün, “Kimse ondan Ulysses, Kırmızı Pazartesi, Savaş ve Barış, Karamazov Kardeşler yazmasını beklemiyor. Ama böyle de olmamalıydı,” eleştirilerinin de muhatabıdır…
* * * * *
Reklamcılarla, reklam mamûlatı “ürünlerin” ve “üretenlerin” yani piyasa edebiyatçılarının, “bestseller”cilerin bunları anlaması, elbette mümkün değildir…
Oysa Tomris Uyar, “Derdiniz iyi edebiyat yapmaksa okurun beğenip beğenmemesi sizi çok ilgilendirmez. Best-seller’ı herkes beğenir. Herkesi altına alan, bütün eğilimleri kapsayan bir şemsiye nasıl olmazsa, bütün eğilimlere cevap veren roman da olmaz,” diye uyarırdı…
Andre Gide, ‘Tohum Ölmezse’ başlıklı özyaşam öyküsünde şöyle derdi: “Kendimi olduğundan daha erdemli göstermek istemiyorum.
Şöhret kazanmayı tutkuyla arzu ettim, ama genelde sunulduğu şekliyle popüler başarının hileli bir taklitten başka bir şey olmadığını çok çabuk gördüm.
Ben hak ederek sevilmek istiyorum ve yanlış yere bahşedildiğini hissettiğim övgüler canımı sıkıyor. Kurgulanmış lütuflar da beni memnun edemez. Size sipariş üzerine sunulan ya da çıkar ilişkilerinin dayattığı şeylerden nasıl zevk alabilirsiniz?
Minnettarlık yüzünden, yapacağım eleştirinin önünü kesmeye ya da iyi niyetimi harekete geçirme amacıyla övüldüğümü düşünmek bile övgünün tüm değerini bir anda yok eder; artık istemiyorum bunu.. Çünkü benim için en önemli şey, yaptığım çalışmanın gerçek değerinin ne olduğunun bilinmemesidir ve kısa süre sonra solup gitme tehlikesi taşıyan defne dalından bir taçla hiç işim olmaz…”
Yine B. Shaw da, “Dürüst olursam, yoksul bir insan kalırım. Kimse saygı göstermez, kimse hayranlık duymaz, kimse selam bile vermez bana. Ama atılgan, açgözlü, acımasız ve varlıklı olursam, herkes saygılı davranır, değer verir, yakınlık gösterir, önümde eğilir.. Ancak o zaman, dürüst olma lüksünü göze alabilirim işte!” diye eklerdi…
‘Sosyalizm ve İnsan Ruhu’nda Oscar Wilde, “Aslında geniş okur kitlesinin sağlıklı dediği popüler roman, her zaman, tamamen sağlıksız bir üründür; okur kitlesinin sağlıksız dediği ise her zaman güzel ve sağlıklıdır…” notunu düşerken; F. Nietzsche de uyarmıştı: “Uygarlık tarafından yokedilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz”!
Elif Şafak ile Orhan Pamuk bunlardan haberdar mıdırlar?
Ya da “Sanatçı sözü üstün nitelikten çok yaratıcılıkla ilgili. Bir yapıt yaratıp ortaya koyuyorsanız, sanatçısınız…
Aslında ‘sanat’ı ‘ulvi’likten çok, ‘sorumluluk’la bağdaştırıyorum.
Sanat dallarında her yaratıcının ‘sanatçı’ sayılmasını da pek içime sindiremiyorum. Söz gelimi, Yaşar Kemal gibi has bir sanatçının, uyduruk ‘best-seller’ler karalayan, anlattığının değil, kullandığı dilin bile sorumluluğunu önemsemeyen herhangi bir gençle aynı sıfatı taşımasını benimseyemiyorum,”diye haykıran Ülkü Tamer’in satırlarından…
Veya İtalya’nın önemli yönetmenlerinden Ettore Scola’nın, “Artık üretim ve dağıtım süreçleri benim mantığımla uyuşmuyor” diyerek sinemayı bıraktığından… Ve Gerard Depardieu ile beraber bir film hazırlığında olan Scola’nın, “Artık üretim ve dağıtım süreçleri benim mantığımla uyuşmuyor. Benim için, seçme ve vazgeçme özgürlüğü en temel şey. Kendimi yavaş yavaş piyasanın kurallarına uymak zorunda hissettim ve özgürlüğümü kaybetmeye başladım” demesinden!
Evet, evet Elif Şafak ile Orhan Pamuk bunlardan haberdar mıdırlar?
“Türkiye’de azıcık farklı, yenilikçi işler yapan herkese uluorta saldırılmasından bıktım, bıktık. Bizde ne yazık ki insan karalamak, başkalarını küçüksemek çok kolaydır,”diye “dert yanan”(!) Elif Şafak’ın kitap kapağındaki “erkek pozu” ile piyasacı pazarlama görselliğiyle edebiyata müdahalesi, edebiyatı “edebiyat” olmaktan çıkarıp, hızla tüketilen bir reklam nesnesine tahvil etmektedir…[7]
Fatoş Karahasan’ın, “Elif Şafak’ın yeni romanı “İskender” 200 bin rekor baskısıyla çıktı. Bazı eleştirmenler, pazarlama-edebiyat ilişkisinde kantarın topuzunun kaçtığını, yazarın tanıtım çabalarının kitabın önüne geçtiğini ve edebi değerini düşürdüğünü dile getiriyorlar. Oysa, Elif Şafak geniş kitleler için üretim yapan bir yazar. Belli ki çok okunan kitapları olsun istiyor. Bunun için marka yönetimini bizzat kendisi üstleniyor,” türünden “sirkatine” karşın; Sibel Asna bu “durumu”(?), “Önce, çok okunan bir gazeteciye hafif provokatif bir röportaj verilecek, ardından bir-iki televizyon kanalı, bütçe varsa billboard kampanyası veya tam sayfa reklam, ardından kitap piyasaya” diye özetleyip, soruyor: “Pazarlama taktikleri her alana egemen olmadı mı? Adı en çok duyulanın peşinde değil mi bu toplum?”
Soru(n) buradayken; Semih Gümüş, “Popüler kültür ikonu olmak bir seçim… Bugün, bir edebiyat yapıtı, özellikle roman, artık aynı zamanda bir ticaret ürünü”; Ömer Türkeş de, “Bunlar satış tekniği edebiyatla ilgisi yok,” diye özetliyorlar bu hâli!
* * * * *
Aslında buraya dek prenses (Elif)’e dair dediklerim, “Ödüller hayatımıza renk veriyor,” diyen prens (Pamuk) için de geçerlidir…
Kolay mı? Her ikisi de piyasa edebiyatının en yetenekli pazarlama ve reklamcılarındandır…
Örneğin, “Artık her şeyi hoşgören ihtiyarlar gibi, kurmaca ile gerçeği birbirine karıştırmamıza olgunlukla gülümsedik. Bu yanılsamaya, romanların gerçeklik kadar hayal gücüne de dayandığını unuttuğumuz için değil, romanlar okura bu yanılsamayı yaptırdığı için kapıldığımızı seziyorduk. Romanları aslında tam da bunun için, gerçeklikle hayal gücünü birbirine karıştırmak için okuduğumuzu da anlıyorduk şimdi. O sırada hissettiğimiz şeye, aynı anda hem saf hem düşünceli olma isteği diyebilirim. Roman okumak, tıpkı roman yazmak gibi bu ruh hâllerinin birinden diğerine sürekli gidip gelmektir,” diyen Orhan Pamuk’un, Harvard Üniversitesi’nde verdiği “Norton Dersleri” notlarından oluşan ‘Saf ve Düşünceli Romancı’ daha piyasaya çıkmadan kimilerinin ayakta alkışladığı reklam teknikleriyle biçimlendiriliyor…
Mesela Asuman Kafaoğlu-Büke, “… ‘Saf ve Düşünceli Romancı’, edebiyat üzerine okuduğum belki de en kışkırtıcı ve çekici metinlerden biri. Kışkırtıcı, çünkü daha önce düşünmediği şeyleri düşünmeye itiyor okuru; çekici çünkü Orhan Pamuk’un kendini sakınmayan stili ve açıklığı, okuru büyülüyor,”[8]derken; Kaya Genç de ekliyor:
“Harvard Üniversitesi’nde verdiği konferansları kitaplaştıran Orhan Pamuk, ‘Naif ve Duygusal Romancı’ başlıklı yeni çalışmasında roman sanatının resimle bağlantılarını tartışıyor, kendi roman anlayışının ipuçlarını veriyor ve romanların ‘merkez’inde ne olduğu sorusunu soruyor.”[9]
Dikkat edin! Okunmamış bir kitap hakkında yazılıyor bunlar!
* * * * *
Kapitalist kültür endüstrisi sanatta star sistemini biçimlendirip, sürdürürken; prens (Pamuk) ile prenses (Elif) postmodern zamanların ihtiyaç duyduğu türden -üretilmiş!- “kahramanlar”dır!
Mesela ‘The Guardian’dan Jonathan Jones’in, “… ‘Benim Adım Kırmızı’ romanının sanat tarihi üzerine yazılmış en etkileyici eserlerden biri” olduğunu belirttiği Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, Türkiye’de gazetecilerin tutuklanmasını kabul edilemez bulduğunu; hükümet yanlısı gazetelerin bile bu tutuklamaları eleştirdiğini söyledi.
Amerikan PBS televizyonunda ünlü sunucu Charlie Rose’un sorularını yanıtlayan Pamuk, bir soru üzerine, Türkiye’de laikliğin gerilediğini düşünmediğini söyledi.
Ayrıca da, “Türkiye’nin bir başrol oyuncusu olduğunu, çevresindeki Arap ülkelerinde yaşananların ise kendisini ağlatacak kadar hüzünlendirdiği” vurgusuyla Pamuk, 12 Haziran 2011 seçimlerinde oy kullanmak üzere Türkiye’ye dönmeden önce İtalyan ‘La Repubblica’ gazetesinden Marco Ansaldo’ya verdiği demeçte, “Türkiye, her zaman bir başrol oyuncusu. Bunu kültürüyle, sanatıyla, filmleriyle ve politikasıyla görüyoruz. Buna bir örnek; son dönemde ülkemin çevresinde yaşanan olaylar” diye ekledi…
Hayır, hayır bunlar muhalif siyaset falan değil, olsa olsa AKP yanlısı liberal maruzatlardır!
Bu noktada yine Çağdaş Günerbüyük’ün kimi tespitlerine müracaat edelim:
“Orhan Pamuk bir röportajında demiş ki; ‘Türkiye’de kitaplarımdan çok röportajlarım yüzünden saldırıya uğradım. Türkiye’de siyasi polemikçiler ve köşe yazarları roman okumazlar bile.’[10]
Bu pek yadırganacak bir şey değil tabii. İnsan fikirlerini röportajlarında, yazılarında romanlarından daha net açık ediyor, hâliyle. Sadece saldırı ya da polemik merakında olsunlar olmasınlar, okurların artık Nobel Ödüllü yazarın yazılarını, röportajlarını, denemelerini, konuşmalarını, kitaplarının çıkarılan kısımlarını bir arada okuma şansları var. Manzaradan Parçalar, ‘Hayat, Sokaklar, Edebiyat’ alt başlıklı bu son Orhan Pamuk kitabının adı.
Kapağında, Pamuk’un Kar romanı için Kars’ta bir kahvede vatandaşlarla görüşürken çekilmiş bir fotoğrafı var. Kapağın vadettiği gibi, kitapta Orhan Pamuk’un romanlarına nasıl hazırlandığına dair epey yazı bulmak mümkün. Romancıyı böylelikle daha yakından tanırken, onun edebiyata ve hayata ilişkin düşüncelerinin de ifadeleri kitapta bolca yer alıyor.
Kiminin ilgisini Pamuk’un babası çekiyorsa, onunla ilişkisi de var, gezilerinden notlar da var, tabii ki Nişantaşı’ndaki çocukluğu da, kitaplığı hakkında bilgiler de. Buna epey politik yazılar da dahil.
Kışkırtıcı başlıklı bir tanesi; ‘Ezilenlerin Siyaseti’. 2001’de, 11 Eylülün üstünden çok vakit geçmemişken Almanya, İngiltere ve ABD gazetelerinde yayınlanan bu yazıda, Batının ‘anlayışsızlığı’na verip veriştiriyor yazar. 11 Eylül sonrasında İstanbul’da tanık olduğu tepkilerin nasıl anlaşılabileceğinden yola çıkıyor: ‘(...) Dünyanın fakir milletlerinin, kenarda köşede kalmış ve kendi tarihleri konusunda bile karar veremeyen uluslara mensup milyonlarca insanının, körü körüne de olsa, Amerika’ya neden böyle öfkeli olduklarını anlamak işimiz olmalı.’[11]
Orhan Pamuk romanlarının dünyada bu topraklara dair yaşamları, fikirleri, tarihleri daha çok Batılı okura anlatmak gibi bir işlevi oldu bugüne kadar. Bu nedenle romancının öfkeyi anlamak üzerine söyledikleri, zaten bize değil, batıya dönerek söyledikleri anlamlı. Ama sanki emperyalizmin hem farkında olup hem de ona karşı biraz fazla ‘anlayışlı’ bir üslubu olduğunu açık açık yazdığı bir yazı olmuş, Ezilenlerin Siyaseti. Ezilen ülkelerin yoksulluğunu, halklarının ‘Babasının ve dedesinin kabahati ve akılsızlığı’[12]ile açıklayacak kadar ezilenlerden yana olmayan bir bakış açısı olduğunu itiraf bile ediyor…”[13]
Evet, “üç aşağı, beş yukarı” prens (Pamuk) bu…
Bu da ister istemez Onun hakkında dillendirilen şu soru(n)lara haklılık kazandırıyor!
“Acaba Dostoyevski’nin, siyasal görüşleri ve duruşu nedeniyle, yirmili yaşlarında idama mahkûm edilip çarın bağışlamasıyla infazdan son anda kurtulduğunu; yaklaşık on yıl Sibirya sürgününde kaldığını biliyor mu?
Aynı Dostoyevski’nin tüm yaşamı boyunca ülkesi Rusya’da yaşanmakta olanların tam içinde yer aldığından, her zaman siyasal bir duruşu olduğundan ve ‘Rusya’nın dışındayken sanki kafam çalışmıyor, düşünemiyorum...’ dediğinden haberli mi?
Orhan Pamuk yayına hazırladığı yazarlardan Tolstoy’un monarşiye, orduya, kiliseye, kurulu düzenin baskıcı bütün kurumlarına karşı savaşımından, bu nedenle başına gelenlerden ne ölçüde haberli?
Örneğin Çehov’un, verem hastası iken, gözlem yapmak ve gördüklerini yazmak amacı ile, Rusya’da ağır cezalı mahkûmların gönderildiği Sahalin Adası’na gittiğini, dönüşünden sonra da ‘Sahalin Adası’ adlı ürpertici kitabını yazdığını biliyor mu?”[14]
* * * * *
Burada duruyor ve Rudyard Kipling’in ‘If/ Eğer’ başlıklı dizelerinden, “If yo can keep your head when all about you/ Are loosing theirs and blaming on you...” yani Türkçesiyle “Eğer çevrendeki herkes aklını yitirip,/ Bunun nedenini de senden bildiklerinde başını dik tutup sağduyunu kaybetmezsen...” satırlarının altını çizerek; ancak ve ancak o zaman, sizi “prens/ prenses” tülûatıyla ya da “jingle” massedemeyeceğini bir kez daha vurguluyorum!
TEMEL DEMİRER
N O T L A R
[*] İnsancıl, No:256, Kasım 2011…
[1]Teslim Abdal.
[2]Zülfü Livaneli, “Edebiyat Modaları”, Vatan, 4 Eylül 2011, s.5.
[3]Turgay Fişekçi, “Dil Bir Dünyadır”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2011, s.16.
[4]Elif Şafak, İskender, Çev: Omca A. Korugan, Doğan Kitap, 2011, s.261.
[5]Çağdaş Günerbüyük, “Elif Shafak”, Evrensel Hayat, 28 Ağustos 2011, s.8.
[6]Burak Kara, “Telif Ajansları Elif Şafak ve Zadie’yi İnceleyecek”, Vatan, 5 Ağustos 2011.
[7]“Elif Şafak’ın ‘İskender’ adlı kitabının kapağını hazırlayan Alametifarika Reklam Ajansı’ndan Uğurcan Ataoğlu, çekimlerin perde arkasında yaşananları Habertürk’le paylaştı.
Şafak’ın ‘İskender ‘ romanının kapağının ‘Genius Within: The Inner Life of Gleen Gould’ belgeselinin afişine çok benzediği öne sürülmüştü.
Elif Şafak, o dönemde Londra’da kitabını bitirmeye yoğunlaştığı için fotoğraf çekimleri Londra’da yapıldı. Sabah 09.00’da başlayan çekimler, akşam 21.00’e kadar tam 12 saat sürdü.
Ekip, çekimin yapılacağı günün sabahı erken saatte bir araya geldi ve önce Elif Şafak ‘a erkek makyajı yapıldı. Sonra 70’li yıllara göre önceden hazırlanan erkek peruğu takıldı. Ense uzun bulununca Elif Şafak sandalyeye oturdu ve gazetesini okurken bir güzel erkek tıraşı oldu. Ardından bitpazarından seçilen kıyafet kombinasyonlarını tek tek giyinerek denedi.
Elif Şafak şekil olarak ‘erkek’ olunca, ‘beden dili’nin de erkek olması için prova yapıldı. Erkek gibi nasıl yürünür, oturup kalkılır, uzun uzun prova edildi.
Şafak’ın erkek gibi olabilmesi için, kaşlarını çatması, içinden küfür etmesi istendi. Boks eldiveni giyip karşılıklı boks maçı yaptı. Çünkü romandaki İskender karakteri de boks yapıyor. Üç dört farklı kıyafetle ayakta, sandalyede, yolda yürürken, erkekler gibi çömelirken fotoğrafları çekildi.” (Ümran Avcı, “İşte Elif Şafak’ın ‘Erkek’ Hâlleri”, HaberTürk, 8 Ağustos 2011.)
[8]Asuman Kafaoğlu-Büke, “Orhan Pamuk Sırlarını Açıklıyor”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:547, 9 Eylül 2011, s.13.
[9]Kaya Genç, “Romanın Merkezine Seyahat”, Radikal, 30 Ocak 2011, s.33.
[10]Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar, İletişim Yay., s.519.
[11]yage, s.485.
[12]yage, s.486.
[13]Çağdaş Günerbüyük, “Pamuk’un Manzarası”, Evrensel, 7 Ekim 2010, s.10.
[14]Ataol Behramoğlu, “Orhan Pamuk Bey Şimdi Nerede?”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2011, s.6.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder