Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mart 2012 Cumartesi

ADNAN DURMAZ: Kendi Hikâyesine Ağlamak


KENDİ HİKÂYESİNE AĞLAMAK


FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ

1

Aslında belki de kendi hikâyelerimizi sevmiyoruz, kendi hikâyelerimize acıyoruz; kendi hikâyelerimizi sevilecek hale getirmek gerekiyor. Yaşadığımız dünyada biz ne doğduğumuz yeri ve ülkeyi, ne de koşullarımızı seçmedik. Devasa bir zindanda önümüze çıkan yolların çoğu aynı yere gidecekti. Önceden çizilmiş ama bizim göremediğimiz sınırları aşmamız olanaksızdı. Ortak noktalar diye sonuçta ne çıktı diğer insanlarla kişi arasında: daha çok kendi meslek ve iş dallarından, ekonomik düzeyi yakın olanlarla kurdu kişi, aşklarının çatısını, arkadaşlıklarını ve evliliğini. Herkes kendi yaşam oyununda figüran kalmanın acısını yaşadı. Bir dağ köyüne tayin ettikleri yeni öğretmen, orada daha önce alıştığı dünyanın dışına ayak uydurmaya çalışırken, hayat akmaya devam ediyordu. Aylar sonra yanına tayin edilen bayan meslektaşı, dağ başı yalnızlığına düşmüş bir yıldızdan başka ne olabilirdi. Hala kerpiç evlerin kuytuluğunda ömür yeşertip gençlik solduran bir hayat vardı burada. Bu hayatın türküsünden ağıdına kadar nüfuz edebilmek çok farklı bir donanım gerektiriyordu kuşkusuz. Orada geçen zamanda, akşamları iniveren karanlık yalnızlıklar ikisini birbirine itmesin de ne yapsındı. Başka bir seçenek çoğu kez olmaz. İstanbul’dan İstiklal Caddeli akşamlardan, Ankara’dan Yüksel Caddesini solumalardan, terkedilmişlik kokan ıssızlara düşenler, birbirine sarıla sarıla oralara alışır, karışır, dönüşür. Buna aşk derler. Eğer bu koşullarda karşılaşmasalardı asla birbirine âşık olmayacak iki insandılar. Ve yaşadıklarının aşk olmadığını anladıklarında aradan yıllar geçmiş, üç çocukları olmuş ve artık büyük kente tayin olabilmişlerdi. Geride çok bir dost da kalmazdı genelde. Bir zaman haberleşilir, giderek bağlar kopar: herkes farklı bir iklimde kendi serüvenini, kendi kuytusuna kanar gider. Hep geriye bakarak yaşamalarla dolu değil miyiz? Yanlış deyip bitirdiğimiz yerde, bir kolumuz mudur hayatımızdan kopup giden: yoksa hayatımızdan kopup giden yanlış yaşanarak harcanmış yıllarımız mıdır? Acısı geçmeyen bu mudur? Seçeneğimiz nereye kadardı ki biz yanlışı seçtik. Seçemeyip de ömür boyu,”kaçırdım” diye yakındıklarımız, bize ait miydi, yoksa sadece, kafamızda üreterek “bize aitleştirdiğimiz”,belki seçmiş olsak, kısa sürede kırılacak olan hayallerimiz miydi? Sonsuz gökte gidecek yeri olmayan kuşlar kadar özgürdük ve altta diken tarlaları vardı. Ne yaşasak, nereye konsak kanayacaktık belki de. Bu yüzden yaşadığımız hikâyeler, istediğimiz hikâyeler değildi, biz onlara ağlayıp kanamaktayız şimdi.

Seçmediğimiz hikâyelerdeki yaşamlara uyum sağlamak için biz değiştik. Bir insanı bir kutup ormanına bıraksan, ya oranın koşullarına uyum sağlamak için vücudu değişecek ya da ölecektir. İşte hikâyelerimiz de bizi değiştirdi. Ne fireler verdik kafalarımızdaki doğrulardan. Üstelik devran hızla yozluktan yana değişirken, hem bu değişim içinde doğru tavır alarak kendin kalabilmek, hem de dışlanmamak; ne çetin bir iş. Ama yok böyle bir şey. Böyle bir şey yapınca sürünün dışında kalırsın. Bu da demektir ki, geçerli değerleri reddet. Örneğin başkalarının ulaşabilmek için ömür harcadığı ne varsa reddet. O zaman yalnız kalacaksın. Yalnızlık ateşse, teneke erir; ama demir çelik kesilir. Aşkın da, zevklerin de, umutların, beklentilerin de farklılaşır, kendini seçmek zor iştir.

İnsanların çoğunluğu teorik olarak savundukları ne varsa, pratikte tersini yaparlar: küçükburjuvanın tipik belkemiksiz yaşama biçimi. Öyle olmasaydı dünya daha güzel olurdu. Doğa tutkunudur ama bir tek ağaç dikmez. İnsanın kişiliğinin güzelliğiyle ilgili görünür ama bakarsın birilerinin yalakalığını yapar. Yağcılığa karşıdır ama yağcıdır, dedikodu sevmez ama yapar. Aşk der, ama aşktan uzaktır. Savunduğu ideolojinin öngördüğü doğru davranışı ortaya koymaktan uzaktır. Bize devasa bir zından sundular. Geldiğimiz yerin koşullarını bilmiyorduk. Kişiliğimizin temelinin atıldığı, bizi var eden ne varsa gücümüzün ve algımızın dışında oluşturuldu ve orada yaşadığımız hikâyelere zorlandık. Geriye, tekrarı olmayan ömrümüzden yağmalanan yıllara ağlamak kaldı. Aşklarımız bile tezgâhtı çoğu zaman. Herkesinkine benzeyen sözler davranışlarla kurduğumuz ortaklıklar. Sadece rolünü önceden ezberleyenler daha başarılı oldu. Örneğin kocasına karşı görevlerini ta önceden öğrenenlerle, kadınına karşı görevlerini ta önceden öğrenenler daha başarılı oldu yaşadıkları hikâyelerde. Hatta aşkı orada yakalayabildiler. Ama verilen rolleri reddedenler, birbirinin bataklığı olup ve boğuldular. Oysa bu reddediş bile onların kendi gerçekleştirdikleri bir eylem değildi. Zamanımıza uygun, kafalarına zerk edilmiş, kadın erkek rollerinin karıştırılarak aile kurumunun parçalanmasını hedefleyen, yukarılardan tezgâhlanmış bir oyundu. Onlar, o oyundaki rollerini, özgürlük sandılar. Onlar, ihaneti ve aldatmayı da aşk sandılar. İhanet ve aldatmanın adını Leyla-Mecnun, Ferhad-Şirin, Yusuf- Zeliha ile karıştırdılar. Kendi abesliklerini süsleyip melek kılığına soktular.

Yaşanan sistem ortaya böyle bir manzara çıkarttı: Laçka evlilikler, ihanet üzerine kurulu ilişkiler (buna ben aşk diyemeyeceğim) . Aşkı, dostluğu ve her türden sağlıklı ilişkiyi yaşamaya uygun olmayacak kadar kırılmış, yıkılmış, kendini kaybetmiş kişiler üretti yaşanan insanlık dışı sistemler. Dostluğu, yararlanmak; arkadaşlığı sırtına binmek; aşkı, karşıdaki insanın kendisini tedavi etmesi sanan bir düşünce yapısı hastalanmış kitlelerin anlayışı oldu.

Bundan binlerce yıl önce, üzerinde yaşadığımız topraklarda Hititler oturuyordu. Bize benziyorlardı. Kerpiçten, taştan evleri vardı. Evler bitişik düzende yapılmıştı ve kapıları tepesinde oluyordu. Damların üzeri bir tür köy meydanıydı. Dilenci rahipleri vardı ve bin tanrıya inanırlardı. İnanıyorum ki, yaşlılar, gölgeliklerde oturup “ahlakın yozlaştığını, yeni kuşakların bozulduğunu; hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını” yakınarak anlatıyorlardı karşılıklı. Her çağ kendi değerlerinin yobazlığını yapsa da, tarih akmaya devam etti. Bin tanrılı dinlerin binlerce korkusu vardı, milyonlarca günahı; ancak, şimdiki zamandaki kadar insanın insanlıktan çıktığı bir çağ görülmedi. Kafka’nın romanındaki gibi, insan hamamböceğine dönüştü. Hiçbir sistem böylesine egemen olup, dünyanın tümünü görerek, önceden tezgâhlayamadı hayatı.

Giderek insan gerçekten de uzaktan kumandalı makinelere dönüştü ve böyle yönetilmeye başlandı dünya. Böyle bir mezbelede sanat da, bu ortama uygun olarak yapılmaya başlandı, ticaret de, politika da, aşk da. Yozlaşma ve çürüme insana, doğaya, kuşlara bulutlara, şiire, resme, müziğe bulaştı.

Önce farkında olmak gerekiyor, dünyanın ve dünyadaki düzenin ki, sonra kendimizi bulabilelim bu karmaşada. Kendimizi bulmadan, seçimlerimizi kendimizin yapmadığını bile anlayamayız. Sadece bize, iyi, doğru diye ezberletileni seçmeyi özgürlük sayarız. İnsanların seçtikleri, onların ne olduğunu göstermez mi. İncelik, kalınlık, kabalık, kibarlık, karşımızdaki kişiye ve onun tavırlarına bağlı olarak gelişir çoğu zaman. Ne kadar insan varsa o kadar da aşk çeşidi, arkadaşlık çeşidi vardır. Bir insanla yaşadıklarımızın benzerini bir başkasıyla yaşamamız olanaksızdır.

Kendimiz olmak ve hikâyelerimize acımayı bırakmak gerekiyor. O zaman belki daha sağlıklı olacak bizim için her şey. Yıkıntıların yanında açan çiçeklere kim sağlıksız diyebilir ki. Üstelik yaşadıklarımız bizim için ne büyük öğretmenlerdir. Her insan bir kitap olmaktan çok bir okul değil mi?

2

Bir eşek var idi zaif i ni zar
Yük elinden kat ı şikeste vü zar

Zayıf mı zayıf bir eşek vardı.
Taşıdığı yükler nedeniyle son derece kırılmış, ezilmiş ve ağlamaklıydı.

Gah odunda vü gah suda idi
Dün ü gün kahr ile kısuda idi

Bazen odun bazen su taşırdı; gece ve gündüz kahır ve sıkıntılar içinde yaşardı

dudağı sarkmış u düşmüş enek
yorulur arkasına düşse sinek

Dermansızlıktan dudağı sarkmış çenesi düşmüştü (yani çenesini kapatacak gücü yoktu) .Sırtına bir sinek konsa bile artık taşıyamayacak kadar yorgundu.

arkasından alınsa palanı
sanki it artığıydı kalanı

Sırtındaki semerini palanını alsan, geriye sanki itlerin yediği bir leşin artakalan iskeleti gibi bir görüntü çıkardı.

İşte bu dizelerle başlar Şeyhi’nin Eşekname’si. Şeyhi 15.yüzyıl şairidir. I.Murad,Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II.Murad gibi padişahlar zamanında yaşamış. Irakta okumuş.tasavvuf ve tıp öğrenmiş biridir. Kütahya’da aktar dükkanı vardır. Çelebi Sultan Mehmedi iyileştirmiş, padişah da onu özel doktoru yapmanın yanı sıra, tokuzlar adlı bir köyü timar olarak bağışlar. Fakat köye gidince, köyün eski sahipleri, şairi yakalayıp dayak atarlar. Bunun üzerine saraya dönen şair, Harname’yi yazar. Padişah da yolunu kesip onu döven köylüleri cezalandırır, şaire de ihsanlarda bulunur.


bir gün ıssı eder himâyet ana
yâni kim gösterir inâyet ana

Bir gün sahibinin onu koruyup kayıracağı tutar ve ona iyilik gösterir.(çünkü artık onun çalışacak hiç gücü yoktur ve sahibinin işine yaramaz)

aldı palanını vü saldı ota
otlayarak biraz yürüdü öte

Sırtından palanını semerini söküp, otlağa serbest bıraktı, terk etti. Oda birazcık otlayarak ileri doğru yürüdü.

gördü otlakda yürür öküzler
odlu gözler ü gerlü göğüsler

(birazcık gözlerinin önü ışıyınca) Gördü ki çayırda öküzler dolaşmaktadır. Gözleri ateşli ve göğüsleri gergindir.

har-ı miskin eder iken seyrân
kaldı görüp sığırları hayrân

Miskin eşek böyle çayırlıkta dolaşırken, sığırları gördü, onlara hayran olup imrendi.

ne yular derdi ne gâm-ı palan
ne yük altında hasta vü nâlân

Ne başlarında taşımak zorunda oldukları bir yular dertleri ne de sırtlarında bir palan kaygısı ve kederi vardı. Ne de yük altında hasta olup inim inim inliyorlardı.

acebe kalır ü tekeffür eder
kendi ahvâlini tasavvur eder

“Acaba? “diye bir soru gelip kafasına takıldı ve düşüncelere daldı. Sonra da kendi hallerini gözünün önüne getirdi, kıyasladı.

ki biriz bunlarunla hilkatde
elde ayakda şekl ü suretde

Biz bunlarla yaradılışta aynıyız dedi kendi kendine elimiz ayağımız şekil ve görünüşümüzle hayvanız hepimiz, diye düşündü.

Burada aklıma Amerikalı yazar Richard Bach’ın Martı’sı geliyor. Martı Jonathan Livingstone. 'Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin.’ diyordu Can Yücel Usta.’ En yüksekten uçan martı en uzağı görendir. ‘ diyordu Martı’nın yazarı Richard BACH. Richard Bach’ın Martı’sı yalnızca martıların, önceden beri uçtuğu yüksekliklerden daha yüksekte ve güvercinler gibi havada taklalar atarak da uçmak isteyip de sürüden dışlanmış olan Martıdır. O hep daha yükseklere tutkun ve farklılıklara âşıktır. Kendisine sunulan özgürlüğün sınırlarını, sürüsünden atılmak pahasına da olsa zorlar ve aşar. Oysa Bizim Şeyhi’nin Miskin Eşeği, kendisini diğer hayvanlarla kıyaslayıp, aradaki adaletsizliği sorgulamaya başlar. Anasından doğalı yük altında ezilip yok olmuş ve hiç düşünmeye zamanı olmamıştır. Ayakta duramayacak haldeyken, sahibi tarafından kaderine terk edilince, dünyayı görmeye başlar ve sorgular.

var idi bir eşek ferâsetli
hem ulu yollu hem kiyâsetli

Akıllı olgun ulu bir eşek vardı. Yani eşeklerin akıl danışabileceği ulu bir eşek vardı.

ol ulu katına bu miskîn har
vardı yüz sürdü dedi ey server

Bizim miskin eşek ulu eşeğin yanına gider ve ona:”ey eşeklerin başı”,dedi ve bu gün otlakta gördüğü öküzleri anlattı.”Bizim de bu dünyada onlar kadar yaşamaya hakkımız yok mu? ” türünden kafasına takılan soruları sordu. Pir eşek ona “ ki ey bela duvarlarının arkasında tutsak olmuş eşek” (k'iy belâ bendine esir eşek) diye hitap etti.

dün ü gün arpa buğday işlerler
anı otlayıp anı dişlerler

“Onların işi arpa buğday işleridir onu işlerler ve onu dişlerler” dedi.

bizim ulu işimiz odundur
od uran içimize o dûndur

“Ama bizim kutsal işimiz odun taşımaktır içimize ateş olan da budur. bizi yakan da.”

döndü yüz derd ile zaîf eşek
zâr ü dil-hasta vü nahif eşek

Derdi birken yüz olmuş, aradığını bulamamış ve umudu kırılmış olarak gönlü hasta ve ağlamaklı geri döndü bizim Miskin Eşek. Biraz ileriye gidip, oradan uzaklaşınca da kendi kendine ani bir karar verdi.

varayın ben de buğday işleyeyin
anda yayılıp anda kışlayayın

“Madem ki onlar buğday işleri yaptıkları için böyle rahat ve semirmiş haldeler, öyleyse ben de bu tür işler yapıp bundan sonra orada yazlayıp kışlayayım.” diye düşündü

gezerek gördü bir göğermiş ekin
sanki dutardı ol ekin ile kîn

Böyle yürürken karşısına yeşil ekin ekili bir tarla çıktı. Eşek bu tarlaya kin dolu gözlerle baktı.
Tarlaya girdi ve kendi aklınca ekin işi yapmaya başladı. Ekinleri ayaklarıyla tepti, çiğnedi, üzerlerinde yuvarlandı hatta ağzıyla koparttı. Kendi aklınca ekin işi yapıyordu. Tüm bu durumları gören ekin sahibi elinde sopayla geldi, tarlasının perişan halini gördü. Eşeği yorulana kadar dövdü ama öfkesi geçmedi. Hızını alamayıp, bıçağını çıkartarak kuyruğunu ve kulağını kesti. Eşek can acısıyla hızla kaçmaya başladı. Kaçarken karşısına akıl danıştığı Pir Eşek çıkar. Halini görünce şaşkınlık içinde durumunu sorar. Eşek ona şöyle der:

bâtıl isteyü hakdan ayrıldım
boynuz umdum kulaktan ayrıldım

“Hakkı olmayan bir şeyi isteyip hak yolundan saptığını, boynuz umarken kulaksız kaldığını” söyleyerek kendi suçunu kabul eden bir eşektir bu. Richard Bach ‘ın Martı’sı ise güvercinler gibi havada takla atmayı “batıl” olarak görmez, böylesi tutkularından dolayı da kendisi “suçlu” veya “günahkar” değildir. Eşek doğrudan doğruya kendi haline acıyan bir yaratığa dönüşmüştür. doğru bildiği şeyin yanlış olduğunu kabul etmiştir. Kabul etmesi için kulağı kuyruğu kesildi mi tüm doğrularını inkar eder. Bu mantık ve düşünce yapısı, insanlığın üzerinde binyıllardır karabasan gibi dolaşmaktadır.”Üç tanesini astın mı her şey hallolur “mantığı. Hep büyükler bilir ve sen kendi istemlerinin peşinden gidersen yanlış olur. Bizde bu yüzden zordur Martı olmak, dışlamaktan öte kanatlarını keserler ve tavuk olmaya razı olursun.

Bu hikayedeki kafa, tipik Osmanlı kafası mıdır? Hayır, bu kafa tarihin karanlık tüm noktalarında, dünyanın her yerinde ve her zaman egemen olan kafadır. Bu gün dünyaya egemen olanlar, insanlığın on binlerce yıllık kültür mirasını yok ederek yerine kendi değerlerini “doğru” diye koymuyor mu? İnsanlık tarihi boyunca her ulus kendi değerlerini büyüttü. Kendi güzellik anlayışını ve estetiğini geliştirdi. Bu gün “güzel” global veya küresel bir bütünlükle TV ekranları ve her türlü medya aracılığıyla insanlara kabul ettirilen “güzel”dir. Aşk, özgürlük, arkadaşlık dostluk evlilik, aile ilişkileri kendi birikimlerinin ulaştığı doğallığından kopartılarak, emperyalist yamyamların öngördüğü biçimde kabul ettirilmiş ve yaşama geçirilmiştir. Aşk aşklıktan çıkmış, evlilik şirketleşmiş, yürekler mekanik. Özgürlük kişilerin kişilerden kopartıp aldığı bir dilediğini yapma ve meşruluk alanı sanılmaktadır. Oysa hayır, özgürlük insanın egemenlerden söküp alacağı bir gökyüzüdür. Ama yaratılan koşullarda gerçekleşen aşklar ve evlilikler, kişiyi kişinin tutsağı ve hapishanesi yaparak ömürler harcarken. Birbirinden kurtulunca özgür kalacağını düşünenler ancak yanılırlar. Dünya insanca olmadan, hiçbir şey insanca olmayacak. insanların özgür ve mutlu olmadığı bir dünyada aşk nasıl mutlu olsun; düzenin mutsuz ettiği insanı, bir başka insan mutlu edebilir mi… Bu bilince sahip olan ve gerçek düşmana karşı onurunu koruyanlar daha mutlu olabilir aşkta. aşkı özgürlük aşklarıyla bütünleştirerek Ancak Richard Bach’ın Martısı olmayı seçenler kendisi olabilmenin gönül rahatlığıyla, tüm tutsaklıklara rağmen özgür yaşayabilir. Yeryüzünde ancak onların dostlukları dostluk, aşkları aşk olacaktır.

ADNAN DURMAZ

NOT:Adnan Durmaz'ın yazıları tamamen veya kısmen, kaynak belirtilmeden başka bir yerde yayınlanamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder