Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ocak 2012 Salı

YAVUZ AKÖZEL: Benim Memleketim Neresi?



BENİM MEMLEKETİM NERESİ?


 
Beni bu yarı boş eve bırakıp gittikten sonra, perdesini araladığım camın önüne oturup, gelen geçen araba selini saatlerce gözledim. Bir-kaç tane sigara içtim, poşet çay yaptım kendime. Sonra karanlık çöktü. Penceremin hemen önünde uzanan Ljubljana-Zagrep autobahnı sessizce akıp giden bir ışık seline döndü. Ağzımın içi, çay ve sigara içmekten kupkuru olmuş. Daha bavulumu dahi açmadım, elimi yüzümü dahi doğru dürüst yuğmadım. Hep gözleyip durdum; geçmişi, şimdiyi ve geleceği.

Lambayı yakmak içimden gelmiyor. Böyle sessizliğimde oturmak, böyle sessizliğimde fırtına gibi gelip geçen geçmişimi düşünmek, yaşamımın en derin anlamlarından biri olan, evet, biricik kızımı düşünmek! O ayrılık anını, o çaresizliği, mutsuzluğu ve acıyı... Odanın içi karanlık, araba farlarından yansıyan ışıklar odanın karanlığını bir an delip, gizemli görüntülülerle gölgeler oluşturuyorlar. İki sandalye, üzerinde oturduğum çek-yat divan, küçük bir kitaplık ve örtüsüz tahta masadan oluşan beyaz badanalı odada bu gölgeler gerçekten sessiz bir umudun son çırpınışı gibi geliyor bana. Öylesine yalnızım ki!

Beni zorladı mı desem? Bir zorunluluk muydu desem? Nihayetinde bir kopuştu bu. Radikal ve hain bir kopuş.

Ayrı ülkelerin insanlarıydık. Ben Slovenia’dan o ise Türkiye’den. Anlaştığımız dil ise ne Slovence ne de Türkçe’ydi. Tanıştığımız, evlenip birlikte yuva kurduğumuz ülkenin yani Almanya’nın yarım yamalak öğrendiğimiz diliydi.

Her ne olursa olsun, yarım-yamalak öğrendiğimiz bu dile yüreğimizden sel gibi akan bir aşk ve sevgiyi ekleyince hiçbir sorun kalmıyordu, birbirimizi çok iyi anlıyorduk.

Güzel, çok güzel günlerimiz oldu. Sıcak yaz günlerinde Dillenburg’un yamaçlarındaki çam ağaçlarının gölgesine uzanıp 45 No’lu Autobahndan akan arabaları özlem dolu bir buruklukla gözlerdik. Bu Autobahn hem beni hem de kocamı yıllarca ayrı düştüğümüz memleketimize ulaştıracak yoldu. Bagajlarını yükleyip yola dizilmiş her hallerinden izin yolunda olduklarını belli eden arabalara el sallar, onları köprünün sonundaki virajda yitinceye kadar imrenerek gözlerdik.

Kocam Mehmet’in gözlerinin içine bakardım. Siyah gözlerindeki keder beni çok etkilerdi. Ellerini sıkıca kavrar, onları dudaklarıma götürür, yüreğimden boşalan bir şefkat, sevgi ile, anlatılması çok zor isyan duygularıyla usulca öperdim.

Bavulumu açmalıyım, bir çay daha mı içsem acaba? Ağzım zehir gibi acı ve tüm vücudum dayak yemiş gibi sızlıyor. İşte kızımın fotoğrafı. Bu da ayrıldığımız kocam Mehmet’in! Olsun! Yine de duvara asmalıyım birlikte.. Kızım. Almanya’da okula başladı geçen yıl. Çekiç ve çivi olmalı bir yerlerde. Geçen yıl izine geldiğimde almıştım.. Yarın mı arasam acaba? Kızımın resmini hiç değilse şöyle pencerenin kenarına iliştireyim şimdilik.

Ayrılırken elimi bırakmak istemiyordu. “Ben de geleceğim seninle” diyordu; Slovence. “Bende geleceğim anneciğim.” “Ya baban?” “Ya babam?” diye kendi kendine soruyor, sonra da babasının elini sıkıca kavrıyordu.

Mehmet’le göz göze geldiğimizi anımsıyorum. Güzel şeyler olması gerekirdi aslında. O geçmişin güzel anılarının hatırına hiç değilse. Bu güzel çocuğumuzun böyle kuşlar gibi çırpınmaması, acı çekmemesi, daha şimdiden yaşamın sillesini yememesi adına. Mehmet gözlerini, gözlerimden kaçırmış, uzun uzun toprağa bakmıştı. Uzun uzun!..

Geceliğimi giymek içimden gelmedi. Kot pantolon ve bluzumla oturuyorum. Ayağımı şöylece çek-yata uzattım. Kıpırtısız oturmaktan ayaklarım uyuşmuş. Şimdi biraz rahatladım. Kızımın resmine elimi sürdüm, resimde gülümsüyor.

Autobahnda akıp giden arabalar bir ışık seli oluşturuyor. Bir şarkı mırıldanıyorum saatlerdir içimden. Durup durup aynı şarkı yeniden peydahlanıyor, yeniden mırıldanıyorum. Bu şarkı Slovence bir şarkı. Kızıma da öğretmiştim. Mehmet de çok severdi.

Elimi gözlerime dulda yapıp iyice dışarıya yöneldim. O şarkıyı sanki kızım söylüyormuş gibi bir ses aldım. Oysa rüzgârın sesi bu, hafiften başlayan yağmurun sesi bu. Sanki, kızımın bende süreklilik kazanan yankısını taşıyorlar.

Yağmurlu ve fırtınalı bir sonbahar gecesiydi. Geç saatlere kadar pencerenin önüne iliştim ve bekledim. Ayni şimdi yaptığım gibi perdeyi aralayıp rüzgârın ve yağmurun sesini dinledim, dizlerimin dibinde uykuya dalmış kızımın üstünü sıkıca örttüm, saçlarını okşadım. O şarkı yine gelip dudaklarıma yapışmıştı. Hep içimden o şarkıyı mırıldanıyordum. Sonra biraz daha yüksek sesle söylemiştim. Sonra biraz daha yüksek sesle. Kızım gözlerini açmış, babasını sormuştu. “Henüz gelmedi” diye yanıt vermiştim. Sabaha karşı çıka geldi. İçmişti. Uykusuz işe gittim. O şarkıyı mırıldanıp durdum çalıştığım sürece.

İtalyan arkadaşım “Biraz daha yüksek söyle, anlamıyorum ama çok hüzünlü bir şarkı” diye üsteleyince, bağıra bağıra söylemiştim. Meister (Ustabaşı) uzaktan tuhaf tuhaf bakmıştı. Bağıra bağıra söylemiştim. Bağıra bağıra, bağıra bağıra. Anlıyor musunuz bağıra bağıra! O günden sonra Mehmet eve hep geç gelmeye başladı. Mecbur kalmadıkça benimle konuşmuyor, hep uzun uzun düşünüyordu.

Saatin tiktaklarını dinliyorum. Dışarda uğuldayan rüzgâr ve cama usulca düşen yağmur taneleri içimi ürpertiyor. Bir korku ve terkedilmişlik psikosunun halogenimsi karanlık dehlizinde dipsizliklere düştüğümü, kapkara bir sonsuzluğun görüleşen kapkara noktasına doğru çığlıksız, suskun yuvarlandığımı duyumsuyorum.

Almanya’nın artık benim için çok gerilerde kaldığını düşünüyorum. Vatanıma geldim nihayetinde. Doğduğum, su ve ekmeğiyle büyüdüğüm memleketime. Özlemiyle yıllarca yanıp-tutuştuğum, geceleri yatağa girip de gözlerimi yumduğumda hep hayalimde görüntüleşen Ljubljana’ma!
İşte buradayım şimdi. İşte yıllarca özlemiyle yanıp tutuştuğum kendi şehrimde ve kendi evimdeyim. Bu uğuldayan rüzgâr, bu yağan yağmur, bu düşen sarı yapraklar, bu vızır vızır gelip geçen arabalar, bu mis gibi kokan toprak, bu koşuşturan insanlar hepsi birden benim Ljubljana’m ve Slovenia’m.

Mehmet sessizce kabullenmişti. Aslında o Türkiye’den ev almak istiyordu, ben ise Ljubljana’dan. 1990’dan sonra Yugoslavya da, Rusya’nın ardı sıra dağılma sürecine girdi. Birlikten kopup, bağımsız bir cumhuriyet olduk güya! Her şey, yok pahasına satılıyordu. Kamuya ait her yer hoyratça pazarlanıyordu. İnsanlar bir şeyler yapabilmek adına, ticarete olan müthiş özentilerinden ötürü ellerindeki kendilerine ait özel malları da çok ucuza satıp sermaye ediniyorlardı. Düşleri Batı Avrupa ve Amerika ile doluydu. Herkeste, ticaretle uğraşıp birdenbire lükse ve zenginliğe kavuşma hırsı egemendi. İşte o sıralar gerçekten çok ucuza, elimde avucumda olan her şeyi vererek hatta eşten dosttan üç-beş kuruş da borç alarak bu daireyi zar-zor satın aldım. Süreç içerisinde de her izine gidişimizde elzem olan eşyaları; ocaktı, dolaptı, yatak–yorgandı, çanak-çömlekti, çatal-kaşıktı dizdik. Yıllarca çalışmamın karşılığı işte buydu. Bunca özlemlerin, düş kurmaların, hor görülmelerin ve yabancı işçi olmaların karşılığı! Yine de sevindirici değil mi? İnsanın başını sokacak bir evinin olması? Bence, sevindirici ve olağanüstü bir şey!

Ayaklarımı uzattığım çek-yatta uykuya dalmışım. Uyandığımda pencerede güneş gülümsüyordu. Tüm vücudum güneşin sıcaklığıyla ısınmış, sakinlemiş ve dinlenmişti. Saate baktım. Neredeyse öğlen olmak üzere. Yüzümü buz gibi bir suyla yıkadım. Saçlarımı taradım. Aynada yüz hatlarıma baktım. Gözlerimin yan kesimlerinde hafif kırışıklıklar oluşmuş. Saçlarıma ise az da olsa aklar düşmüş, doğrusu ilk kez farkına vardım. Yanaklarım biraz sarkmış mı ne?

Bir şeyler yemeliyim! Bu bomboş evde… Yani bir tek benden oluşan, kızım Nada’sız ve kocam Mehmetsiz bu bom boş evde… Hayır, hayır! Ben neler düşünüyorum böyle? Ben istememiş miydim memleketime dönmeyi? Şimdi neler sayıklıyorum? Evet, memleketime dönmeyi elbette istemiştim! Ama canımın yarısını Almanya’da bırakarak değil!

Ekmek de yok… Öncelikle markete gitmeli, bir şeyler almalıyım.. Bu bomboş evde… Aman tanrım, bu ne korkunç sessizlik! Bu ne korkunç yalnızlık!

Kendimi dinlemeye, kendimle konuşmaya ve yeniden kendimi bulmaya gereksinimim var. Kızım Nada yanımda olsa her şey bana vız gelecek, Almanya bana vız gelecek! Ya Mehmet? Hayır bir şey var onda çözümleyemediğim! Bir gariplik, bir suçsuzluk var onda. Her an acı çekiyormuş gibi, her an bir zulmün girdabında biteviye deviniyormuş gibi bir şey. Gözbebeklerine her bakışımda bunu yakalamışımdır. Bu acıyı, bu devinmeyi, bu gariplik ve suçsuzluğu.

O da özlediği memleketinden anlatırdı. O hiç görmediğim memleketini… Anlatışına göre, bozkırlarında yeleleri rüzgârda uçuşan ve rüzgâr gibi dört nala koşan ağızları köpük köpük olmuş kır atları, kıpkırmızı gelinciklerin sarı, mavi, eflatuni, mor kır çiçekleriyle sarmaş dolaş olduğu uçsuz bucaksız ovaları hayallerdim. Sonra üstleri toprak damlı evler, yamaçlarına serpişmiş bodur meşelikler ve derin bir sessizlik, hep sessizlik!

Market’ten ekmek, salam, peynir, poşet çay, margarin, domates aldım. Yaşam burada da oldukça pahalı. Gerçekten bırakın işsiz kalmışları, çalışanlar için dahi bu fiyatlarla yaşamak neredeyse bir mucize!
Bu Slovenia benim çocukluğumun ve gençlik yıllarımın Slovenia’sı değil. İçimi şimdi böyle bir duygu kapladı. Marketteki satış elemanları, sokakta yürüyen insanlar, bu somurtkan gökyüzü, bu yeşilini yitirmiş ağaçlar, bu yol, bu birbirinin üzerine abanmış çok katlı sevimsiz yapılar! Kızım Nada acaba şimdi ne yapıyor? Ya Mehmet? Saat kaç oldu? Henüz, Nada okuldan eve dönmemiştir, Mehmet arbeitlos(işsiz ) olduğuna göre, mutlaka sofrayı hazırlıyordur ve hüzünle, belki de o ezgiyi mırıldanıyordur.

İşte Almanya’daki evimden ayrılışım ikinci gününe neredeyse girdi. Komşularımı, sokağımı, evimi, iş arkadaşlarımı hemencecik özlemeye başladım. Ya iş yerinde yaptığımız o muziplikler!.. Aslında çok güzel şeyler de vardı hummalı çalışmalarımızın ara duraklarında. Bazen, aklıma geldikçe beni bir gülme tutuveriyor, kendi kendime deliler gibi gülüyorum. İş arkadaşlarım! Dünyanın orasından burasından savrulmuş insancıklar! Yunanlı, Kosovalı, Türkiyeli, Tunus’lu Nigeryalı, İtalyalı, İspanyalı, Portekizli, İranlı ve daha birçok ülkenin savrulmuşları. Ne de güzel anlaşabiliyorduk!

Hem de iki kelimelik yarım yamalak Almanca ile yapıyorduk bunu. İki kelimelik yarım yamalak Almanca ile yaşamlarımızın o hüzünlü öykülerini ve memleketimizi terk edip buralara savruluşumuzun nedenlerini nasıl da
güzel, duygulu ve yalın anlatabiliyorduk. Biz aslında kelimelerden çok ortak yazgımızın bize yüklediği ortak duygu larla, bir duygu fısıldaşmasıyla anlaşıyorduk.

Yine akşam oluyor. Yine pencerenin önünde oturdum. İçimde bir boşluk, bir huzursuzluk var. Güneşin batışı, bu vızır vızır gelip geçen arabalar, yalnızlığımı daha da bir pekiştiriyor. Perdesiz camın önünde oturup aslında ben Ljubljana’yı değil, Almanya’daki kendi sokağımı, sokağımdaki evimi, evimin içerisindeki kızımı ve kocamı gözlüyorum.

—Alo… Alo… Sen misin Kızım ?
—Anne!

Saçlarımı kesmem gerekiyor. Evet iyice kırpmam. Makas nerede? Boş ver… Aynaya da bakmaya gerek yok.

Telefonu neden kapattım ki? Şimdi Nada bir şey mi oldu diye merak edecek!
—Alo..Nada ..
—Mehmet sen misin?
—Nada’ya söyle merak etmesin! Ben iyiyim. Biraz önce telefon kazayla kapandı!
—Burası mı? Eh fena değil, yarın annemin, babamın mezarını ziyarete gideceğim.
—Komşular nasıllar? Kristinler? Nerminler? Sofialar?
—Anne! Çok özledim, bak babamda özlemiş!
—Ben de çok özledim. Gelip alacakmı?

Boş ver saçım böyle iyi. Gidip aynaya bakmalıyım. İyi ki de kesmedim yani… Mehmet kısa saçı sevmez; “Sevgilim, sana böyle uzun saç çok yakışıyor” derdi.

—Bitaneciğim, babanı verir misin bir dakika?
—Ne zaman gelirsin?
—Hemen yarın mı?
—Tamam. O zaman mezarlığa da birlikte gideriz.


YAVUZ AKÖZEL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder