KAPITALİZMİN KALESİ DOSTOYEVSKİ – III
YERALTINDAN NOTLAR(1864)
“Yeraltından Notlar”, “Varoluşçuluk “ akımının esin kaynağı! Albert Camus, J.Paul Sartre, Kafka gibi kapitalist bunalımın aynası olan yazarlar, Dostoyevski’nin etki alanı içerisinde olmuş, ”Kapitalizmin büyük bunalımlarının doruk noktaya ulaştığı 20.yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan existentialismus(eksiztansiyalizm)(varoluşçuluk) ve yabancılaşmanın ilk örneklerini verirken, neredeyse Dostoyevski’nin o kahredici karamsarlığını, yeraltındaki yapayalnızlığını, toplumdan yalıtılmışlığını en önemlisi de artık, insanın, sosyal varlığıyla -BİR İNSAN OLDUĞUNU UNUTMUŞLUĞUNU - tanınmış yapıtlarında dile getirmişlerdir. Kafka, Albert Camus, J.P.Sartre, Nietszche gibi yazar ve filozoflar Dostoyevski’nin etkisinde kalarak asıl temel felsefelerinin tözünü Dostoyevski’den almışlardır. Dostoyevski’nin bu yazar ve filozoflar üzerindeki etkisi öylesine büyüktür ki, Albert Camus “Dostoyevski’yi okuduktan sonra, “Artık, yazmaktan neredeyse vazgeçiyordum” diyecektir. Kafka, Dönüşüm adlı öyküsünü "Yeraltından Notlar"ın etkisinde kalarak yazmıştır. J. Paul Sartre’ın, tanrısız varoluşçuluğunun tözünde Dostoyevski’nin tanrılı varoluşçuluğunun seslenişleri yankılanmaktadır. Friedrich Nietzsche 1887’de tesadüfen eline geçirdiği ‘"Yeraltından Notlar"ın Fransızca çevirisini okur ve etkisinde kalır. Putların Alacakaranlığında da “Ölü Evinden Anılar”a atıfta bulunarak, şöyle yazmaktadır: ”Burada söz konusu ettiğimiz ve kafa yorduğumuz konu açısından (Kafa yorulan konu, suçlu, suçluluk, suçluların toplumdan dışlanması vb. -Yazarın Notu-) Dostoyevski’nin tanıklığı, hayati bir önem taşımaktadır. Zira burada yeri gelmişken hemen itiraf etmeliyim ki, benim kendisinden her zaman bir şeyler öğrendiğim tek psikolog Dostoyevski’dir. Dostoyevski, benim hayatta karşılaştığım en mutlu olaylardan biridir. Benim için Stendhal’i keşfimden bile çok daha önemli ve mutlu bir olaydır.”(Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı. S.108,109)
Dostoyevski “Yeraltından Notlar”da şöyle yazmaktadır:
“Sevgili okuyucularım, sizin dinlemek isteyip istemediğinizi bilmem ama şimdi size niçin bir böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Şunu ciddi olarak söyleyebilirim; pek çok kez böcek olmayı istemişimdir. Ama ne yazık ki buna bile layık olamadım.”(Yeraltından Notlar. S.11)
Dostoyevski, romanının başkahramanını hiçbir işe yaramayan, aşağılık bir varlık olarak tanıtıyor.
Kişinin kendisini aşağılaması!.. Toplum içerisinde tamamen yalnız kalmışlığın, önemle burjuva aydın yalnızlığının ulaştığı en uç nokta!.. Kahrolası yabancılaşmanın bir ilk sunusu! Bir insan, insan olduğunu kavrayabilmesi için, öncelikle insanların içerisinde toplumsal yaşamak, dayanışmalı yaşamak, onurlu yaşamak zorundadır. Yeraltına, ruhunun karanlığına çekilmiş bir insanın üreteceği şey ancak ve ancak karamsarlık, sevgisizlik, yazgıcılık, teslimiyet olur. Ama bu tüm insanlığa ilişkin bir özellik değildir.
Bir çarpık yaşama kendisini tutsak etmiş, belirli azınlığın ulumalı kıvranışıdır. Elbette ki insanın “kendi kendini ‘yalnız lığın dipsiz kuyusuna yuvarlamasının ana etmeni, kapitalist toplum; kapitalist toplum ilişkileri ve onun insan’ın maddi yaşamına olduğu kadar ruhuna da salgıladığı psikopatolojik durumlar, insan ruhunda yaptığı tahribatlardır. Böceklerin dahi bazen işe yaradığı gerçeğinden hareketle "Yeraltından Notlar"da ‘Bir böcek bile olamadım “söylemi, beş para etmezliği ifade ediyor!
Yeraltından Notların adsız başkahramanı da psikopatolojik sorunları olan ve bunu ağırlıkla major-depresyon (Kendini değersiz hissetme, küçük görme, kendini beğenmeme, suçlu ya da günahkâr hissetme) şeklinde gösteren hastalıklı bir kişiliktir.
Aslında Dostoyevski’nin yaşamı irdelendiğinde bu hastalıklı başkahraman ile aralarında paralellikler, iç içelikler hemen kendisini ele verecektir. Şimdi biz olgunun bir başka yönüne, "Yeraltından Notlar"ın böylesine ”nevrotik” yazılmasına (Dostoyevski’nin o günlerdeki özel yaşamındaki çıkmazların ve olumsuzlukların etkilerini de göz önünde bulundursak dahi), bir bakıma,ASIL esin kaynağı olan bir başka tarihi olaya bakalım:
NASIL YAPMALI?
Nikolay Gavriloviç Çernişevski (1828-1889)
Çernişevski "Nasıl Yapmalı"yı, 4 Aralık 1862 ile 4 Nisan 1863 arasını kapsayan dört aylık sürede, Petropavlovsk zindanında yazdı. Ama dört ayda yazılan bu romanın Rus toplum hayatı üzerinde yarattığı sarsıntı öylesine büyük oldu ki, Dostoyevski ve Tolstoy’dan, Kropotkin ve Lenin’e kadar pek çok yazın ve eylem adamı, kimi yerin dibine batırarak, kimi yücelterek, "Nasıl Yapmalı"yı konuştu, tartıştı.(Nasıl Yapmalı, Cilt 2 S.315)
Çarlık Rusya’nın egemen güçleri, Çernişevski’ye ve önemle gençlik üzerinde muazzam etki yapan "Nasıl Yapmalı"ya kara çalmak için elinden gelen her şeyi yaptı. (Dostoyevski’nin Epoha’da 1864 yılında yayınlanmasına başladığı “Yeraltından Notlar”, gerici burjuvazinin bir “antiÇernişevski” ve “anti Nasıl Yapmalı” propagandasından başka bir şey değildi!) Ama yapılan propagandalar, karalamalar etkili olmadığı gibi, yapıta ve yazarına daha da ilgiyi arttırdı. “Nasıl Yapmalı” dönemin Rus gençliği için bir tür siyasal program niteliğini taşıdı.
1860 yılı Rusya’da önemli bir tarihi işaret ediyor: Köylü reformlarına ilişkin hazırlıkların hızla sürdürüldüğü bir süreç. Toplumun her kesimi ayakta! 1861’de Çar 2.Aleksandr, Rusya halklarının devrimci isyanından korkarak büyük toprak sahiplerinin tepkilerine karşın serfliği kaldıran yasayı onaylıyor. On milyonlarca alınıp satılabilen köleleşmiş köylü kölelik prangalarından kurtuluyor.(zincirlerinden değil!) Toprağa bağımlı olmaktan kurtulan köylü, büyük sanayi merkezlerinin yolunu tutup, giderek sanayi proletaryasına dönüşüyor. Rusya’da kapitalizmin gelişmesi hız kazanıyor.
İşte bu olaylar yaşanırken Çernişevski,1861 reformlarının ve Çarlığın içyüzünü anlatan “Köylülerin Efendiliği” başlığını taşıyan bir bildiri yazıp, köylüleri Çarlığa karşı ayaklanmaya çağırıyor. Yine 1861 yılında yazdığı birçok makalesi kovuşturmaya uğruyor ve ardından da gerici, tutucu ve liberallere karşı devrimci ve demokrasinin bir kürsüsü durumuna getirdiği SOVREMENNİK (Çağdaş) dergisi kapatılıyor. 7 Temmuz 1862’de de Çernişevski yakalanarak Çar 2. Aleksandr’ın direktifiyle Petropavlovsk kalesine(zindanına) atılıyor.
Küçücük penceresi olan, loş, daracık bir tecrit odası!.. Tam iki yıl bu soğuk, rutubetli karanlık delikte Çernişevski ne ile suçlandığını dahi bilmeden yatıyor... İşte, "NASIL YAPMALI", Petropavlovsk Zindanı’nın demir parmaklıklı küçücük penceresinin önünde, 4 ay gibi kısa bir sürede yazılıyor. Çok yerleri şifreli olarak yazılan yapıt, yalnız Rusya’da değil, tüm dünyanın devrimci hareketinde gençliğin adeta bir kılavuzu, devrime açılan yoldaki moral kaynağı oluyor.
ÇERNİŞEVSKİ’DE AHLAK FELSEFESİ:
Çernişevski felsefesini oluşturduğunda Marksizm’le tanışık değildi. Yine de diyalektik materyalizme oldukça yakın yerde konaklamayı başarabilmiş bir dehadır. O, Önemle J. S. Mill’in felsefesinden etkilenmiştir.
Genel olarak, Çernişevski’nin “akla uygun bencillik” hakkındaki görüşü, bütün ışık dönemlerine özgü olan şu eğilimi ortaya koyuyor açıkça: Ahlaklılık için bir dayanak noktasını, anlayış gücünde; tikel bir kişinin karakterinin ve davranışının açıklamasını da, o kişinin iyi kötü bir temele oturtulmuş olan hesabiliğinde(Hesabını iyi bilen.-Y.N.-) aramak. Çernişevski’nin bu konudaki akıl yürütmeleri bazen, iki su damlası gibi, Helvetius’ünkilere ve Helvetius gibi düşünenlerinkine benziyor. Ve gene bir o kadar çarpıcı bir biçimde, eski Yunan’daki ışıklar çağının tipik temsilcisi olan ve dostluğun savunmasını yaparken dost edinmenin AVANTAJLI olduğunu ispatlamak amacıyla dostların kara günde bize yararlı olabileceklerini ileri süren Sokrates’in akıl yürütme tarzını ansıtıyor insana. Akıl yürütme yetisinin bu türden aşırılıklarını, ışıklar çağı insanlarının genel olarak kendilerini ve henüz EVRİMİN GÖRÜŞ AÇISINA yerleştirmeyi bilemeyişleri ile açıklayabiliriz.(Felsefe Defterleri, Lenin. S.430-431)((Plehanov, N.G.Çernişevski )
Çernişevski, aklın ve kişisel çıkarın, ahlakın temeli olduğunu savunuyordu.(İnsan, kişisel çıkarlarının nedenlerini yanlış kavradığı oranda kötülüklere iteklenmektedir. Bilgi ve entellektüel aydınlanma kişiyi doğru yola sevk eden yegâne yoldur.) genel tezinden hareket ediyordu.“Nasıl yapmalı” Çernişevski’nin kısaca özetlemeye çalıştığımız bu ahlak felsefesinin bir bakıma açımlaması oluyor.
Dostoyevski, "Yeraltından Notlar"da bununla ilgili olarak şöyle yazıyor:
“Bütün bunlar sadece hayaldir. Lütfen söyler misiniz ilk kez kim insanın kendisi için gerçekten neyin faydalı olacağını bilmediği için kötülük yaptığını ortaya atmıştır? Aslında bunu bilse kirli işlerden uzak durur iyi ve ahlaklı birine dönüşüverirmiş çünkü insanlar için asıl faydası olan tek şeyin iyilik olacağını bilirmiş. Bilinçli olarak kendi kendisine zarar vermeyeceğine göre kalan tek yol, iyilik yapmak olacakmış... Hey gidi saf, temiz yürekli çocuk! Dünya kurulduğundan beri insanların sadece kendisine fayda getirecek şekilde davrandıkları hiç görülmüş mü? O halde göz göre göre, yani asıl faydanın ne olduğunu bildiği halde bunu önemsemeden, başka tehlikeli yollara atılan milyonlarca insana ne demeli? Söz konusu insanları bu şekilde hareket etmeye mecbur kılan bir tek sebep yoktur; sanki kaderin onlar için çizdiği yoldan yürümek istememiş, inatla, başkaldırarak, karanlıklar içindeki yeni, zorlu ve karışık yollara girmişlerdir. Demek ki onlar için isyan, kendilerine fayda sağlayacak işlerden daha cazip görünmüştür. Fayda!.. Fayda da neymiş? İnsanlar için tam olarak neyin faydalı olabileceğini kesin bir şekilde söyleyebilir misiniz? Ya asıl fayda insanın kendisi için bazen zararlı olanı isteyebilmesinde ise buna ne demeli?”(Yeraltından Notlar S.27)
“Nasıl Yapmalı” 1863’de,"Yeraltından Notlar"da 1864’de yayınlanıyor. İki yapıt da Rusya’daki aynı tarihi koşullarda okuyucuyla buluşuyor. Devrim ve karşı devrim güçlerinin kıyasıya savaşım verdiği bir dönem. Çarlık Rusya’sı bir açık hapishane konumunda… Tüm ileri basın susturulmuş, baş kaldıranlar hemen zindanı ve Sibirya’ya sürgünü boyluyor, ortam bu!.. Faili meçhul cinayetler, ev baskınları, sansür, gizli polis, kiralanmış ispiyonlar, ajanlar, işkence… Devrimci hareketi bastırmak için “her yolun mubah olması!”… Türkiye bunu en şeffaf bir şekilde 1980 askeri faşist cuntasında yaşadı! (Türkiye örneğini, Türkiyeli olduğum için veriyorum. Bu değinilen ortamın 20. yüzyılın ikinci yarısında, önemle Orta ve Güney Amerika ülkelerinin birçoğunda, Afrika’da, Asya’da hatta Avrupa’da yaşanmış olduğu da bir gerçek!) O günlerin soluğunu yaşayanlar veya kavrayanlar, anlatılmak istenilen şeyin ne olduğunu daha iyi anlarlar.
İşte böyle bir ortamda, Çernişevski’nin "Nasıl Yapmalı"sı Olumlu kahramanları, Vera, Lopuhov, Kirsanov, önemle Rahmetov’u sahneye çıkarıyor. Devrimci-demokrat gençliğe bir ışık yakıyor, yol gösteriyor. Böyle dişe diş bir savaşım ortamında, militanca yazılmış(hem de zindanda), demokrasinin ve devrimin çıkarlarını her türlü estetiksel kaygının da önüne çıkaran bir yapıta yapılan YIKICI eleştiri, ancak insanlığa yapılan kirli bir ihanet olarak açıklanabilir. Burada estetiksel kaygılar kadar, insanî kaygılar da birincil önem kazanıyor. Her şey köleleştirilmiş ve bayağılaştırılmış insanlığa bir ışık yakmak, yürünecek doğru yolun başlangıç noktasını mütevazi bir fenerle aydınlatmak! Şimdi tam da bu zindan, kan gölü ve hengâmenin ortasında “Nasıl Yapmalı”yı yıpratmak için bir roman yazmak ve alelacele yayına sokmak! Ne ile açıklanabilir? Sanatsal bir kaygı ile mi? Yoksa... Ne ile?
Edward Hallett Carr bir burjuva eleştirmeni olmasına karşın, şunu da belirtmek zorunda kalıyor:
“Notlar, son yıllarda, eleştirmenlerin ve Dostoyevski’yi inceleyenlerin abartılmış derecede ilgisini topladı”
(E.H.Carr. Dostoyevski, s.115 )
Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”da ortaya koyduğu “yeni insan tipi”ne 8 ay aradan sonra Dostoyevski de bir anti-tez olarak kendi konumuna ve ahlak anlayışına özgü bir “yeni insan tipi” yaratıp, koyuyor. Çernişevski’nin “yeni insan”ı bir bakıma içinde yaşadığı dönemin zorunluluğu olarak ortaya çıkıyor.
İçinde yaşadığı dönem: İstersenizLenin’in, Felsefe Defterlerinden yanıt verelim:
“Çernişevski’nin yaşadığı dönemi tanık göstererek yanıtlayabiliriz bu soruyu: öyle bir dönemdir ki o dönem, toplum tam hareket halindedir ve kötülüğün mutlaka yenileceği inancını pekiştirebilecek fikirlere gereksinim vardır bir çeşit.”
(Felsefe Defterleri, Lenin s.435)
Burada Dostoyevski’nin sanatsal dehalığından falan önce, konumu çok önemli ve öne çıkarılması gerekiyor. Dostoyevski’nin konumu; karşı devrim saflarından olanca kin ve nefretiyle devrim ve demokrasi saflarına saldırıya geçmiş olmasıdır... Burjuvazi’nin tam dişine göre, tam istediği gibi, tam onlara benzeyen “yeni insan”ını “Anti-kahraman”ını yaratıyor.
Dostoyevski’nin yarattığı “yeni insan” kendine güveni olmayan, kabuğuna bir böcek gibi çekilmiş, pasif, hımbıl, kendini aşağılık olarak değerlendiren, genelde psikolojik sorunları olan, hastalıklı tipler!
Evet... Dönem öyle bir dönemdir ki, bakınız buradaki yaratılan insana! Toplumsal çalkantıyla, toplumun herhangi bir katmanıyla ne alakası var? Oysa o dönemde bu toplumsal çalkantının içerisine katılmayan tek fert yok! Herkes nasibini alıyor. Çocuğunu emziren ana da, aç kalan bebek de nasibini alıyor! Zengin ve fakiriyle tüm toplum, öyle veya böyle hareketin bir tarafında veya hareketten maddi, manevi etkileniyor.
Bugün burjuva eleştirmenleri hatta Marksist geçinen eleştirmenler dahi olgunun asıl yönünü es geçip ‘yüce sanat’ adına somut durum değerlendirmesi yapmadan, neyin, niçin, hangi ortamda söylendiğini, yazıldığını görmezlikten gelerek gerçeği karalayıp, asıl yüce olanı basitleştirmektedirler.
Şimdi burjuvazi tarafından çok övülen, örnek alınan bu yapıt neresinden tutarsan tut, sallanıyor, dökülüyor!
Burada bir parantez açıp, Maksim Gorki’nin 17 Ağustos 1934’de, Sovyet Yazarlar Birliği Birinci Kongresi’nde yaptığı konuşmadan bir kaç pasajı aktaralım:
“Fikirleri faşizmin insanlık dışı öğreti ve eylemlerine temellik eden Nietzsche’nin de kabul ettiği üzere, Dostoyevski’nin etkisi özellikle büyük olmuştur. Dostoyevski “Yeraltından Notlar” adlı yapıtının başkişisinde, yozlaşmış benmerkezci tipin en güçlü yazınsal portresini çizmiştir. Kendi öz kara yazgısından, acılarından ve gençliğinin gerçekleşmeyen umutlarından öç almak için duyduğu karşı konulmaz isteği, Dostoyevski, aşağılık ulumaları, yaşamdan tümüyle soyutlanmış bir on dokuz-yirminci yüzyıl bireyci gencinin ağzından dile getirdi. Dostoyevski’nin yarattığı bu başkişi Marquis Des Esseintes’nin karakteristik özelliklerini içinde barındırıyordu; ayrıca Paul Bourget’nin yazdığı Le Disciple’nin başkişisinin ve yazdıklarının başkişisi yine kendisi olan Boris Savinkov’un, Oscar Wilde’in ve Artsibaşev’in Sanin’inin ve kapitalist devletin insanlık dışı koşullarının anarşik etkisiyle ortaya çıkan yozlaşmış toplum kişilerinin en özgül özelliklerini taşıyordu.
Vera Figner’e göre, Savinkov tıpkı bir dekadan (düşkün anlamında –Y.N.-)gibi düşünüyordu. “Ahlak diye bir şey yoktur, yalnız güzellik vardır. Güzellik, kişiliğin özgür gelişmesidir, ruhun içinde var olan her şeyin engellemesiz bir oyunudur. “
Burjuva kişiliğinin ruhunu dolduran o kokuşmuşluğu çok iyi biliyoruz.
Büyük bir çoğunluğun insan onuruna yakışmaz, anlamsız acıları üzerine kurulmuş bir devlette, bireyin sorumsuz söz ve eylemleri, giderek yol gösterici birer ilke halini alacaktı. ‘İnsanoğlu doğası gereği despottur’, ‘insanoğlu işkence görmeye bayılır’, “insan, acı çekmeye tutkundur’, ‘insan yaşamın anlamını ve kendi öz mutluluğunu kendi istemlerinde, engellemesiz hareket özgürlüğü içinde bulur’, ‘insan iradesi onun en büyük avantajıdır’ ve ‘bırakın dünya batsın ama şu çayımı içeyim’ gibi Dostoyevskici fikirler, kapitalizmin her alanda desteklediği ve haklı çıkardığı fikirlerdi.(Maksim Gorki, Edebiyat Yaşamım S 244,245)
Maksim Gorki, Rusya’daki demokrat aydınların ‘ahlaksal ve zihinsel yoksullaşmalarının’ batıdaki demokrataydınlardan daha hızlı bir gelişme gösterdiğinin altını çizerek bu negatif gelişmeyi, Rus demokrat aydınının daha az bir tarihsel eğitime sahip olduklarına yorumlamaktadır. Yine bu ‘ahlaksal ve zihinsel yoksullaşmasının’, dünyayı yeniden kurma, halkların mutluluğunu sağlama görevini üstlenen PROLETERYA’ya kararlı bir şekilde katılma güç ve niteliğini göstermeyen tüm aydınların başına gelecek kaçınılmaz bir olgu olarak değerlendirmektedir
“Yeraltından Notlar”, Dostoyevski’nin sonradan kaleme alacağı ve başyapıtlar olarak değerlendirilen Suç ve Ceza, Budala, Ecinniler, Karamazov Kardeşler‘in ideolojik bir önsözüdür. Yılgınlaşmış ve korku şokuna girmiş, bu yüzden de kademeli süreçler periyodunda elde ettiği tüm gerçeklerini yitirerek yeraltına sinmiş bir entelektüelin zavallı ve insanlık adına utanç verici umutsuz inilti ve yakınmalarını dile getirmektedir.
“Beyaz Geceler”de de bir “çekirdek” olarak var olan “uyumsuz karakter”, “anti kahraman” betimlemesi, aradan geçen 16 yılın sonrasında; yani kurşuna dizilmekten kurtuluşundan ve hapis, sürgün yaşamından sonra, yapıtlarında iyice sistemleşmiştir.
Maksim Gorki, 1934 Sovyet Yazarları Birliği Birinci Kongresinde, 17 Ağustos’ta yaptığı konuşmada, Dostoyevski üzerine düşüncelerini belirtirken sonunda, “Dostoyevski’nin aradığı şeyin ne olduğunu anlamanın güç olduğunu” belirtir.(ay. yap. S.246)
Aslında söz konusu “Yeraltından Notlar” olduğunda, Maksim Gorki’nin ‘anlama güçlüğü’ çektiği şey, sansürün gazabına uğrayıp, yapıtı, ne istediğini, neyi aradığını bilmeyen bir kaosa dönüştürmüş olmasından kaynaklanıyor.
Aslında, "Yeraltından Notlar"ın orijinalinde yapıt ne istediğini bilmektedir.
Edward Hallet Carr’dan yazalım:
“ ...Michael’e yazdığı 26 Mart tarihli mektupta, sansürün notların birinci bölümünden yaptığı bir çıkarmaya değinmektedir:
Sansürcüler ne domuz şeyler! Her şeye saldırdığım ve sövme gösterisi yaptığım yerlere izin verilmiş, fakat Hıristiyanlığa inanmanın gerektiği sonucunu çıkardığım bölüme izin verilmemiş.
......Başka bir deyişle, bir başkaldırı çığlığı olmaktan uzak olan kitap, Çernişevski’nin Materyalist ahlakına karşı, Ortadoksinin savunusudur.”(E.H.Carr, ay. yap. s.117)
SUÇ VE CEZA (1866)
“ Dragor’da Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sını okuyordum. Önce bu kitabı seçtiğim için sağlıksızlıkla suçladı beni. Sonra da gençliğin de bir öğrenci arkadaşının piyanoda Chopin’i çaldığında uzun bir hastalığa(tabii uzun süre fark edilmeyen bir hastalığa) tutulduğunu, bu arada mücadele etme gücünü yitirdiğini anlattı.
Brecht, Chopin ile Dostoyevski’nin insan sağlığı üzerinde özellikle kötü bir etki yarattıklarını düşünüyor. Okuduklarım konusunda beni başka yönlerden de iğnelemek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. O sırada kendisi Şvayk’ı okuduğu için, ısrarla, iki yazar arasında karşılaştırmalı değer yargıları ortaya koymamızı istedi. Sonunda düpedüz Dostoyevski’nin Haşek’le boy ölçüşemeyeceği ortaya çıktı, böylece Brecht, daha fazla bir şey söylemeden onu da würstchen(Sosis) arasına soktu, biraz daha ileri gitse, Dostoyevski için bir şey daha söyleyebilirdi; aydınlatıcı nitelikten yoksun, ya da öyle kabul ettiği her esere Brecht bugünlerde Klump(moloz, ya da döküntü ) diyor.” (Brecht’le Söyleşiler, Walter Benjamen)(Estetik ve Politika, Eleştiri yay)(Bak. İnt. Halk sahnesi oyuncuları)
Dostoyevski, “Suç ve Ceza”yı 1866 yılında yazıyor. Roman, Dostoyevski’nin çoğunluk romanlarında olduğu gibi Petersburg kentinde geçiyor. Petersburg’un kuruluşu Büyük Petro’ya dayanmaktadır. 1703’de İngrai bölgesinin İsveç’ten geri alınmasından sonra Baltık kıyılarına yakın bataklık bir bölgede kuruluyor. Moskova, Avrupa’ya ve denize uzak olduğu için Büyük Petro tarafından Yeni bir başkent olarak düşünülmüştür. St. Petersburg kentinin kurulmasındaki gaye, Vissarion Grigoryeviç Belinski tarafından şöyle açıklanmaktadır:
“Moskova, Rus Çarlığının başkentiydi ve Rusya’nın tam ortasına düşen bir coğrafi konumdaydı, bu yüzden de Petro’nun genel ve köklü reformları için uygun değildi. Ona, deniz kıyısında bir başkent gerekliydi. Ama elinde denizi yoktu. Çünkü Kuzey ve Doğu okyanusları(Kuzey Buz Denizi ve Büyük Okyanus) kıyılarıyla, Hazar Denizi kıyıları Rusya’nın Avrupa’ya yaklaşmasını sağlayamazlardı“(Belinski, Gogol’a Mektup S.25)
Kent, Avrupa’dan gelen mimarların da katkısıyla alelacele inşa ediliyor ve Belinski’nin deyişiyle, bir yılda yapılacak şeyler bir ayda yapılıyor. Bir insanın yani Petro’nun iradesi doğayı yeniyor.
Petersburg’un yok olması demek, Rusya’nın da yok olması demekti. Çünkü Puşkin’in mısralarında betimlediği gibi “Petersburg, Rusya’nın Avrupa’ya açılan yegâne penceresiydi.” Rusya’nın geleceği ise Avrupai reformlara bağlıydı:
“Buradan gözdağı vereceğiz artık İsveçliye.
Kibirli düşmanımızın korkulu rüyası kent
Burada kurulacak.
Doğanın takdiri
Avrupa’ya buradan pencere açmak”
Puşkin
Rusya’nın yeni başkenti, II. Aleksandr’ın 1861’de yaptığı reformlarla (en önemlisi de serfliğin kaldırılması) büyük bir işgücü akımına uğrar. Serfliğin prangalarını kıran köylü, kentlere akın eder. Sanayi kollarında çalışmaya başlar, proleterleşir. Yine Belinski’nin deyişiyle , “St. Petersburg kenti günden güne değil, saatten saate büyür. “(ay. yapıt. s.29)
Ancak bu büyümeyi gerçekleştiren, Avrupa’dan getirtilmiş Francesco Rasttelli gibi mimarların Barok tarzı yaptıkları yapılar, köprüler, kiliseler, kuleler değildir artık. Fabrikalarda, inşaatlarda, günlük işlerde çalışan proleter ve yarı proleterlerin, az ücretlerle yarı aç yarı tok geçim telaşı içerisinde olan küçük memurların oluşturdukları, sokakları yazın tozlu, kışın balçıklı gecekondu ve Petersburg’un kocamış, kamburlaşmış binalarından oluşan eski mahalleleridir. St. Petersburg’un varoşlarıdır. Bu varoşlar aslında eski Petersburg’un dönüşüme uğramış halidir. Viraneye dönmüş kasvetli hanları anımsatan çok katlı binalar, küçücük dairelere bölünerek kiraya verilmiştir.
Dostoyevski’nin yaşamını sürdürdüğü 5 katlı, uzun yılların yorgunluğu ile kamburlaşmış bina, işte bu eski Petersburg’un, yağan yağmurun etkisiyle sokağında küçük gölcükler oluşmuş, çamur ve balçıktan neredeyse yürümenin imkânsızlaştığı ekseriyeti işçi, öğrenci ve küçük memurlardan oluşan bir mahalledeydi: Hause Alonkins Wohnung nr.13 (Alonkins apartmanı, daire 13)
Size ‘Alberto Moravia’nın ‘1950’ler’de yazılmış “Bir Rusya Seyahati” adlı yapıtında konumuzla ilgili bir bölüm var, oradan aktarayım:
“...Ve nihayet kısa, geniş damalarla düzenlenmiş caddesiyle şehrin eski parçası. Evler kasvetli ve kendi haline bırakılmış! Eski arnavut kaldırımları, orada burada oluşmuş çukurlarda su birikintileri, huzursuz ve sessiz siyahımsı bir parıltıyla çiseleyen yağmura aldırmaksızın orada burada üç-beş mahalle çocuğu oyun oynuyor.
Biz, eşiği çamurla kaplı bir evin büyük avlusuna girdik. Burada arnavut kaldırımı yok. Sadece balçık ve çamur var.
....Yukarda kapıda orta yaşlarda bir bayan duruyor ve Dostoyevski’nin dairesini ziyaret etmek isteyip-istemediğimizi soruyor. Biz bunun için buraya geldiğimizi söyleyip, merdivenleri çıkıyoruz.
Görüntüsü oldukça uğursuz, çirkin geniş bir merdiven... Siyahlaşmış duvarlarında nemli lekeler görünüyor. Merdiven basamakları kirli, yerinden oynamış taşları orasından-burasından aşınmış veya tamamen kırılmış...
Neden bu merdiveni böylesine detaylı anlatıyorum? Çünkü Dostoyevski yıllarca burada yaşadı ve hep bu merdivenden yürüdü. Ama bu merdivenden aynı zamanda Rodin Raskolnikov tefeci kadını öldürdüğü zaman da bir aşağı bir yukarı koşmuştu.
“Beni buraya getiren her iki Dostoyevski araştırmacısı(Forscher) Raskolnikov’un bu evde yaşadığına ilişkin garanti verdiler. Aynı zamanda “Suç ve Ceza” yazarının da ikamet ettiği yer burası!”(Alberto Moravia, Eine russische Reise S.7,Almanca)
Anlaşılıyor ki, Dostoyevski kendi oturduğu odacığı “Suç ve Ceza” romanında Raskolnikov’un oturduğu yer olarak da betimlemiş. Şimdi hem Dostoyevski’ye hem de Raskolnikov’a mekân olan bu dairenin Alberto Moravia tarafından betimlenişine bakalım:
“Biz en üst kata ulaştık. Bayan yarı karanlık, siyah perdeli kapıyı açtı. Dolaplarla dolu koridor öylesine dar ki, ancak bir kişi geçebilir. Koridor iki kapıya açılıyor. Birbirine sıkıştırılmış küçük dairelerde iki aile iç içe yaşamak zorunda. Koridorun sonundaki üçüncü kapı Dostoyevski ve Raskolnikov’a ait odanın kapısı olduğunu bize rehberlik eden bayan söyledi. Bu odayı Dostoyevski’nin kendisinden dinleyelim:
“Küçük oda, beş katlı yüksek bir binanın çatı katındaydı ve odadan çok bir dolaba benziyordu. Çok dar ve alçak olan oda, aslında koridorun bir devamı gibiydi.”(Ay. Yap. S.7,8)
Dostoyevski, “Suç ve Ceza”nın ilk bölümlerini, aç ve sefil beş parasız, son kalan eşyalarını rehinlere bırakarak yaşadığı Wiesbaden'de yazdı. Çünkü elinde avucunda olan tüm parayı kumarda kaybetmişti. Rehin bırakacağı eşyaların karşılığında alacağı üç-beş taler için tek tek dolaştığı bu acımasız rehinciler Dostoyevski’de bir Raskolnikov ruhu filizlenmesine, tefecilere karşı, öldürmeyi düşünecek kadar bir nefretin oluşmasına neden olmuş olabilir. Yarı aç Dostoyevski Petersburg’a döndüğünde de farklı bir durumda değildi ve paraya ihtiyacı vardı. Bunun için de bir başka romanın yazılması gerekiyordu: Kumarbaz! Bu roman için anlaştığı yayınevinden belirli bir avans aldı. Yayınevi ile yapılan noter anlaşması oldukça ağır hükümler içeriyordu. Üstelik roman, 30 Ekim 1866’ya kadar yazılıp teslim edilecekti, ama bunun için kalan süre bir ay bile değildi. Bir Stenograf tutması gelinen aşamada tek çözümdü.
Kendisine eş olacak Anna Grigorievna Snitkina ile tanışması bu vesileyle oldu. Anna, Stenograf olarak Dostoyevski İle 4 Ekim’de çalışmaya başladı. 26 gün gibi kısa bir sürede roman tamamlandı. Dostoyevski 8 Kasım’da da evlenme teklifinde bulundu, yılın sonuna kadar da “Suç ve Ceza”nın geri kalan kısmı yazıldı. 15 Şubat 1867’de de evlendiler.
“Suç ve Ceza” Dostoyevski’nin yazın yaşamındaki yerini sağlamlaştıran, onu Rusya ve dünyada saygın romancılar arasına sokan yeni bir başlangıç oldu. Bu roman üzerine sadece Rusya değil, tüm dünya entellektualizasyonu hiçbir romancıya nasip olmayacak şekilde olumlu olumsuz kritik ve yorumlarda bulundu. Dünyada en çok okunan, sinema ve tiyatroya uyarlanan bir yapıt özelliğini kazandı. Peki bu ilgi nereden geliyor? Gerçekten “Suç ve Ceza” böylesine abartılı bir şekilde doruklaştırılacak bir başyapıt mıdır? Böylesine tutulmasının ve insanların yoğun ilgisini çekmesindeki giz nedir? Bunlar üzerinde, olgunun çok boyutluluğu göz önünde tutularak çok boyutlu olarak değerlendirilmesi gerekir.
Wiesbaden'deki açlık ve sefalet, tefecilere yüksek faizlerle rehin bıraktığı eşyalara karşılık aldığı 3-5 taler Dostoyevski’nin "Suç ve Ceza"yı yazması için esin kaynağı oldu. Ve hemen o sefalet ve açlığın içerisinde “Suç ve Ceza”yı yazmaya başladı. Roman, yüksek idealleri olan ancak parasızlıktan hukuk öğrenimine ara vermek zorunda kalmış Raskolnikov’un tefeci kadın Alyona Ivanovna’yı öldürme düşüncesiyle başlıyor. Sonra diğer kahramanlar: Marmaledev, Marmaledev’in hanımı Katerina Ivanovna ve kızı Sonya Semyonovna anlatılıyor.
Olağanüstü betimleme yetisi:
Gerçekten de küçük bir memur olan Marmaledev ve ailesinin abartılı ama olağanüstü bir betimlemesi yapılmış. Bu olağanüstülükte yine insan doğasında sık rastlanmayan pek seyrek olabilecek olgular ‘insanı alçaltmak için’ özellikle seçilerek romana konu edilmiş. İnsanların değişik vicdansal yargılarına seslenerek ender rastlanan bir konu üzerinde odaklanmalarını böylece sağlayabilmiştir:
“Delikanlı, Katerina Ivanovna’yı tanımakta zorluk çekmedi. Oldukça uzun boylu, güzel endamlı, ince zayıf bir kadındı. Koyu kumral saçları hala çok güzeldi. Yanaklarındaki kırmızılıklar gerçekten birer leke halindeydi. Ellerini göğsüne bastırmış, dudakları kurumuş bir halde, küçücük odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıyor ve kesik kesik düzensizce soluyordu. Gözleri bir humma nöbetiyle ışıldıyordu. Ama bakışları sert ve sabitti. Bitmekte olan mumun, titreşen son ışıkları altında bu veremli ve heyecanlı yüz, korkunç bir etki yapmaktaydı.......
Merdivenlerden pis bir koku geliyordu ama merdiven kapısı kapanmamıştı. Aralık olan kapıdan, evin iç tarafından, dalga dalga sigara dumanları geliyor, kadın öksürüyor ama kapıyı kapamıyordu. Altı yaşlarındaki en küçük kız çocuğu, iki büklüm bir halde başını sedire dayamış uyuyordu. Kızdan bir yaş büyük olan oğlan çocuğu bir köşede titriyor ve ağlıyordu..... Dokuz yaşlarında, uzunca boylu ve bir kibrit çöpü gibi incecik büyük kız çocuğu, köşede, küçük kardeşinin yanında durmuş, uzun ve ve çöp gibi kuru kollarıyla onun boynuna sarılmıştı. Kızın sırtında yırtık pırtık, çok kötü bir entari vardı. Çıplak omuzları üzerine de.” (Suç ve Ceza S.28-29)
YAVUZ AKÖZEL
(IV. BÖLÜM GELECEK SAYIMIZDA)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder