Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mart 2012 Cumartesi

Emeğin Sanatı'ndan 115. Merhaba



Merhaba,

Ülke gündemindeki sisli, gazlı, yumruklu, coplu hava durumları sürüyor. Newroz sisli gazlı, yumruklu geçti. Eğitim Emekçilerinin eylemleri ise sisin pusun arasından yoğun boyalı yağmura dönüştü… Öte yandan Suriye’ye yönelik ince savaş harekâtı alabildiğine sürüyor.

Devletin yetkilileri savaşa yeni bir malzeme daha sürüyor, sorunlu, hastalıklı, marazlı salgı bezlerini…  Suriye üzerinde emperyalizm basınıyla, politikacısıyla bin takla atıyor. Ülkemizde ve dünyada barış giderek temel sorun olarak ortaya çıkıyor. Bu bağlamda Çukurova’da sekiz noktada düzenlenen “Çukurovada Sanat Günleri”nin konusu da genelde barış, özelde Ortadoğu barışı olarak saptandı.

Bu konudaki görüşlerini düzenleyicilerden Çetin Yiğenoğlu şöyle ortaya koyuyor:
“Ülkemiz, Türkiyemiz bu değişikliklerin odak noktasında, küresel emperyalizmin baskı ve tehdidi altına inim inim inliyordu... Ekonomiden siyasete, kültürden sanata tam anlamıyla kuşatılmıştı… Bu gelişmelerden sanat ve edebiyat da payını almış; kitap/sanat eseri reklamın promosyonu derekesine düşürülmüştü…
Bölgemiz kan gölüne dönmüştü yine, yeni ve büyük tehlikelerle karşı karşıya gelmiş, tehditler altında kalmıştı...

Bu koşullarda, en azından "karanlıkta bir mum yakmak" gibi olacağını düşünerek biraz da naif bir  yaklaşımla düzenlemeye çalıştığımız etkinliklere ilişkin çalışmaları yürütürken bir yandan da dünyada böyle çok savaş gören bir başka toprak, kara parçası, ülke, bölge var mı acaba, diye sormadan edemedik...

Gerçekten de, dünyada bu topraklar denli barışa gereksinen kaç bölge var acaba?
İşte, bir tek bu gerçeklik bile bize, yaşamın baştan sona bir eylemlilik olduğunu, sanatın da eylemlilik boyutunun çok şeyi devindireceğini düşündürmeye yetti...”

Görüyoruz ki, dün olduğu gibi bugün de “Dünyamızda hiçbir sorun barışı savunma sorunu kadar yaşamsal değildir.”  Tarih boyunca özgürlüğü yaşamanın ve gelişmenin baş koşulu olan barış bugünlerde yok sayılmanın, itibarsızlaştırmanın hedefi oluyor. Kitleler barışa yabancılaştırılmak isteniyor.

63 yıl önce 1949 Nisanında çağın alnı açık aydınları, sanatçıları bir araya gelerek Nisan 1949 Paris Barış Manifestosunu imzalıyorlar. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu manifestoda Ehrenburgların, Curielerin, Nerudaların, Picassoların imzaları var. 72 ülkenin en değerli bilim adamları, yazarları, sanatçıları ve aydınları bir araya gelerek yeni savaşlara geçit verilmemesi yönünde başlattıkları mücadele bugün de sürüyor. Aradan geçen 63 yıla karşı Barış hâlâ temel sorun olarak karşımızda duruyor.

Bugün de şairlerin, yazarların, sanatçıların, aydınların omuz omuza vermesi, dayanışma içersinde olması en önemli gerekliliklerden biridir. Barışı savunmak, insanlık kültüründe maddî ve manevî tüm yanlarını savunmaktır aslında. Bu açıdan sanatçının görevi daha da billurlaşıyor. Kendi çukurlarında debelenmek yerine halklara dayatılan bu kara perçini sökmek oluyor sanatçının sorumluluğu…

64. Ölüm yıldönümünde andığımız Sabahattin Ali’nin sesine kulak verelim: “Bütün bir beşeriyeti ve kainatı içine alacağı yerde kendi cılız ve âmâ benliğine saplanan bir edebiyatın, bence, psikopatoloji etütlerine mevzu olmaktan başka bir meziyeti yoktur.”

Sözün özü, hayat için, barış için sanat; bir araştırma, yoklama, yeniden yapma sürecidir. Kendi dışkısında debelenip durmak, görgü gösterişi yapmak değildir… Sanat; dalavere, dolap, yaldız karıştırmaya değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaya dayanmalıdır.

Bu nedenle kafamızı, yüreğimizi, yaratım gücümüzü barış mücadelesinin güçlendirilmesine yöneltmeliyiz. Ama edilgin değil etkin bir barış mücadelesi için!


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

Şiir Çağının Yankısıdır.

Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar… Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri. Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra.

Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı.

Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka.

Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca.

Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara! Her dilde aşağılanmalı insanın düş gördüğü dilde yazmasını, şarkı söylemesini engelleyenler. Onlar için sövgüler bile armağan sayılmalı. Adları silinmeli tarihten.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Şair bu sesleri işler olan gücüyle. Aşk şarkıları, yaşama övgüleri duyulsun ister şiirinde. Hıçkırıklar aşktan kopsun, bir ağlayış olacaksa çocuğun ilk ağlayışı olsun.

Ve kadınlar, sesleri yüzyıllardır savaşları lanetlemekten yorgun, ağıtlardan kısık, şiirler söylerler güzel günler için, rüzgâra karışır. Onlara şiir yazılmaz, yazılanlar aşka övgüdür belki.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Sokaklardan kopup gelen seslerin uğultusudur. Zafer şiirlerinde ölen askerlerin analarının ağıtı duyulur. Aç çocuk ağlayışları ve dul kadınların çığlıkları. Bu yüzden ürperir bu şiirleri okuyanlar.

Çağının seslerinin yankısı duyulur şiirde.  Şiirinde güzel seslerin yer almasını isteyen şairin işi zordur. Çünkü açlığı, savaşları durdurmak için uğraşmak zorundadır. O şairlerin seslerini duyarız, çocuk seslerine kulak verdiğimizde. SENNUR SEZER (Şairin kaleme aldığı bu yılın Dünya Şiir Günü Bildirisi)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

DÜNYA ŞİİR ÖDÜLÜ SENNUR SEZER’İN!

1959’da Taşkızak Tersanesi’nde işçiliğe adım atan şair bir kadın Sennur Sezer. 1982 yılına kadar çeşitli yayınevlerinde ve ansiklopedilerde düzelticilik, metin yazarlığı yapan şairin şiirlerinde sınıf kardeşleri hep vardır; işçiler, işçi kadınlar... ‘Ekmek Kavgası’ ‘Grev Bildirisi’ ‘Motorize Köleler’ ‘Dokumacının Ölümü’ gibi öyküleri tıpkı şiirlerindeki gibi yine kendi sınıfından olanları anlatır.

Sennur Sezer ilk ödülünü 1980’de  kadınlara yönelik yazıları ve şiirleri için ‘Kadınların Sesi Dergisi’nin 8 Mart Ödülüyle alır. Sonra peş peşe  1987’de Halil Kocagöz Şiir Ödülü, 1990’da Sıtkı Dost Çocuk Edebiyatı Ödülü, 1998 Pir Sultan Abdal Dernekleri Edebiyat Ödülü derken Sezer’e bir ödül de önceki akşam PEN Türkiye Merkezi’nden geldi. Sennur Sezer, ilk kez 1999 yılında UNESCO tarafından ilan edilen ve dünya çapında kutlanan Dünya Şiir Günü’nde,  2012 Dünya Şiir Ödülü’nün sahibi oldu.

Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen ödül töreninde PEN Türkiye Merkezi Başkanı Tarık Günersel PEN Şiir Ödülü’nü usta şair Sennur Sezer’e sunarken, “Sennur Sezer hem özgün bir şiir kurmuş hem de dünyadaki haksızlıklara, sömürüye karşı çok yönlü mücadeleden yana olmuş bir aydınımızdır. Geleceğe yönelik kurucu yaklaşımı onun çocuk edebiyatı alanında eserler vermesinde de görülür. İnsan haklarının birer parçası olarak kadın hakları, emek hakları ve dil hakları özellikle üzerinde durduğu değerler arasında olmuştur” diye konuştu.

“Yazarların örgütlü yaşamasına verdiği önem, gerek Türkiye Yazarlar Sendikası’na gerekse 12 Eylül darbesinde kapanan PEN Türkiye Merkezi’nin 1988’de hayata dönmesine büyük emekler veren Sennur Sezer’e şükranlarımızı sunuyoruz”denildi.

Törene katılan PEN Uluslararası Yönetim Kurulu Üyesi ve Fransa PEN Başkanı Sylvestre Clancier yaptığı konuşmasında ifade özgürlüğü için bunca emek vermiş yazar ve şairlerle bir arada olmanın çok güzel olduğunu söyledi. ‘Kardeşliğin ve barışın sahibidir şairler’ diyen yazar, uzun zaman Fransa’da PEN’in başkanlığını yaptı. Şairlerin insani olanı, barışı ve kardeşliği istediklerini belirten Clancier “Hâlâ özgür olma şansına sahibiz. Cezaevindekilerin sesleri olmalıyız, onları özgürlüklerine kavuşturabilmeliyiz” diye konuştu.(EVRENSEL)


2012 ERDAL ÖZ EDEBİYAT ÖDÜLÜ MURATHAN MUNGAN’IN!

Edebiyat dünyasının en saygın ödüllerinden olan Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün bu yılki kazananı, Öz'ün "Onunla çalışmamak yaşamımdaki nadir pişmanlıklardan biridir," dediği Murathan Mungan oldu.

Can Yayınları Genel Müdürü Can Öz, 2012 Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün basın toplantısına günümüzde edebiyatın nasıl yalnız kaldığından söz ederek başladı ve Enis Batur, Semih Gümüş, Feride Çiçekoğlu, Turgay Fişekçi, Kaya Genç ve Can Yayınları adına Zeynep Çağlıyor'dan oluşan seçici kurul 2012 Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne Murathan Mungan'ı değer gördü (EDEBİYATHABER.NET)


16. ALTIN PORTAKAL ŞİİR ÖDÜLÜ MAHMUT TEMİZYÜREK’İN…


Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından verilen 16. Altın Portakal Şiir Ödülü Mahmut Temizyürek’e değer görüldü.

Doğan Hızlan, Cevat Çapan, Ahmet İnam, Mustafa Durak ve Ahmet Telli'den oluşan 16. Altın Portakal Şiir Ödülü jürisi, 2011 yılında Kırmızıkedi yayınları arasında çıkan 'Yalangezen' adlı eserinden yola çıkarak bu yılın ödülünün Mahmut Temizyürek’e verilmesini kararlaştırdı.

Konuyla ilgili yapılan açıklamada Doğan Hızlan başkanlığındaki jürinin gerekçeli kararında, şu ifadelere yer verildi: " Temizyürek’in ödüle değer görülen kitabı 'Yalangezen', şiirimizde kuşaklar ya da eğilimler olarak adlandırılan poetik yönelimlerin birbirinden kopuk değil, birbirlerini besleyen kaynaklar olduğu anlayışından hareketle, geçmişten günümüze tüm poetikaların sentezini gerçekleştiriyor."

Mahmut Temizyürek'e ödülü Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı ve AKSAV Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın tarafından 17 Mart Cumartesi günü saat 11.00'de Antalya Kültür Merkezi'nde düzenlenecek sempozyum programı içinde sunulacak.

Öte yandan Altın Portakal Şiir Ödülü etkinlikleri Akdeniz Üniversitesi Olbia B Salonu’nda gerçekleşen panellerle başladı. Altın Portakal Şiir Ödülü 2012 yılı etkinlikleri arasında üç şiir sergisinin de açılışı yapıldı. Sergilerin açılış kurdelesi Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı ve AKSAV Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın, Altın Portakal Şiir Ödülü Jüri Başkanı Doğan Hızlan, jüri üyeleri Cevat Çapan, Ahmet İnam, Mustafa Durak ve Ahmet Telli tarafından kesildi. Sergide Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Cemal Süreya, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi isimlerin de aralarında bulunduğu ünlü şairlerin el yazılarıyla kaleme aldıkları şiirlerden oluşan 'El Yazması Şiirler' (Fahri Özdemir arşivi), Altın Portakal ödüllü şairlerin şiirlerinden oluşan '15 Altın Şair' (AKSAV arşivi) adlı şiirler ve geçen yılın ödüllü şairi Ahmet Telli'nin şiirlerinin betimlendiği 'Nida Resimleri' (Habip Aydoğdu) adlı resimler yer alıyor.

Altın Portakal Şiir Ödülü programı içerisinde yer alan etkinlikler, 16 Mart Cuma günü Antalya Kent Konseyi’nde saat 12.30'da başlayacak 'Kent Kültürü ve Şiir', Antalya Sanatçılar Derneği'nde (ANSAN) saat 15.30'da başlayacak 'Şiirin Kaynaklarına Dönmek' ve 17.30'da başlayacak 'Şiir Yayıncılığı' adlı paneller ve 17 Mart Cumartesi günü Akm Perge Salonu’nda saat 11.00'de başlayacak olan, 'Altın Şair' Ahmet Telli'nin şiirinin konuşulacağı sempozyumla devam edecek.

ORHAN KEMAL ÖYKÜ YARIŞMASI BAŞVURULARI SÜRÜYOR...

Orhan Kemal Öykü Yarışması'nın beşincisi için başvuru tarihi başladı. Başvuru tarihi 30 Mayıs 2012'de sona eriyor.

Çukurova Edebiyatçılar Derneği tarafından düzenlenen Beşinci Orhan Kemal Öykü Yarışması 2012 yılı başvuruları başladı. Yarışmaya katılmak isteyenlerin 30 Mayıs 2012 tarihine kadar başvuru yapması gerekiyor.

Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğan Orhan Kemal anısına düzenlenen yarışma her yıl edebiyat dünyasına öykü dalında yeni yapıtlar kazandırmayı amaçlıyor. Seçici kurul Aysun Kara Sezer, Alper Akçam, Bahattin Yıldız, Vecdi Çıracıoğlu,Zafer Doruk, Soydan Kızgın, Türker Ayyıldız'dan oluşuyor.

Yarışmaya katılacak öykülerin kitap halinde yayımlanmış olması gerekiyor. Sonuçlar 2012 Ağustos ayının son haftasında açıklanacak. Ödül töreni ise eylül ayında yapılacak.

Yarışma Koşulları: Yarışmaya katılan öykülerin sekiz dosya göndermeleri gerekiyor. Dosyalar, 12 punto, iki aralıklı yazılmış olacak, en az 50, en fazla 65 sayfadan oluşacak. Öykülerin yazılı olduğu dosyanın sağ üst köşesine büyük harflerle rumuz yazılacak, gerçek ad ve soyadı belirtilmeyecek. Yarışmacıların rumuz yazılı kapalı bir zarfa kısa özgeçmişlerini ve bir adet vesikalık fotoğraflarını eklemeleri gerekiyor.

Başvuru adresi: Çukurova Edebiyatçılar Derneği (ÇED)  Kayalıbağ Mah. Turhan Cemal Beriker Bulvarı., Kalağoğlu İşhanı Kat:7/68/ Seyhan/Adana  Tel: 0536.854 12 79  e-mail:halisetekbas@hotmail.com (EDEBİYATHABER.NET)


MERSİN'DE SIRA DIŞI BİR SERGİ:ŞİİR, RESİM, HEYKEL VE FOTOĞRAF BULUŞTU…

Mersin’de sıra dışı bir sergi düzenlendi. Biri şair, biri heykeltıraş, biri fotoğrafçı Üç sanatçı: Hasan Canel, Adil Okay ve Ali Osman Abalı'nın ortak açtığı sergi Akdeniz Kent Konseyi’nin desteğiyle sanatseverlerle buluştu.

Sergi’nin ana teması insan.  Daha spesifik adıyla Kadın ve Çocuk. Zira günümüz dünyasında en çok konuşulan konular içerisinde Kadın ve Çocuk çok yer tutuyor. Savaşlardan söz edince savaşın mağduru çocuk ve kadınlardan söz ediyoruz. Şiddet değince elbette ilk akla gelen kadına şiddettir. Ve çocuğa şiddet. Henüz Pozantı skandalının travmasını üzerimizden atamamışken, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, kadınların yürüyüş yapmak istemesi, ifade özgürlükleri engellenmişken karşımıza çıktı bu sergi.

Bu kez üç erkek, ‘kadın ve çocuk’ sorununa estetiğin penceresinden, insanca hatta ‘kadınca ve çocukça’ bakıyorlar. Pazarı, çok satar, çok okunur olmayı hiç kaile almıyorlar. “Önce insan” diyorlar. Cristopher Caudwel’in bu konuda söylediklerini bizzat yaşıyor-yaşatıyorlar, “Sanat Pazar değerleri yerine kullanım değerlerini getirir. Sanat ucuz şeyleri değerli kılar; birkaç boya lekesini toplumsal hazine haline getirebilir. Bu yüzden pazar sanatçının en büyük düşmanıdır. Pazarın kör çabası güzelliği katleder.” Sanatçılarımız da ısrarla vurguluyorlar: “Biz Pazar kaygısı yaşamıyor önce insan, önce sanat diyoruz.”

Neden bu sergiyi bireysel açmadınız diye soruluyor: Yanıtları şu oluyor. “Ortak yanımız sanat. Üçümüz de ayrı yerlerde ama aynı konularda etkilenmiş ve kendi disiplinimiz içinde eser üretmişiz. Kadın ve çocuk teması heykelle de işlenir, fotoğrafla da, şiirle de. Peki şiir-heykel ve fotoğraf ilişkisi yok mudur? Elbette vardır. İlk insanlar duvarlara av sahnesi işlemişler. Adına heykel denmiş. Eski Roma döneminde Lir eşliğinde söylenen güzel sözlere de lirik şiir denmiş. Daha sonra lir ve şiir ayrılmış. Yakın çağda da Fotoğraf icat olmuş. Daha sonra fotoğraf sanatı doğmuş. Ama aynı konular işlenedurmuş. Her sanatçının ayrı bakış açısıyla, estetik düzeyiyle, biçimi ile sanat akımları evrimleşmiş bu güne gelmiştir. Sonra kapitalizm sanatı ve sanatçıyı kâr uğruna mal-meta haline getirmeye başlamıştır. Biz taşrada buna karşı duran üç Don Kişot’uz. Önce insan diyoruz. Mutlaka da hemşerimiz, hemcinsimiz, soydaşımız, yoldaşımız, renkdaşımız demiyoruz. İnsan diyoruz. Hem evrensel hem yerel değerlerimiz var….”

İkinci soru, “Peki kadınlar bu sizin işiniz değil” demez mi diye sorulduğunda, “Hayır, tersine desteğimize sevineceklerdir” diye düşündüklerini söylüyor ve ekliyorlar. “Bilim ve sanat cinsiyetsizdir.”

Üç sanatçının ortak açtığı sergi 14.03.2012 Çarşamba günü Akdeniz Kent Konsetin Hastane Cad. Eski Tedaş Binası girişi'nde sanatseverlerle buluştu. . Bir hafta açık kalacak olan sergideki 90 eser, 6 Mayıs 2012 tarihinde de Mersin 68’liler Barış ve Kardeşlik Ormanı’nda sanatseverlerin beğenisine sunulacak.


FAŞİZME VE FAŞİSTLERE İNAT,ÜMİT KAFTANCIOĞLU YAPITLARIYLA YAŞIYOR...

Faşizmin katlettiği değerlerimizden biridir Ümit Kaftancıoğlu. Destansı okuma savaşımının izlerini daha sonra yapıtlarına destansı üslubuyla yansıttı. Onun yüreğinde halk ve insan sevgisinden daha üstün bir sevgi yoktur. Yapıtları incelendiğinde, Anadolu’dan ve halkından kopmadığı görülür. Dili halkın dilidir, yaşamı halkın yaşamıdır. O’nun gözünde insansız bir ortamda yaşam yoktur, sönüktür: "Dünya'nın atmosferi, kabuğu, magması, ekvatoru insan bana göre. İnsan yığınları, toplum, topluluk... İnsansız, ıssız bir lokantada yemek yiyemedim, üç beş kişiyle sinema seyredemedim. Üst üste ağzına kadar dolu belediye otobüsü, korsan bir minibüs bana yaşamı vurgulamıştır."

Fakir Baykurt, Kaftancıoğlu' nu şöyle anlatmaktadır: "... Kaftancıoğlu'nun dikkati çeken başlıca özelliklerinden biri, dilindeki zenginliktir. Doğu Anadolu, bütün başka yoksunlukların tersine, bir kültür ve dil hazinesidir. Orada kat kat uygarlıklar, her uygarlığın zamanımıza kadar birikip gelen katılımları bir dil coşkunluğu, bugün doğu halkında renkli, sanatlı bir anlatımı adeta gelenek haline getirmiştir. Her türlü dil ve anlatım sanatını kendi kişiliğinde toplamış pek çok insan, her biri birer bilge gibi köylerin tozu toprağı içinde ömür sürmektedir. Ümit Kaftancıoğlu, bu kültürü çok iyi özümsemiş, kendine mal etmiş, üstelik gördüğü eğitim ve kendini yetiştirme çabasıyla aydınlanmış umut verici bir yazarımızdır."

Tehditler alıyordu faşist çevrelerden. Ölmeden önce çocuklarına seslendiği bant kaydında onlara şöyle sesleniyordu: "Ölüm hiç önemli değil / Yaşam var dağ gibi / Yaşam var, gökyüzü, deniz / O insana şaşarım / Binbir meyva yüklü / Ağacın altında yere düşen / Sararmış bir yaprağa üzülsün / Selam olsun hepinize / Herkese, yaşama, yaşam sevincine / Selam..." 11 Nisan 1980’de evinin önünde faşistlerce katledildi. Yapıtları ve yaşamı, Anadolu’nun bağrından çıkacak Yiğit ve aydınlık düşünceli nice insanlara maya olacaktır.

İNSANLIK HALLERİNİN İNCE ŞAİRİ:
ORHON MURAT ARIBURNU…

Çok yönlü bir sanat insanı olan Orhan Murat Arıburnu’nu 1 Nisan 1989’da 71 yaşında sonsuzluğa uğurlamıştık. O, komple sanatçı denilen türden bir insandı: şair, sinema ve tiyatro yönetmeni, oyuncu, senarist ve yapımcı…

Dilsel ya da kurumsal  tuhaflığı çarpıcı bir biçimde yansıttığı şiirleriyle ün kazanan Arıburnu’nun İlk şiiri 1936'da "Edebiyat Dergisi"nde yayınlandı. Ardından Gün, Varlık, Genç Nesil, Yeditepe, Küçük Dergi, Yenilik, Gelecek gibi dergilerde şiirleri çıktı. 1947'de Türkiye'de ilk kez şiir sergisi açtı. Gündelik dille yazdığı genellikle kısa şiirleri, şaşırtıcılığı, alay ve yergi öğelerine dayanır. Biçim denemeleriyle Garip Şiir'e, konularıyla toplumcu şiire yakındır. Toplumsal bozuklukları taşlayan şiirleri Gariple toplumcu şiirin bileşkesi görünümdedir.

Örgütçü yapısıyla öne çıkan Arıburnu, 1970 yılında üstlendiği Türk Sanatçılar Birliği genel başkanlığı ve Türkiye Edebiyatçılar Birliği genel sekreterliği görevlerini iki yıl yürüttükten sonra Türkiye Yazarlar Sendikası kurucu üyesi oldu. Ölümünden sonra adına sinema ve şiir konulu Orhon Murat Arıburnu Ödülleri düzenlendi.

1946'da Şadan Kamil'in "Gençlik Günahı" filmiyle sinemaya girdi. 1951'de kendisinin oynayıp yönettiği ilk filmi "Yüzbaşı Tahsin"de Kurtuluş Savaşı'nı konu aldı. 1952'de çektiği "Sürgün" filminde yine Kurtuluş Savaşı'nda düşmanla işbirliği yapıp sürgüne gönderilenlerin öyküsünü anlattı. 1953'te çektiği "Kanlı Para" filmiyle 1'inci Türk Film Festivali'nde yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu olarak ödül aldı. 1954'te büyük ticari başarı kazanan "Beklenen Şarkı" filmini Cahide Sonku ve Sami Ayanoğlu ile birlikte yönetti. 1959'daki "Tütün Zamanı" filminde Yılmaz Güney'e şans tanıyan yönetmenlerden biri oldu. Yaşamının son yıllarını Almanya Berlin’de geçirdi. 11 Nisan 1989’da Berlin’de yaşamını yitirdi.

Şiir kitapları: Kovan(1940), Bu Yürek Sizin(Almanya'da hazırladı, 1982) Buruk Dünya(şiirlerinden seçmeler, 1985) Oyun Kitabı: İnsan Gürültüye Gitmese (1972)

YETMEZ Mİ

Önce, 
Ozanlar ölsün
Sonra, hiç kimse.

Varsın Ozansız kalsın dünya

Barışı
İnsanlığı
Sevgiyi

Yarattılar ya!

ORHAN MURAT ARIBURNU


EMEĞİN VE KAVGANIN ŞAİRİMUAMMER HACIOĞLU’NU ANIYORUZ...

Unutulmak kıskacına terk edilen, çağdaş edebiyatımızda adı bile anılmayan, insandan ve emekten yana şiirler dokuyan Muammer Hacıoğlu; altmış sekizlerden on iki eylüle geçen süreç içinde ve sonrasında dokuz şiir kitabı yayınlamış, kitaplarında kurtuluşun sosyalizmde olduğu görmüş, göstermiş bir şairdi.

Muammer Hacıoğlu, şiirlerinde ağırlıklı olarak toplumsal sorunları, emekçileri, ülkemiz ve dünya halklarının yaşadığı trajedileri ve sosyalizm umudunu işledi hep. Edebiyatımızı inceleyen kitaplarda adı geçmeyen, şiiri moda gibi tüketenlerin haberleri bile olmayan protest bir şairdir O.

1980 öncesi ve sonrası iktidar karşıtı tavrından ötürü defalarca gözaltına alındı. Şiirlerinde burjuvaziyi kıyasıya eleştirdi ve bedelini ağır ödedi. “yüreğimin yangınından aklımın çengeliyle çıkardım” dediği basılmış basılmamış şiirlerini insanlığa miras bırakarak 4 Nisan 1992’de kanserden öldü. Yapıtları: Altın Mısralar(1969), Susun Ağlayacağım(1971), Beni Sokaklar Çağırıyor(1972), Öfke Kında Durmaz(1973), Şafaklar Kana Bulandı(1975), Kelepçe(1976), Uğultu(1976), Bir Yumruk Büyüyor(1977), Ateş Benzin Emiyor(1979), Mayın Tarlasında Büyüyen Çiçek (1991), PK. 690 Beyoğlu (Bütün Şiirleri–2006)

“Bir şairin ölümü, eşittir bir ordunun dağılmışlığına”diyen Muammer Hacıoğlu’nun şiirlerindeki sesi sokaklarda sloganlarımızda yankılanmaya devam ediyor:

“biz
özgürlüğü sınırlayan her duvarı
çelikten yumruklarımızla birer birer yıkarak
hıncımızı avuçlarımızda taşımalıyız
ve yaratmak için güzel günleri
gökte kartal
yerde karınca gibi yaşamalıyız“

SABAHATTİN ALİ, FAŞİZME İNATHÂLÂ ARAMIZDA YAPITLARIYLA...

Sabahattin Ali, Türk Edebiyatında, Nâzım’ın şiir alanındaki baş kaldırıcı sesini anlatıda sürdüren ilk yazarlarımızdandır.   Kırk bir yıllık yaşamına baktığımızda, 1928’lerde Atatürk’ü eleştiren bir şiir yazabilen, doğru bildiğini anlatmaktan yılmayan bir insandır. Bu tavrı nedeniyle çeşitli defalar devlet memurluğundan alındı... Sonra tekrar göreve başlatıldı. İnönü diktasının son dönemlerinde Hasan Ali Yücel’in görevden alınmasıyla birlikte, gene ona yol göründü. 1945’ten ölümüne dek, Aziz Nesin’le birlikte İnönü’nün döneminin baskıcı faşist politikalarına karşı daha sonra adı defalarca değişerek tekrar yayınlanacak olan Marko Paşa mizah gazetesini çıkardılar.

2. Dünya Savaşı sonrası tırmanışa geçen faşizm, sosyalist yazarlar, şairler, aydınlar üzerinde baskı fırtınası estiriyordu. Mahkemelerden, polis baskısından bunalmıştı: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”  Bu dönemde yurt dışına kaçmak isteyen Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948 günü kendisini kaçıracak olan kontrgerilla görevlisi Ali Ertekin tarafından katledildi.

Edebiyatımızda orta sınıfların, köylünün, yoksulların hayatlarını bize anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildi. Ama bunu büyük bir ustalıkla, devrimci ve gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız O’dur. Sabahattin Ali’nin Resimli Ay'da yayımlanan (30 Eylül 1930) ilk öyküsü "Bir Orman Hikâyesi”ni Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz.”

Sabahattin Ali kişilik olarak da, olgun, bilinçli, sözünü esirgemez biriydi. Hatta dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu'nun da ağzının payını verdiği anlatılır: Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun yanına giden Sabahattin Ali, ütülü pantolonu ceketi ve paltosuyla makama girer.   Saraçoğlu, “Bir proleter böyle mi giyinir Sayın Ali?” deyince Sabahattin Ali, taşı gediğine oturtur: “Bizim davamız tüm proletaryayı böyle giyindirmektir.”

Sabahattin Ali öyküleri kör cehaleti, saf şiddeti, gerçek kötülüğü anlatır. Sabahattin Ali, konuştuğu herkesin, gittiği her yerin, gördüğü her şeyin hikâyesini öğrenip yazmak tutkusu tüm öykülerinde açıkça görülür. Zamanının ötesinde olacak olayları hikâyelemiş öngörülü bir yazardır. Sabahattin Ali, birey-toplum, yurttaş-devlet, kır-kent, işçi-patron, kadın-erkek karşıtlıklarına bakışı akılcılıktan öte bir tarih ve toplum bilincini öngörüyordu. Yazısına içkin olan bu bilinç, didaktik değil, anlatıda erimiş organik bir bilinçti. Romanın, öykünün doğuş nedeni olan "gerçeklik" kavramı ile organik bağını asla ihlal etmedi. Bireysel sanılanın toplumsal yüzünü, toplumsalın içinde bireyin iradesini yansıttı. Bu açıdan Sabahattin Ali'yi farklı kılan işte bu köy ve kasaba yaşantısını ilk kez toplumcu bir anlayış içinde yorumlamış olmasıdır, yani yerel rengin ötesine geçişidir.

Şiirlerinde gözlem vardır onun, tecrübe edilmiş yalnızlıklar, kırlangıç tüyüne sarınmış hayaller, özlemler, gerçeği şiirler içselleştirmiş, yani ki kahvesine süt tozu katılmış kaynar sular vardır onun şiirinde. Onun şiiri; dopdolu, canlıdır, gerçekle örülü bir balıkçı ağıtıdır. Türkçenin içindeki geleneksel çoban ateşini getirir. Türkçenin ocağından sözcüklerin korlu demirini çıkaran bir geleneksel halk demircisi gibidir, şiirlerin işliğinde Sabahattin Ali.

RÜZGÂR şiirinden…

Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asil şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık, bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fani bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır.
Ne hakiki aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.



MAYAKOVSKİ’NİN ŞİİRİ ,DEVRİMİN ÖRSÜNDE ÇEKİÇTİR HÂLÂ!..

       
Büyük ekim devrimini örse çekiç indirir gibi yazan şairi Mayakovski’yi 81. ölüm yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz.

Mayakovski'nin yenilikçi şiirinde sözcük, dil, yapıt üzerinde çalışma deneyi Rus şiir dilinin gelişmesi için büyük önem taşır. Aynı zamanda onun şiir dili Rus edebiyatının zengin klasik mirasına, Rus dilinin kaynaklarına dayanıyor. Onun yenilikçiliği, şiirin gelişmesinde oynadığı rol ulusal ortamda sonraki şair kuşakları için kalıtının önemini belirliyor.

“Büyük kitlelerin iş, eğlence ve isyanının şarkısını söyleyeceğiz. Modern başkentlerde yükselen devrimin çok sesli ve çok renkli dalgalanmasının şarkısını söyleyeceğiz: madeni seslerin ve gemi tezgâhlarında gecelerin sıcağını ve şiddetle açgözlü duman içen yılanlarıyla alev alev parlayan rıhtımların, dumanlarının izlerinin kıvrılarak tehdit ettiği bulutlara asılı fabrikaların şarkısını söyleyeceğiz”diyerek dünyada sosyalist gerçekçi edebiyat akımının önemli isimlerinden birisi olan Mayakovski, ABD emperyalizmiyle kol kola girmiş gericilerin saflarında meclise giren yayınevi patronlarına onay veren platonik solcu edebiyatçıların aşık attığı bir ortamda dahi, Mayakovski ve temsil ettiği edebiyat akımı devrimci şiir uğraşımıza ışık tutmaktadır:

MARŞIMIZ Şiirinden

İsyanın ayak sesi, alanları döv!
Yukarı, gururlu başlar dizisi!
Biz, ikinci Nuh tufanıyla
Yeniden yıkayacağız dünyanın tüm kentlerini.

Günlerin öküzü hantal,
Yılların kağnısı ağır,
Tanrımız koşudur bizim
Yüreğimizse davul.

Altınımızdan daha yücesi var mı?
Kurşun vızıltısı mı bizi sindirir?
Çınlayan sesimizdir o altın;
Silahımızsa türkülerimizdir.

MAYAKOVSKİ




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati
EMEĞİN SANATI E-YAYINEVİ: http://issuu.com/emeginsanati

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder