Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Kasım 2012 Cuma

MUHAMMET DEMİR: Kâğıttan Kayık



KÂĞITTAN KAYIK






Bir sonbahar günüydü. Kendimi sokaklara vermiştim, kaybolmuştum ya da kaybolmak istiyordum. Bu mümkün değildi elbette. Sancım tutmuştu böbreklerim sancıyordu. Bir parkın yanından geçiyordum. Parktaki bir bankta oturmuş buldum kendimi. Yorgundum parkeme daha da sıkı sarılmıştım. Üşüyordum köşede mısır kaynatan bir satıcı vardı. Bir süre onu izledim gelenler, gidenler nadir olarak pişmiş mısır alıyorlardı. Canım çekmişti benim de, banktan kalkıp bir mısır aldım ondan. Gözleri ışıldıyordu her satıştan sonra, teker teker liralarını biriktiriyordu.

Ben aylaktım oysaki. Bu saatte herkes işinde gücündeyken, ben sokakları arşınlıyordum. Amaçsızca tekrar banka oturdum, haşlanmış mısırımı yemeye başladım. Mısır sıcaktı, ben ise üşüyordum. Ellerim ısınmıştı önce, gelenler ve gidenler hızlı adımlarla geçiyorlardı önümden. Mısır bitmiş koçan elimde kalmıştı, tıpkı hayatım gibi. İşe yaraması için bankın köşesine bıraktım koçanı. Bir süre sonra bir güvercin kondu ürkek adımlarla koçana saldırdı, daha sonra bir tane daha ve başkaları da geldi yanına. Ben banktan kalktım bir tebessüm fırlattım güvercinlere. Yola kaldığım yerden devam ettim böğrümde bir sancı ile yüreğimde değil ama...

Sonra sancımla beraber eve gittim. Daha doğrusu kendimi eve zor attım. Üç gün çektim acıyı. Artık dayanacak hal kalmamıştı bende. Acile gittim. Hemencecik iğne yaptılar böğrüme. Ertesi gün polikliniğe gelmemi salık verdiler. On, on beş dakika sonra sancım bitti. Hastaneden çıktım, yürümeye başladım, rahatlamıştım artık yeni bir sancıya kadar. Yolum yine o parka düştü. Geceydi. Köşe de arkadaşları gördüm, gece avarelerini. Ateş yakmışlardı. Bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı. Sarhoştular. Selamlaştık, öpüştük, sarıldık. Şarapları tükenmişti. Tükenmiştik…

Onları kendi sarhoşluklarıyla yüz yüze bırakarak oradan ayrıldım. Kaçtım demem gerek belki de. Neden kaçtım sanki. Hâlbuki onlar için canımı seve seve verebilirdim ve bunu hemen yapardım, hemen. Şimdi caddeye çıktım. Caddede kimsecikler yoktu. Tenhalar kalabalık, açıklıklar ise tenhaydı bu şehirde.

Bir yerlere gitmeliydim. Bir yerlere gitmeliydi ayaklarım. Beynim bir yerlere gitmek istiyordu. Bir yerlere, hep bir yerlere gitmem gerekli. Bir yere, bir ana bağlı kalmamalıyım. “Bir yere bağlı kalmamalısın” diye telkin ediyordu beynim. Buna yalnızlık demek yanlış olur. Kök salınca sanki ölecekmişim gibi bir his. Ama değil. Kök salmak istiyorum. Ama şimdi değil. Böyle bir his yok. Yok, bu da değil. Bir his işte… Keşke sarhoş olsaydım, parktaki arkadaşlarım gibi. Sarhoş olsam ve kussam, içim dışıma çıksa, iğrensem kendimden, berbat bir halde uyansam, kaldırımda. Biliyorum onlar şimdi yine oradadır. Ne yapıp edip bir şişe şarap parası bulmuşlardır bir yerlerden. Geri dönmeliyim. Geri dönmek mi?

Bayılmışım sokağın ortasında. Bir süredir böyle oluyor hep. Zaman zaman bayılıyorum. Bayılacağımı anlıyorum, tam bir yere tutunacakken… Kendimi ayıltılırken buluyorum. Tuhaf işte. Soğuktu kaldırım granit, pürüzsüz. Çöpçüler beni ayıltmıştılar. Bir iki yudum su içirdiler. Teşekkür ettim. Gittiler. Kendimi karşıdaki otobüs durağının taburesine zor attım. Sabah oluyordu ve ben daha çok üşüyordum git gide. Arabaların sayısı arttı, otobüsler işlemeye başladı, şehir kalabalıklaştı. Artık caddeler ve sokaklar kalabalık tenhalar ise olması gerektiği gibi ıssızlaşmıştı. Günün ışıltısıyla birlikte ben de güne doğmuştum. Güne doymuştum...
       
Hayır, sanmayın ki ısındım. İnsan ısınamaz ki. Daha çok üşür, içten içe donar, bir tek kalp o da yavaş yavaş söner. Kalbimin yavaş yavaş söndüğünü hissediyordum. Böğrümün sızısının ilacı vardı. Bir iğne saplıyordular böğrünüze tamam sızı geçiyordu. Hâlbuki kalp sızısı… Ona çare yoktu ki. Avareydim. İşsiz, beş parasız. Bu halde nasıl çalışabilirdim,  bu haldeyken kendimi işime nasıl verebilirdim? Hem ne gereği vardı anlamsız ilişkiler içine girmenin? Aylaktım, alışmıştım aylaklığıma. Herkes bana acıyordu elbette ama ya ben. Ben onlara acımıyor muydum sanıyorsun. Güne hiç uyanmamalı insan, güne hiç doğmamalı, günü hiç yaşamamalı. Ama ne fayda, bu mümkün değil ki. Yine yollara düşmeliyim, bildiğim bir iki yerdeki ekmek kırıntılarıyla karnımı doyurmalıyım, bir iki kafadara takılıp, bir iki lakırdı etmeliyim, bir çatı altı bulup dinlenmeliyim belki de…

Hâlbuki yakınlarda birçok tanıdık var. Ama ben yine de onlara görünmesem iyi olur diye düşünüyorum. “Bu rezil halimi görmemeliler. Acımalarını istemiyorum onların. Zaten bin bir sıkıntıları, dertleri var. İçten içe sevinirler bu halime. Ben bilmiyorum, aslında hiçbir şeyden emin değilim. Her şey yaban, her şey yavan geliyor. Bir şeyler var anlamlandıramadığım. Dedim ya, bir his lanet olasıca bir his beni kemiriyor, verem gibi, kanser gibi.” Birisi simit bırakıyor kucağıma, birisi bir kaç bozukluk bırakıyor kucağıma, birisi “vah vah” diyor “ne zavallı bir adam” Simidi umursamadan yiyorum. Açım çünkü. Bozuklukları cebime koyuyorum. Muhtacım çünkü. Zavallıyım. “Evet, ben zavallının tekiyim, naçarın tekiyim, bu toplumda işim yok benim. Pisliğim onlar için. Çöpçüler dün gece beni ne diye ayılttılar ki. Donup ölseydim oracıkta. Bir pislikten kurtulurdu toplum işte. Tüm kötü görüntülerinden kurtulurdu.” Bir ekip otosu yanaşıyor durağa. “Hişt” diyor “çek git buradan, insanları rahatsız ediyorsun. Yoksa seni karakola çekeriz” diyorlar. Umursamıyorum. Sonra benim koluma birisi giriyor. Kolumda bir sıcaklık hissediyorum. Tanıdık birisinin… Tanıdık birisinin şefkatli bedeni koltuğuma giriyor. Bu bu... Çok seviniyorum. “Hadi gel” diyor bana. “Hadi gel, uzaklaşalım buralardan, çöplüğümüze geri dönelim.”

Ben onu kıramam ki. Beni anlayan tek kişi bu dünyada. Zor zamanların savaşçılarıyız, dostluğumuz bu nedenle baki kalmıştır. Tüketmeyiz hiçbir şeyi. Şarap gibidir dostluğumuz, yıllar geçtikçe daha bir kıymet kazanır. Hep olması gereken zamanlarda olur karşılaşmalarımız. Hızır’ı gibiyizdir birbirimizin. Yürek sızılarımızı en iyi biz anlarız birbirimizin. Aslında mizacımız, düşüncelerimiz birbirine taban tabana zıttır. Fakat asıl önemli ve değerli olan da budur, bu bizim dostluğumuzun değerini arttırır. Başka bir şey değil. Belki de ben değil ama o hep oradaydı, hep beni gözlemliyordu, o hep en dirençli olanımızdı. O hep bilir, o her zaman kararlıdır. Oysa ben hep yalpalarım zaten, hep kaçarım, hep bir gölge gibiyimdir, hiçbir samimi inancım yoktur. Ne diye bana değer verir ki. Hep zor zamanlarımda omzuma girer, yürek sızılarıma ortak olur, buna anlam veremem. Ben ona hep dert, sıkıntı vermişimdir. Oysa ben onun hiçbir vakit zor zamanında yanında olmamışımdır ve şimdi bu pejmürde, bu avare, bu dilenci kılığımla, bu ne idüğü belirsiz yerde, yine yanı başımda. “Çöplüğümüz” diyor ama oysa bu, burası, bu yer benim çöplüğüm. Yine kaybolacak, yine vaktini bekleyecek. Tıpkı Sur'a üfleyecek İsrafil gibi...

“Bırak kolumu yürürüm ben. Hem neredeydin sen, neredeydin bu zamana dek. Yine tansiyonum düşüyor galiba tut beni düşüyorum.”Yine soğuk kaldırımdayım etrafımda yabancı insanlar acıma hisleriyle dolu bir kalabalık. Ne oldu bana, neredeyim ben, kimim, siz kimsiniz, nereye kayboldunuz, hepiniz nerede, kayboldum ben... “Hey sen neredesin” Halüsinasyondu galiba…

Parka gitmeliyim hemen şimdi. Bir şey unuttum. Çoktandır yapmayı istediğim bir şey. Kâğıttan bir kayık yapmalıyım, suya bırakmalıyım, küçülmeliyim. Ta ki kayığa sığacak kadar küçülmeliyim. Yelken açmalıyım havuzun içinde. Bir yel esmeli, kayığım alabora olmalı, düşmeliyim suya. Yüzme bilmem ben. Boğulmalıyım, ölmeliyim. Yoksa bu yürek sızısı dinmez başka türlü...

Tıpkı dediğim gibi yaptım. Parktayım şimdi. Kâğıttan kayık yaptım, suya bıraktım. Annesinin kolundan çekiştiren bir kız ve erkek çocuk annelerini yanıma doğru çekiştirdiler. Çocuklara tebessümle baktım. İkisinin de ışıl ışıldı gözleri. Onlara da birer kayık yaptım kâğıttan. Sevindiler ve suya bıraktılar. Yürek sızım işte o anda geçti…



MUHAMMET DEMİR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder