Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Şubat 2013 Perşembe

YAVUZ AKÖZEL: Bir Türkiyeli Göçmenin Notları(3)




BİR TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI - III


Geçmişten Yankılar





     
Gecenin yarısı oldu ve biz hâlâ gidiyoruz.Autobahn bazen üç-dört şerit oluyor. Yine de trafik kalabalık. Dikkatli sürmek gerekiyor. Çünkü arabanın farları çiseliyen yağmurda kırılıyor ve  görüş zaviyesini iyice daraltıyor. Nürnberg’i bir solukta geçip Münih (München) dolaylarında hem arabaya benzin aldık hem de bir kahve molası vermiş olduk... Yağmur, giderek  iyice hafifledi  ve sonra gökyüzünde tüm görkemiyle yıldızlar göz kırpmaya başladılar. Rastplatz(Mola, dinlenme yeri) hınca hınç dolu, fiatlar ise cepleri alev alev yakacak türden... Ama kimsenin aldırdığı yok... Tepsiyi kapan sıraya giriyor. Ataman Abi’yi  bir köşeciğe oturtup ben de sıraya giriyorum. Alacağım sadece iki bardak Cappucino. İki bardak Cappucino: 6.40 euro! En ucuz dinlenme, soluk alma ücreti bu olsa gerek! Oysa biz de açız yani! Kahvelerimizi içtikten sonra, arabadaki evden aldığımız yol azıklarımızdan yeriz, gökyüzündeki görkemli yıldızları seyredip de... Hem neler yok ki arabada?.. Domates, salatalık, Peynir, börek, pişmiş yumurta, soğan, zeytinyağlı biber —domates— patates kızartması. Daha ne olsun ki! Bunları Rastplatz’daki hiçbir yiyeceğe değişmem. Masalar hınca hınç dolu. Gezi  otobüslerinin biri durup biri kalkıyor. Genellikle yaşlarını başlarını almış emekliye ayrılmış yaşlılar. Neşeleri yerinde ve fiatlar umurlarında değil! Zor bela yer bulup da  iliştiğimiz bir köşecikten şaşkın şaşkın bu kıtlıktan çıkmış neşeli yaşlıları gözlüyoruz... Ataman abi’ye bakıyorum. Üzgün görünüyor. Kendi gerçekleriyle onları kıyaslıyor gibime geldi. Elimi sırtına vurdum bir kaç kez, sevecenlikle, okşar gibi,
—Boş ver.... dedim... Kafanı takma be Ataman abi!
—350 Euro emekli bağlamışlar! Nasıl boşvereyim! Bir de bunlara bak,  diye kahırlı konuştu.

1980 sonrası, yani askeri faşist cuntanın Türkiyenin emekçi halklarını inim inim inlettiği dönemde  karısını alıp Almanya’ya kaçmayı başarıp sığınma isteğinde bulunmuş. İki oğlu; biri bebek, diğeri  üç yaşında! Türkiye’de kalmışlar, çünkü getirememişler.

—Nasıl olmuştu, diye soruyorum.
—Anneme bıraktım onları, dul olan anneme! “Gözünüz arkada kalmasın... Yemem yediririm, içmem içiririm” diye, torunlarını gözyaşları ile bağrına bastı. “Önce siz canınızı kurtarın! Sonra allah kerimdir!”
 —Ama kahveni de bu ara iç Ataman abi, sonra arabaya gider, birşeyler atıştırırız. Ama dertlerimiz tam depreşmişken, biraz şu kaçış, sığınma öykülerinden anlatsana! hadi, hadi anlat!
—Önce İsviçre’ye gittik. Bir yılı aşkın bekledik ama sığınma talebimiz reddedildi. Almanya’ya giriş oldukça zor olmasına karşın, kaçak yollardan girmeyi başardık ve bu kez Almanya’ya sığınmak için başvurduk. Tabii bizi hemen mülteci(sığınma) kampına aldılar... Etrafı yüksek duvarlarla çevrili, Hitler Almanyası’nın toplama kamplarını anımsatan sevimsiz, oldukça geniş bir alana kurulmuş, sıra sıra barakalardan oluşan bir   kamp. Girişinde tahtadan yapılma iğreti bir kulübe var. İçeriye, kampta yaşayanlardan başkasını almıyorlar. Gelen ziyaretçiler, ancak, kimliklerini sığınmacılara nefretle bakan asık suratlı memurlara bıraktıktan sonra üstelik  kısacık görüşme şartı ile içeri girebiliyorlar. Bulgarlar, Romanyalılar, Afrikalılar,İranlılar, Pakistanlılar, Sri Lankalılar, Kürtler... Nasıl anlatayım? Her  milliyetten kozmopolit bir insan yığını... Kimi politik nedenlerden ötürü, kimi aç kalmışlıktan ötürü , yani canını kurtarabilen , Avrupa’ya bu kahrolası emperyalist ülkelerin bolluğuna kapağı atmış. Evet bolluk...Yani etten sıyırdıkları kemik parçaları bize sunulan. Ama biz buna da razı olmuşuz.

Daha sığındığımız gün bizi Rotekreuz’a(Kızılhaç)  ait büyük bir binaya götürdüler. Odalar itina ile tanzim edilmiş gebraucht(Alm. kullanılmış) kadın-erkek-çocuk giysileri ile dolu. Tabii bu gebraucht giysiler, tek tek yıkanmış, ütülenmiş ve sıra sıra dizilmiş, asılmış! Doğrusu oldukça kaliteli ve markalı şeyler de var. Yani en pahalı butik ve moda evlerine ait asortik mağazaların malları. Ne olacak! Zenginde para çok! Üç-beş kez giydi mi bıkıyor. Giydiklerini Kızılhaç’a verip günahlarından arınıyor ve böylece toplumun içerisinde vicdan azabı çekmeden alnı açık, mağrur yürüyebiliyor, insanların gözlerine bakabiliyorlar. Hele bir de şu Tv’lerde sürekli anons edilen ‘Afrikadaki açlara yardım’, ‘Aksiyon insan’ gibi organizasyonlara da üç-beş kuruş havale edince artık hiç sorun kalmıyor. İnsanlık görevlerini yapmış oluyorlar böylece!

Hem hanımım hem de ben, elbetteki gereksinimimiz olan giysileri fazlasıyla aldık! Çünkü İsviçre’den Almanya’ya gizli yollardan girerken yanımızda fazla eşya getirememiştik. Üstümüz başımız kir pas içinde ve dökülüyordu.

Ataman abi anlatırken kendinden geçiyor, hayıflanıyor, üzülüyor..

—Kahveni soğutma Ataman abi!

Kahvesinden bir fırt çekip gözleriyle insan kalabalığını şöyle bir tarıyor...

—Sanki hiç dertleri yok bunların! Nasıl da neşeliler!
—Evet! Savaş yıllarında çektikleri acı ve açlıktan intikam alıyor gibiler.
—Biz hâlâ sürünüyoruz! Yarı aç yarı tok ve yüzümüz hiç gülmüyor, dolu dolu neşelenemiyoruz tıpkı bunlar gibi!
—Neden biliyor musun Ataman Abi ?
—Neden?
—Çünkü biz, ikinci dünya, üçüncü dünya ülkelerinin insanlarıyız. Sorun burada!

Kahvemizi içtikten sonra tuvalete gidiyoruz. Otomatiğe 50 sent atıyorum, giriş açılıyor, kabinlerden boş olan bir tanesine giriyorum. Herşey tertemiz, mis gibi. Uzun uzun oturup rahatlıyorum, adeta bu temizlikte ve sessizlikte dinleniyorum, beynimin içerisindeki uğultular yok oluyor! Sonra...  Sonra Sifonu çekiyorum! Klozet’in üzerindeki oturma yeri aniden hareketleniyor... Yamuluyor, birşeyler oluyor ve otomatik olarak hem üzeri hem de iç çeperi ilaçlanıp,yıkanıp,fırçalanıyor. Üstelik üzerine oturduğumuz oturak bölümü de ilaçla silinip kağıtlanıyor..Hayretler içerisinde kalıyorum... Tertemiz bir klozet... Otomatik olarak kendi kendini yıkayıp yuyan, hamarat bir klozet!  Korkusuzca, tedirgin olmadan otur, rahatla ve dinlen! Bu yoğun kalabalığa karşın tuvaletler gerçekten pırıl pırıl ve ferahlık veriyor insana... Derinden de nostaljik hitparade havaları çalıyor.

1974’lerde herkesin dilinde olan, insanı kıpır kıpır kıpırdatan bir şarkıyı Günter Gabriel gitar ile söylüyor:

“Ich bin Knut Wuchtig und seit 15 jahren hier
  İch war immer pünktlich und habe meine Arbeit getan.
  Tag für Tag,und ich habe meinen mund gehalten.
  Aber heute,muss es raus :

  Hey! hey !hey Boss,ich brauch mehr Geld !

  Seit Wochen schon liegt meine Frau im Bett und hustet stark,
  Und Kinder hab ich reichlich hier zuhaus
  Und früher machte sie noch nebenbei’ne echte Mark
  Und mein Aetester trug morgens Zeitung aus.

  Hey! Hey! hey Boss,ich brauch mehr Geld !oh ja ja (1)
                                                                                                                                                      
—Gördün mü diye, soruyor Ataman Abi..

Tuvaletleri  sorduğunu hemen anlıyorum;
—Evet diye, biraz da şaşkınca yanıt veriyorum.

Tuvaletlere sokulan teknoloji, insanı biraz da hayretler içerisinde bırakıyor... Bunu yapmayı öngören işletme sahipleri, kalantor patronlar acaba salt halkın çıkarlarını, rahatlığını düşündükleri için mi bunca kapitali tuvalete sokmuşlar? Biraz düşündürücü değil mi?

Herşey öylesine mükemmel ayarlanmış ki! Ama tüm bu mükemmelliklerin ayaklarının yere basmadığı, en ufak bir sendelemede yüzü koyun yere kapanacağı izlenimi bende uyanıyor.

Bu yaşlılar ordusuna dönüp yeniden yeniden bakıyorum. Çoğu ikinci emperyalist paylaşım savaşını yaşamış insanlar. İçlerinden bir bölümü henüz çocuk ve bebek yaştaydı o yıllarda. Bir bölümü de  genç delikanlı ve çiçeği burnunda bayan. Şimdi emekliliğin tadını doyasıya çıkarıyorlar. Dolu dolu gülüyor, dolu dolu yiyiyor ve de dolu dolu geziyorlar. Gözüm yok elbetteki. Dolu dolu gülsünler yesinler, içsinler, gezsinler... Ama? 

Onlarla aynı toplumda yaşıyoruz  ama; birbirimize ne kadar çok yabancıyız! Onların bize gönüllerini ve ellerini uzatmaları gerekmez miydi?

Onların bizleri ayrımsız bağırlarına basmaları gerekmezmiydi?

Onlar da açlığı ve kıtlığı zamanında yaşamadılar mı? Savaş yıllarının zulmunü, ölmelerini, çaresizliklerini barbarlığını yaşamadılar mı?

Fabrikalarda  akkord(götürü) bandlarında tıpkı bizim gibi en acımasız sömürü ve  köleleşmişlikleri yaşamadılar mı?

Yan yana gelemiyoruz. Sefaletimiz onları ürkütüyor. Dolu dolu gülmelerinden dolu dolu yemelerinden, dolu dolu gezmelerinden bizlere birazcacık da olsa vermek istemiyorlar.

Gökyüzünde yıldızlar parlıyor... Autobahndan vızır vızır arabalar gelip geçiyor... Park  yeri sıra sıra dizilmiş TIR’lar, otobüsler ve binek arabalarıyla adeta dolup taşıyor. Kimi arabalar işini bitirmiş, hareket edip giderken kimileri de gelip konaklıyacak park yeri arıyor, konaklıyor. 24 saat sürekli aynı devinim. Hızla gelenler ve yine ayni hızla gidenler...

Bu devinimi hem gözlüyor hem de arabamızın kapılarını aralamış yemeğimizi yiyiyoruz. İşte dünya böyle böyle  bizi de içine almış, ha babam de babam  şaşkın şaşkın  dönüyor da dönüyor. “Daha ne istiyorsunuz? İşte tümünüzü yüklenmiş  sırtımda taşımıyor muyum? Yorulmaksızın, öf demeksizin; ufak-tefek küçücük isyanlarımla yetinip de?“ der gibi  bir hali var, dert yüklenmiş dünyamızın!

Şu araba yığınaklarına bakınız: Trilyonlarca metre küp zehir kusuyorlar her saniye. Şu haksız savaşlara bakınız: Her gün sayısı belirsiz suçsuz emekçi halk öldürülüyor.

Şu kâr hırsıyla her yanı doldurmuş ve ha bire ölüm üreten, denetimden yoksun katil fabrikalara, nükleer santrallara bakınız: Bir yandan sömürü çarkını kurmuş acımasız sömürüyorlar, bir yandan da tıpkı arabalar gibi şaşkın dünyamızı kirletiyorlar. Daha neler neler!..

Dünya ufak-tefek küçücük isyanlarıyla yani tsunamileriyle, depremleriyle, hortumlarıyla, sel felaketleriyle vb. hâlâ bizi sabırla taşımaya devam ediyor... Ama artık, bir o yana bir bu yana yıkıldım yıkılacak, sallanıp duruyor.  Anlıyacağınız, dünya şaşkın şaşkın biraz da kederli ve yorgun, ritmini yitirmiş bir düzensizlikle dönüyor da dönüyor.

Gökyüzünde yıldızlar gülümsüyor. Gecenin içerisinde, hafif bir rüzgarla kımıldayan ağaçların yaprakları hışırdıyor. Ataman Abi, elindeki ekmek lokmasını biber-domates kızartmasının suyuna banıp iştahla yiyiyor. Ardından da Edirne peynirinden bir parça koparıp ağzına atıyor. Termosta kalan son çayı da bardaklara koyup bölüşüyoruz.


Yemeğimizi yiyip toparlandık. Saat gecenin ikisi olmuştu. Emniyet kemerlerimizi bağlayıp hareket ettik. Hiç yorulmamış gibiydim ama içimde bir acı yumağı der top olmuştu. Kederliydim. Ataman Abi’ye bakıp gülümsedim. Neşeli görünüyordu veya bana ’öyleymiş’ gibi geldi. Sinyalimi verip yavaş yavaş autobahn’a çıktım  ve gaza yüklendim.

(*)Ben Knut Wuchtig 15 yıldır bu iş yerinde
hiç aksaklık çıkarmadan gece-gündüz çalıştım
ve dilimi  hep tuttum.
Ama bugün herşeyi söylemem gerek!
               Hey patron! Fazla paraya gereksinimim var
               Haftalardır karım hasta, yatakta yatıyor ve kuvvetli öksürüyor.
               Evde yeterince çocuklarım var (ama)
               Daha önce yardımcı işlerde çalışıp da para(Mark)  kazanmadılar.
               (onun için) Benim kararım sabahları gazete dağıtmak.
               Hey patron ! Fazla paraya gereksinimim var.
               Oh.. Evet evet..

      
     
      
YAVUZ AKÖZEL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder