BİR ANI
Yabancı ülkelere gönderildiğimizde korkunç düşlerle dolu gecelerimizin artık biteceğini sanmıştık. En yakınlarımızdan koparken akıttığımız gözyaşlarının derinliğinde sevinçli duyguların gizi de kendini ele veriyordu.
Çocukken dinlediğim, geceleri yer yatağımda uyur gibi yapıp saatlerce kurguladığım o masallardaki iyilik perilerinin; aş, çalışma, dayak derdi olmayan mucizelerin evrenine gidiyordum artık. Yumduğum gözlerimin önünden, özlemle kurguladığım tüm istemlerim birer birer resmigeçit yapıyordu. Haince bir hayal kurmaktı bu. İçimde cılızlaşmış gerçekçi bir ses bunu bana fısıldamak istiyordu:
”Sakın gitme!.. Orası yabanel!.. Orada en ilkel çağlara özgü köleliğin uygarlaştırılmış izdüşümü var! Sakın gitme! Küçücük yüreğin dayanamaz hasrete, ayrılığa!..”
Ama usumdan tüm vücuduma heyecanla saldırıya geçen perişan olmuş duyumlarım bu cılız sesi bir çırpıda susturdular:
Elbette ki prensesleri kandıran cadı karıları; prensleri, bir dudağı gökte bir dudağı yerde olan devlerin dipsiz kuyulardaki yeraltı dünyalarına atan hain kardeşlerde olacaktı. Masal böyle demiyor muydu? Ama sonunda hep prensesler, prensler muratlarına eriyor, biz kerevetine çıkmıyor muyduk?
Aradan yıllar geçti....
Masal, hain kardeşlerin itilmiş, hor görülmüş, başları okşanmamış ve aç bırakılmış kardeşleri devlerin inleri olan o dipsiz kuyuların ardındaki yeraltı dünyasına atmalarına kadar tıpa tıp doğru çıktı. Ama sonrası?
İzmir Yapıcıoğlu’nda bir dondurucu aralık ayının sonuna doğru ve gece yarısından sonra, iki gözden ibaret gecekondumuzda doğduğumda görünmeyen hain eller alnıma yazgımı yapıştırmış. Bu hiç görmediğim, tanımadığım hain ellerin tüm gecekondularımızı teker teker dolaşıp,doğan bebelerin alnına benimkine benzer yazgılar yapıştırdığını çok sonraları ancak anlıyabildim.
Pencereden yağmuru, karşımda alabildiğine uzanan çam ormanlarına kurşuni puslarla inen uğultulu sessizliği dinliyorum. Ara-sıra aşağıda asfalt yoldan arabalar gelip geçiyor ve asfalt yolun biraz altında küçük bir dere o kurşuni pusun derinliğine doğru akıp sessizliği daha da katmerleştiriyor.
Evim soğuk, üşüyorum. Soğuk odanın bir köşesinde henüz iki yaşına girmemiş oğlum uyuyor. Üstünü üşümesin diye kat kat örtmüşüm, ara sıra gidip hayran hayran onu seyre dalıyor, kıvır kıvır başak renkli saçlarını okşuyor, pespembe yanaklarına elimi sürüyorum. Küçücük ellerini, küçücük ayaklarını usulcacık tutup sıkıyorum.
Şimdi bizden çok uzaklarda kalmış kocamın küçük bir resmi duvarda asılı, gülümsüyor. Ne kadar güzel ferahlatıcı, güvenç verici bir gülümseme. Sobası tütmeyen soğuk odanın içini ısıtıyor bu iki varlık: Oğlum ve kocam!
Elektrik ocağını odaya getirdim. Yemeği, çayı odada yapıyorum. Bir parçacık da olsa soğuğu kırıyor. Yarın sabah erkenden kalkıp işe gideceğim zaman da oğlumu komşulara, Sicilyalı Anastasya’lara bırakıyorum. Para karşılığı bakıyorlar. Hazırlamış olduğum yiyeceklerden veriyorlar, işden dönünceye kadar göz-kulak oluyorlar. Oğlum ve Anastasya’nın biri iki, diğeri de üç yaşında olan iki kız çocuğuyla birlik evin içerisinde pati pati koşturup oynuyorlar, uykuları geldiğinde de Anastasya üçünü de aynı yatağa yatırıp, İtalyanca ninniler, ezgiler söyleyip uyutuyor. Çok zaman oğlumu almaya gittiğimde onu mışıl mışıl uyur buluyorum. Çocukların uyanmasını beklerken de hem birer expresso içiyor hem de çok uzaklarda kalmış ve özlemiyle yanıp tutuştuğumuz memleketlerimizden anlatıyoruz. Masmavi sessiz bir deniz, pırıl pırıl gökyüzünde gülümseyen sımsıcak bir güneş gözlerimin önünde canlanıyor.
Anastasia biteviye anlatıyor kopup geldiği o zeytin, portakal, limon, mandalin, manolya ağaçlı memleketini. Sonra İtalyanca bir ezgi tutturuyor. Gerçekten hüzünlü, insanın içine işleyen bir sesi var Anastasia’nın, bu ezginin dilinden anlıyorum. İtalyanca bilmesem de anlıyorum ve çok çok uzaklarda kalmış ama bir tinitus gibi her an kafamın içerisinde yankılanan eski zamanlara dalıp gidiyorum..
Gecekondumuzun önündeki dut ağacının yaprakları sararıp dökülmeye durmuştu. Ege denizinden esen poyraz her geçen gün soluğunu daha da arttırıyor, soğuk geçecek bir kışın ürpertili uğultusunu, hoyratlığını gecekondularımıza biteviye savuruyordu.
Komşular, anneme: “Hatice hanım bu kızın yaşı geçiyor, okul burnumuzun dibi! İş yerinden iki-üç saat izin alıver de şu garipçiği okula yazdır“ dediler. Yapıcıoğlunda izbe bir evde oturuyorduk. Anam Karagözoğlu Tütün Mağazasında çalışıyordu, babamı ise seyrek görürdüm; o uzaklara tütün, bostan tarlalarına çalışmaya gider, bir türlü geri dönmek bilmezdi.
Defteri, kalemi, alfabeyi anam aldı, komşular da nerden buldularsa köy-mahalle ebelerinin, iğnecilerin kullandığı tipik eski bir çanta getirdiler. Yıkana yıkana ağarmış, dirsekleri yamalı bir de kara önlük ve beyaz yakacık uyduruverdiler üzerime, böylece okula başlamış oldum.
Diğer çocukların da benden kalır yanları yoktu, hatta bazıları benimki gibi “eski de olsa” bir çantaya dahi sahip değillerdi. Analarının Amerikan bezinden iğreti diktiği torbacıklar çanta görevini görüyordu. Ama çanta olmuş veya olmamış, ayağımızdaki pabuçtan tutun da üzerimizdeki giysilerin de bitpazarından alınma ‘müstamel‘(kullanılmış) şeyler olduğu hiç de sorun değildi. Okula gidiyor, dizi dizi sıralarda oturuyorduk ya! Bundan daha güzel ne olabilirdi ki yaşantımızda?
Okul sonrası, anam çalıştığı tütün mağazasından dönünceye kadar pencerenin önünde oturur, rengarenk menekşe, lale, sümbül, karanfil ve güllerin özenle işlendiği kanaviçe perdeyi aralar, hem alfabeyi hecelemeye çalışır hem de gözüm yolda anamı beklerdim.
Karanlık usulca çöker, dışardaki ayak sesleri, çocuk bağırışları giderek duyulmaz olurdu. İşte o an içimi bir korku ve yalnızlık kaplardı. Kanaviçe perdeyi daha da çok aralar, sokak lambasının ışığına sığınarak içimdeki korku ve hüznü defetmeye çalışırdım. Sessizce ağladığım olurdu. Bu korku ve hüzün karmaşasında açlığımı dahi duyumsamazdım. Anam hep aynı zaman diliminde, yani karanlığın iyice çöktüğü, inlerin-cinlerin cirit attığı bir saatte çıkagelirdi.
Beni sevecenlikle göğsüne bastıra bastıra seven anamın “kara kuzu”suydum! Gözlerinden akan gözyaşlarını gizlemeye çalışırken, “Aferin benim kara kuzuma, aferin benim paşalara, valilere layık bitanecik kızıma” diyerek tüm gün çektiklerimin ödülünü bana sunardı.
Oğlum, mışıl mışıl uykularda, kendime bir çay yaptım ve pencerenin kenarına oturdum. Buğulanan camın bir kenarını elimin tersiyle sildim. Gökyüzünde üç-beş yıldız göz kırpıyor ama karşı yamaçlarda alabildiğine uzanan çam, gürgen ormanlığı alabildiğine karanlık gecenin içerisinde yitmiş görünmüyor. Her taraf bir gömüt sessizliğinde ve ormanın derinliklerinden aralıklarla bir kuş çığlığı yankılanıyor.
Pencerenin kenarında ne kadar oturdum ve saat kaç oldu? Bilmiyorum! Yaptığım tek şey, yarın fabrikaya götüreceğim azık çantamı hazırlamak oldu. Uyuyana dek hep gecenin içini gözledim. Orada biraz umut var mıydı? “Biraz sevinç?” “Biraz ışık?” “Biraz mutluluk” Demeye dilim varmıyor! Bir şeylere kavuşurken bir şeyleri yitirmişiz ve en sevinçli anımızda dahi içimizde bir acı sürekli kıpırdayıp durmuş. Geçmişimi dinledim, şu anımı ve geleceğimi dinledim. Çocuğumun mışıl mışıl uykulardaki soluğunu dinledim. Tirenler, vapurlar, otobüsler, uçaklar yaşantımızdan bir şeyler alıp götürmüş acımasızca ve bir daha geri getirmemiş.
Saatin zili çaldığında saat 05.30’du. Oğlumu uyku sepetiyle birlik Anastasiya’ya götürdüm. Anastasia da beyini işe göndermek için çoktan kalkmış olurdu bu saatte. Kapılarını tıkırdattım..
—Buongiorno anastasia!.. (1) İşte sevgili emanetin!
—Buongiorno Ayten!.. Vieni quicara,vieni a bere il espresso… (2)
Anastasia İtalyanca konuşurken eliyle de işaretler yapıyordu. Çünkü o dışarda çalışmadığı için Almanlarla kontağı yok denecek kadar azdı. Ama ben onun ne demek istediğini gayet iyi anlıyor, tıpkı onun yaptığı gibi el-kol hareketleri ile bazen Türkçe bazen de Almanca yanıtlar veriyordum:
—Ah güzel, tatlı Anastasia! Ah Bella Anastasia hiç zamanım yok! İşe geç kalıyorum… İş çıkışı tamam mı? Okey şimdilik ciao!(3)
—Ciao Ayten addio! Ci vediamo nel pomeriggio…(4)
Daha gün ağarmadan girdim fabrikaya. Gece vardiyası henüz preslerin başında çalışıyor, sürekli edelsthal tencere presleyip bantlara veriyorlar. Bantlar su gibi akıp gidiyor. Sabit yeri olmayan biz yabancı bayanlar bir köşede bekleşiyoruz.
Birazdan ustabaşı gelip dağıtım yapar: “Sen şuraya, sen buraya!“ İnşallah yıkama havuzlarına vermezler! Tencereler ‘Pe’ denen bir ilaçla havuzlarda yıkanıyor ve beş dakika çalışıldığında inanınız sarhoş oluyor insan. İşin en kötü yanı yürüyen banttaki tencereler “Pe” ile dolu havuzlara ulaşıp da yıkanmaya başladığında düşenler oluyor ve biz havuzun içine eğilerek düşen tencereleri çıkarmak zorundayız. İşin garip yanı böylesine zor ve sağlık açısından rizikolu bir işi yaptırmak için kadınları seçmiş olmaları! Güya kadınların eli daha çabukmuş ve bunun gibi istenmiyen pis işlerde erkeklerden randıman alamıyorlarmış! Eh, aldığımız ücret erkeklerin aldığı ücretten çok çok düşük olmasına karşın zor ve rizikolu işlerde bizleri öne atmaları oldukça ilginç ve haince değil mi ?
Bugün Mehtap, Suna, Adviye ve Kosovalı Medina havuzlara gönderildi. Söylene söylene yorgun adımlarla çekip gittiler.
Ustabaşı beni tencere saplarının takıldığı otomatik makinaya gönderdi. Eh, çok hızlı çalışmak gerekiyor ama yine de havuzlara gitmekten çok çok daha iyi!
Sırasını bekliyen diğer kadınlar: ”Hadi bugün şanslısın, kolay gelsin, pause’de(5) görüşürüz!“ diye beni uğurladılar.
“Size de kolay gelsin arkadaşlar, ama doğrusu sevinemedim, pause’de görüşürüz“ diye yanıtladım onları.
Fabrikanın tavanına bakıyorum oturduğum yerden. Dev projektörler çelik kolonların üzerlerinden gündüz gibi yapıyor ortalığı ve dev preslerden yayılan gümbürtü, otomatik makinaların tik-taklarını bir solukta yalayıp yutuyor. Kadınlı-erkekli yüzlerce işçi gıkları çıkmadan son sürat, akkordlarını(6) çıkarabilmek için didiniyor ve hızla yürüyen banda mal yetiştirmeye çalışıyorlar.
Bazıları, boyunlarına attıkları peşkir ile ara sıra terlerini siliyor hele tencerenin boden’ini(7) ekleyen işçilerin durumu daha da berbat. 1000 derecelik fırının önünde akkord çalışmanın ne demek olduğunu bir düşününüz!
Yarım saatlik ‘pause’ de yabancı kadınlar genellikle birlikte oturur, birbirimize takılarak ve getirdiğimiz değişik yiyeceklerden birbirimize sunarak moral toplamaya çalışırız. Tümümüz dünyanın değişik yerlerinden kopup gelmiş ve geldiğimiz yerlerin acılarını da birlikte getirmiş anneleriz. Gülüşürken bile gözbebeklerimizin derinliklerinden kopup gelen bir hüzün seli iç dünyamızın gerçek gizini ele veriyor. Adeta şöyle konuşuyor bir ses:
“Ah Shalke! Gülüyor, şakalaşıyorsun ama peki bu gözbebeklerin ne böyle? Neden hep hüzün acı ve yalnızlığı çağrımlaştırıyor? Ya sen? Ayten? Evet sen? Sanki seninki öyle değil mi? Hüzün, acı ve yalnızlık damıtıyor göz bebeklerin, bakışların hatta gülüşlerin!
Geçmişimiz! Elbette ki yoksulluğumuzun ve terk edilmişliğimizin yüklediği acı, hüzün ve yalnızlıkları bugünlerimize dek taşımış ve taşımaya da devam ediyor.
Okula başlamıştım… İşte o iğneci çantasıyla birlik, o dirsekleri yamalı karası iyice ağarmış okul önlüğümle birlik! Henüz okula başladığımın haftasında büyük oğlan çocukları gülüşerek çantamı kapmış, çaresiz ağlayışlarım arasında üzerine oturarak yokuş aşağı kaydıraç oynamışlardı. Çantam yırtılmış, tanınmayacak duruma gelmişti.
Çok geçmedi hastalandım. Ateşler içerisinde yanıyordum. Artık sonbahar bitiyor, kışın acımasız soğukları başlıyordu. Okula gidemedim. Haftalarca yattım. Anam işe giderken ve iş dönüşü sıcak tarhana pişirir, tuğla ısıtır, cezvede nane kaynatırdı. Yatağın içinde anamın yaptığı çaputtan bebeğimle oynamaya çalışır, akşamın olmasını dört gözle beklerdim.
Artık okula gitmiyordum. Gitmek de istemiyordum. Evde yalnız kalmak da iyi değildi, olmuyordu. Anam bir gün beni elimden tutarak çalıştığı tütün mağazasına götürdü. O günden sonra tütünü kalitesine göre ayıran yüzlerce işçinin arasında ayakçı olarak çalışmaya başladım. Anam,titrek elleriyle başımı okşarken: “Fakir-fukaranın okumak harcı değilmiş“ diyordu.
Anastasia ile kahve içtik. O Sicilya’yı ve Akdeniz’i,ben de İzmir ve Ege denizini dilimizin döndüğü kadarıyla anlatmaya çalıştık. Aynı yazgıları bölüşmüş insanlardık ve birbirimizi içtenlikle seviyorduk.
Oğlumu bağrıma basıp eve gittiğimde kuru bir ayaz vardı ve karanlık iyice çökmüştü. Oğlum gözlerimin içine bakıp gülümsüyor, duvardaki resmi küçücük parmağıyla gösterip “baba“ diyordu.
YAVUZ AKÖZEL
_________________________DİPNOT:
(1) Buongiorno(İtal): Günaydın
(2) Vieni quicara,vieni a bere il espresso(İtal) :Gel sevgilim,gel de ekpresso içelim
(3) Ciao(İtal): Hoşçakal
(4) Ci vedi amo nel Pomeriggio(İtal): Güle güle Ayten ,öğleden sonra görüşürüz
(5) Pause (Alm): Fasıla, ara
(6) Akkord(Alm): Götürü
(7) Boden(Alm): Taban
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder