Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mart 2013 Perşembe

YAVUZ AKÖZEL:Bir Türkiyeli Göçmenin Notları -5




         
BİR  TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI - V





Özgürlük Yanılsaması









          
E 70 -3 no’lu Autobahndayız ve Slavinski Brod’a doğru ortalama saate 120 km’lik bir hızla ilerliyoruz.Ortalık günlük-güneşlik,arabanın içi sıcacık ve radyoda fm’de çok hoş sırp müzikleri dinliyoruz. Balkan müziklerini hep sevmişimdir. Yalnız müziklerini mi? Dillerini de, insanlarını da, memleketlerini de sevmişimdir. En neşeli müziklerinde bile bir yanıklık, burukluk vardır. Böyle duyumsamışımdır hep!
   
Eskiden bu yollar tek gidiş-gelişti ve bu autobahnların yapımında öğrenciler de çalıştırılıyordu. Kızlı-oğlanlı güzel bir tempoyla ezgiler söyliyerek çalışan çocukları hayranlıkla gözler, onlara sigara dağıtırdım. Bölünmemiş bir Yugoslavyaydı o zaman ve Mareşal Titoya özgü çarpık bir sosyalizm yönetimi vardı. Batı kapitalist ülkeleriyle kıyaslandığında oldukça geri kalmış gibi görünüyordu. Daha doğrusu bizim geri kalmışlık kıstaslarımıza göre bir değerlendirme yapıyorum anlıyacağınız! Bu kıstas, bu karşılaştırma gözlemlere dayanıyordu. Yollar, binalar, mağazalar, lokantalar, giyim kuşamdaki lükslük derecesi, halkın kullandığı vasıtalar vb..

Biz batılılar, hele Türkiyeliler hep büyük kasalı, büyük motorlu arabaları tercih etmişizdir. İki nedeni vardır bu tercihin: Birincisi,  izin zamanı, memleketimize giderken eşe dosta götüreceğimiz hediyeler, ısmarlamalar, ev falan almışsak da o eve gerekli öteberiler yüklenecek.. Elektirikli mutfak eşyaları, porselen takımları, kristaller, çatal-kaşık takımları, semaver, yatak örtüleri, tencere takımları, önemle saç şampuanı, sabun, çikolata ve bunun gibi  daha neler neler! Yükle babam yükle... Böyle yüklememizin bir nedeni de, o dönemler Türkiye’nin bir -yoklar- ülkesi olması, olanların da çok pahalı olması. Biz, Türkiyeli göçmenler olarak kıtlıktan çıkmışcasına doyumsuz bir şekilde bunları alır arabalarımıza yüklerdik.

Büyük araba almamızın ikinci nedeni de, Türkiye’deki fakirlik dönemlerimizde araba üzerine kurduğumuz kahrolası düşlerimizdi. İşte o düşler, şimdi gerçek oluyordu. Yıllarca içimizde biriken tıkanmış şeyler, şimdi setleri yıkıyor, darmadağın edip önlenmesi olanaksız, etrafı silip süpüren bir sele dönüşüyordu, etrafı mahşer yerine çeviren bir hortum oluyordu... En büyüğünü istiyorduk;  doyumsuzluğumuzu doyurabilmek için!.. En büyüğünü!...

Autobahn’ın sağ ve sol tarafları, uçsuz bucaksız tarlalarla kaplı. Mahsulü kaldırmışlar, ot balyalarıyla yüklü dev bir traktör tarlaların yanıbaşında ağır ağır gidiyor. Kasketli adam traktörü sürüyor, yanında yine başını sıkı sıkıya sarıp sarmalamış 50 yaşlarında gösteren bir bayan oturuyor. Ağır ağır giden traktöre uyumlu öyle sessiz, konuşmasız, dalgın ve üzünçlü bir halde görünüyorlar. Beni etkiliyor onlardaki bu durgunluk. Mahsülü kaldırılmış ucsuz bucaksız tarlalar alabildiğine sarı bir ıssızlığı yansıtıyor. Ara sıra karga ve güvercinler  kümeler halinde bu sarı ıssızlığa konup konup kalkıyor. Elimde olmayarak, o an önüme çıkan parka dalıyorum. Arabanın penceresini açıyorum... Mis gibi bir koku içeriye doluyor... Ot kokusu, toprak kokusu, doğanın kendine özgü kokusu... Hâlâ eski Yugoslavya’dan kalmış güzellikler, doğallıklar olarak görünüyor bana.

Bozulmamış insanlarının, doğasının Yugoslavyası gibi..

Uyuklayan Ataman abi hemen gözlerini açıyor, ‘ne güzel’ diye iç geçiriyor.

—Güzel olan ne ?
—Almanya’da olmamak , bu frische Luft’u (Taze havayı), güzel bir düşe benzeyen bu doğayı içime çekmek. Bu sapsarı, uçsuz bucaksız anaç tarlalar, bu... bu... insanlar, düşlerimdeki gibi insanlar... Yani yıkım ve yokluğun ne olduğunu bildiklerini, yaşadıklarını giysilerine, hareketlerine ,bakışlarına sindirmiş  insancıklar... Ahh... İçimdekileri tam anlatabilsem?
—Hangi yıkım ve yokluk ?
-Görmüyormusun? Üzerlerinde hâlâ çıktıkları parçalanmışlığın yorgunluğu ve çaresizliği yansıyor. Neye çalıştıklarını, ne için çalıştıklarını hatta niçin yaşadıklarını bilmemenin  bir aptallığı üzerlerinde var gibi.
—Yani şaşkın ördek gibiler...
—Sen de işin hep gırgırındasın yani... Ben, ahh bir anlatabilsem diyorum, kelimeler yetersiz kalıyor bu selleşmiş duygularımı anlatmakta... Sen ise?.. Biraz ciddi ol! Biraz derin düşün! Yoksa sana çay yok!

Ataman abi çay doldurmuştu bu ara, bana uzattı gülümseyerek,
—Sağ ol abiciğim... Aslında ben de...
—Biliyorum, aslında sen de aynı duygular içerisindesin... Eski Yugoslavya zamanında az gidip gelmedin bu yollardan...
—Evet  Ataman abi... Bu yıkılış sanki bir revizyonizmin çöküşü, yenilgisi değil de, gerçek Marksizmin, Leninizmin bir yıkımıymış, yenilgisiymiş gibi beni derinden sarstı. Aslında yıkılan, yenilen revizyonizmdi. Ama gel gör ki, bir ‘sosyalizm, bir kollektivizm, bir el elelik, bir yoldaşlık‘ kelimesini de bağrında barındırıyordu bu batış.

Yine gün ikindiye döndü, güneşin ışınları batı yakasından soğuk bir kırıklığa dönüşerek giderek toplanmaya başlayan gri bulutların arasından yansıyordu. Gözlerimi yumdum.

Uyandığımda, Ataman Abi yanıbaşımda, başı yana kaykılmış, ağzı yarım aralık ve hafiften horlayarak uyuyordu. Bir ara onu inceledim. Yaşı hayli ilerlemiş olduğu için yarı dökülmüş dağınık ak saçları ve avurtu çökmüş suratıyla bir ölümün ürpertili soluğunu onda duyumsadım. Başını usulcacık düzelttim.


Sırbistan gümrüğüne ulaştığımızda  gecenin yarısını çoktan geçmişti. Gümrük memurları arabamızı şöyle bir usulden kontrol ettiler ve Sırbistan’a  da tıpkı Hırvatistan’da olduğu gibi sorunsuz  girdik. Hiç durmadan yolumuza devam ettik, aşağı yukarı 50 km gittikten sonra  yorgunluktan artık gözlerim kapanmaya başladı. Arabayı süremeyecek duruma geldim. Gözlerim yolun kenarında hep bir benzinlik, lokanta gibi bir yer arıyordu... Önüme çıkan ilk benzin istasyonuna girip hemen arabayı park yaptım.

—Bir kahve içip, burada biraz uyuyalım Ataman abi! Artık pilim bitti!
—Tamam canım. Benim de pilim bitti... Sen arabayı  sürmekten, ben de yollara bakmaktan yoruldum...
—Ah.Ataman abiciğim... Sen horul horul uyuyordun ya!
—Bak hele... Beş dakikacık uyuklamamız bile.... Ben uyurken bile uyanıktım üstelik... Sahi biz neredeyiz?
Kahkahayı bastım..
—Sırp gümrüğünü geçtik ya! Hatırlamıyormusun?
—Ne zaman geçtik?
—Pasaportunu verdin ya!
—Vallahi  hatırlamıyorum!
—Benim tontoş, bitanecik, uyurken bile uyanık olan abiciğim... Hadi davran... Kahve içmeye, birşeyler atıştırmaya... Hücum!..

İki kahve söyledik. Autobahn’ın kenarındaki bu restaurant-Caffee karışımı yer gecenin bu saatinde hâlâ dolu sayılırdı. Orta yaşları bir hayli aşmış ama hala Slavlara özgü çekiciliğini üzerinde taşıyan  sarışın  bayan kahvemizi getirdiğinde, Ataman abi bu sarışın bayana  termosa sıcak su doldurması için işaretler yapmaya başladı.Ama bayan hafif bir tebessümle Almanca yanıt verdi.2 euro karşılığında bir termos sıcak su getirmeyi kabul etti.


Restaurant’ta yemek yiyen, birşeyler içen insan kalabalığına baktım... Çoğunlukla Sırpça konuşuyorlardı. Demek ki, bizim gibi yabancı değildi bunlar. Bu memleketin değişik yerlerinden kopup gelmiş yolculardı. Karşımızda oturan sekiz kişiden oluşan  50-60  yaşlarındaki kadınlı-erkekli grup bir yandan yemeklerini atıştırıyor bir yandan da kahkahalar savurarak konuşuyorlardı. Konuştuklarını anlamıyordum ama, hallerinden bu yolculuğun onları oldukça sardığı, mutlu ettiği belli oluyordu.

Yugoslavya dağılmış ve işte bu insanlar masallarda anlatılan o özlenen özgürlüğe kavuşmuşlardı. Özgürlük, gecenin bir vakti restaurantta  birşeyler yemekti, en üst perdeden kahkaha savurabilmekti. Zengin olabilmek, lüks arabalara binebilmek, lüks villalarda yaşabilmekti. Hizmetçi ve uşaklarının olması, çocuklarını ayrıcalıklı paralı kollejlerde okutabilmekti özgürlük...

Özgürlük salt kendisi için yaşamaktı, “bireyselleşme“ değil, “bireycilik”ti  onlar için. Tek kendisi için var olma ,tek kendi çıkarı için yaşamak demekti.

Özgürlük, ’her koyunun kendi bacağından asılması’ demekti!

Ve bunu yaptılar. Özgür oldular. Bu kahkahalar, belki de ulaşılan özgürlüklerinin  bir yankısıydı.

Yugoslavya dağıldıktan sonra, yerden biter gibi lüks mağazalar açılmıştı. O küçücük, mütevazi doğu blokuna özgü Trabant(Trapi) tipi 26 ps’lik  doğa dostu arabalar, yerlerini  batı kapitalizminin saatte en az 200 km sürat yapan doğa düşmanı lüks arabalarına bırakmıştı. Yollar, park yerleri arabadan geçilmiyordu. Mercedes, BMW, Porsche, Jaguar, Opel, Ford, Citroen, Peugeot, Lancia, Fiat, Audi, Renault, Mazda, Toyota, Suzuki, Nissan, Volvo, Skoda, Hyundai, Chevrolet, Cadillac Ferrari vb....

Sosyalist ülkelere özgü, o güzelim toplu taşımacılık gitmiş, yerine özgürce kullanılan ve her dakika milyonlarca küpik zehiri soluk aldığımız dünyamıza ha bire enjekteleyen milyonlarca araba gelmişti.

Bir savaş vermişlerdi. Bir arada yaşadıkları eski dostlarını, bir zamanlar fabrikalarda sırt sırta çalıştıkları ‘yoldaş‘ dedikleri iş arkadaşlarını, komşularını, başka milliyetten oldukları için ‘özgürlük‘ dedikleri için boğazlamışlardı.



Özgürlük adına yapılmıştı bunlar!

Garson bayana yeniden iki kahve söylüyoruz. Almanca, “Sırbistan’da durumlar, işler, nasıl? Bu yeni tip özgürlükten, özgürlüğünüzden memnunmusunuz?“ diye soruyorum.

Akşam saat 18:00’de iş almış ve sabah 06’ya kadar da çalışacakmış. Karşılığında alacağı para 15 euro. ”Bahşişler olmasa açım“ diye yakınıyor. Eline 1 euro sıkıştırıyorum, teşekkür ediyor ve giderken sağına soluna bakıp kimsenin duyamıyacağı bir fısıltıyla, “Eskiden herşey daha iyiydi. Özgürlüğümüz de!“ deyip, yorgun adımlarla elinde tuttuğu tepsi ile yandaki masada boşalan tabak ve bardakları almaya gidiyor.

Tepsi elinde, yanımdan geçip de mutfağa doğru giderken ben de ona usulca soruyorum  “Hangi Özgürlük ?“ diye!  “Ne bileyim !Özgürlük işte..” deyip gülümsüyor!

Her şeyin paraya dayandığı bir düzende yaşanıyor. Para olmadan bir adım atılmıyor. Kahkalar bile para olunca ancak atılıyor. Müzik, para olunca dinlenebiliniyor. Para olunca dans ediliyor, sevgiler satın alınıyor...

İnsanoğlu paranın esiri oluyor. Esir olan bir insan özgür olabilir mi? Bu özgürlük, bir özgürlük yanılsamasından başka bir şey değildir.

Ataman abi sıcak su ile dolu  termosu eline alıyor. ”Haydi arabaya gidip biraz uyuyalım “ diyor.

Dışarıya, temiz havaya çıkıyoruz. Hafiften bir yağmur çiseliyor. Ama soğuk değil, üşümüyorum. Gökyüzünde bulutların arasından tek tük soluk ışıklı yıldızlar göz kırpıyor ve gizemli bir ürpertiyle ishak kuşu ötüyor.




YAVUZ AKÖZEL


Urla / 11.03.2012




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder