Merhaba
Atalar, “mart ayı dert ayı” derler. Bu sözdeki toplumsal hikmeti bir yana bıraksak da sosyalistler için mart ayı hem acıların, hem sevinçlerin ayıdır. 12 Mart faşist darbesi, 12 Mart Gazi mahallesi katliamı, 16 Mart Beyazıt katliamı, gene 16 Mart Halepçe katliamı ve 30 Mart Kızıldere...
Tüm bunlara karşın, gene acıların içinde süzülen ama umudun ve direnişin adı olan üç önemli gün de Mart ayı içinde doruklaşır. 8 Mart Uluslar arası Emekçi Kadınlar Günü 18 Mart Paris Komünü ve 21 Mart Newroz..... 21 Mart’ın yüklendiği bir önemli gün daha vardır. Afrikalıların kanları pahasına direnişleriyle kazanılan Güney Afrikadaki ırkçı aparthead yasalarını parçalayan Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü. Mart ayı, sanatsal iki önemli günü de içinde barındırır: 21 Mart Dünya Şiir Günü, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü...
Her 21 Martta bir şaire bir bildiri yazdırılır. Gelin bu yılın bildirisini biz yazalım. İçbükey, mızmız, pısırık şiire karşı yükselen bizim sesimiz olsun bu bildiri de:
Şiir; insanoğlunun hiç durmayan iyiyi, güzeli, doğruyu arayışını gösterir. Bağlı olduğu dilin çiçeğini, ulusun özünü verir.
Dilimlenen yaşamın her renginden, her kokusundan, her düşünce ve duygusundan tat almalı, sınır tanımadan büyümelidir şiir. Octavia PAZ, “Şiirlerden bir hayat yaratmaktansa, hayatın kendisini şiire dönüştürmek daha iyi olmaz mı?” derken bu anlamda şiirin yaşamla ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu açıdan şiirin olanaklarından da yararlanarak şiirin yaşamla ilişkisini ve iç içe oluşunu açalım:
Şiir, bayrak olur sevgiye, dalgalanır âşıkların dudaklarında.
Şiir, al benekli bir uçurtmadır, kelebek gibi, fırfırlanır okuyanların yüreklerinde.
Şiir, fırtınalı gecelerde bir balıkçı barınağı; güneşli havalarda yüreklerde patlayan bir sevda sağanağı!
Şiir, bir yılkı atı, atlatıvermiş boranı, kışı; çiçeğe kesen ovalarda karşılıyor baharı.
Şiir, güneşte demlenmiş dostluk gibi; sarp kayaları dönüştürür gül bahçesine.
Şiir, zamanı un ufak eder, erirken nice güzeller, güzellikler umursamaz yüzyılları.
Şiir, sazın tellerini yoklayan bir tezene; ustasının elinde akar ezgilene ezgilene...
Şiir, sevdalı tellerde gezer, dil dil açar çiçeklenir; öter sazın yüreğinde gül gül açar biçimlenir. dudaklardan su tadında yüreklere akıverir.
Şiir, yürek tezgâhında dokunmuş bir kilim rengârenk, tepeden tırnağa ezgi ve âhenk...
Şiir, karanlıkları yaran yakut saplı bir bıçak, geceyi gündüz eden sevgi şimşeği; yanar döner, gül ışıklı bir havaî fişeği.
Şiir, bir güvercin gibi konar sevenlerin yüreğine, bir şahan gibi iner zalimin tepesine!
Şiir, bir çağladır zemheride çiçeğe kesen, karların arasından baharı karşılayan bir kardelen!
Gerçek şiir, gerçek dünyanın şiiridir, çünkü bu zafere ulaşabilmesi için uğrayacağı değişikliklerin öğeleri bu dünyanın içindedir. Gerçek şiir, iyiliğin şiiridir; yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte bireyciliği, yenecek, gene bütün insanlarla birlikte karanlıkları ve toplumsal baskıyı yenecek olan şiirdir. Gerçek şiir, insanın iç gücünün, umudunun ışığıdır.
Karartmayacağız bu ışıkları. Bu ışıklardan yarınların şafağını tutuşturacağız.
Ali Ziya Çamur
BU SAYININ SAVSÖZÜ
Sanatçı sonsuz öfkesini sonsuz bir sevgiye dönüştürebilen bir tür dinamo olabilmelidir. Bugünün ortalama sanatçısı öfkesini kaybetmişe benziyor, sevgi de üretemiyor.
Kendi çağının temel proplemlerinin kaynağındaki ilişki ve süreçleri öfkesiyle göğüsleyip, umudu çoğaltması, sanatçının memleketine, bölgesine, tarihsel çağına yapabileceği en önemli katkıdır. Değer verdiklerinin örselenmesine neyin sebep olduğunu anlamak, kendi meseleleriyle diğer toplumsal meseleler arasında ilişki kurabilmek, buna tavır koyabilmek de en önemli sorumluluğudur.
Madem zamanımız azalıyor, koşullar hepimizi her geçen gün daha çok sıkıştırıyor, o zaman safları sıklaştırıp, ortak bir mücadele zemini örecek ve üreteceğiz. Üretmek ve mücadele etmek, birbirini davet ediyor: Geçmişe ağlamak fayda vermez, gelecek ise kimin ne yaptığına bağlı olarak şekillenecektir.ÇAĞRI KINIKOĞLU(Sol Gazetesi, 22 Ocak 2013)
YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
M. ŞEHMUS GÜZEL’İN YENİ KİTABI: “DUHOK KONUŞUYOR”...
Mayıs 2011’de Duhok’ta düzenlenen “Kürdoloji 2. Uluslararası Konferansı”na katılan M. Şehmus Güzel’in gözlem ve izlenimleri, Eşber Yağmurdereli yönetimindeki Kibele Yayınlarından “Duhok Konuşuyor” adıyla yayınlandı.
M. Şehmus Güzel kitabında «Kürdoloji 2. Uluslararası Konferansı» için bulunduğu Erbil ve bilhassa Duhok’taki günlerini, kendi geçmişiyle, çocukluğuyla, ilkgençliğiyle harmanlayarak anlatıyor. Daha birkaç yıl önceye kadar tarümar edilmiş Duhok kentinin nasıl yoktan varedildiğini ve insanlarının nasıl kısa zamanda aradaki açıkları kapadığını da.
Toplumbilimsel ve siyasi gelişmelere de yer veriyor. Eleştirilerini de ihmal etmiyor. Kibarca ama apaçık bir biçimde, yazarak. Kitabın arka kapak yazısını tadımlık niyetine aynen aktarıyoruz: « Başını minibüsün ön penceresinden salıvermiş. Kara ve gür saçları rüzgarda alev alev. Fistanı sarı, kırmızı, yeşil. Minibüs sol yanımızdan yıldırım hızıyla geçiyor. Kara ve gür saçları rüzgarda alev alevin minik bir kız çocuğu olduğunu görebiliyor, yüzündeki tebessümü farkedebiliyorum. O geçip geniş yolda yıldırım hızıyla, uzaklara taşıyor tebessümünü. Sağımızda bitiveren başka bir minibüsteki yine minik birkaç kız ve erkek çocuk epey tezahüratla el sallıyorlar, el sallayarak yanıtlıyoruz. Sağdaki ince uzun yola sapıp dut ağaçlarının ötesinde gözden yitene kadar yüzlerindeki tebessüm ve ellerindeki selam eksilmiyor. Bizi bir heyecan kaplıyor. Bize bir şeyler oluyor. Biz dediğim minibüsteki on veya oniki kadar bilim kadını ve erkeği, yayıncı, yazar, gazeteci ve şoförümüz. Solumuzdan aynı anda üstü açık küçük bir kamyon geçiyor, her biri karöserin birer tarafına bir eliyle tutunmuş, pırıl pırıl beyaz gömlekleri rüzgarda şişip inen şişip inen iki çocuk, iki kardeş mutlaka, gözlerinden, kısa kesilmiş kara saçlarından ve dudaklarından eksik olmayan tebessümden belli, el sallayarak bizleri selamlıyorlar. Çocuklar, kardeşlerim, bu ülkede mutlu.
Burası Duhok nam ülkedir. Paris, Berlin, Madrid, Roma değildir. Duhok’tur.
Evet sadece Duhok’tur. Kürdistan Federe Bölgesi’nin kendini yoktan var eden kenti. Burası viraneden bayındır bir şehir oluşturan katıksız, harbi, hakiki ve samimi insanların kentidir. Bu ülkede kardeşlerim daha yirmi yıl önce on bin nüfus mükimdi ve hiç kimse ekmeğine katık, çocuğuna süt ve peynir ve bir elma bile bulamıyordu. Tek köy, tek koyun, tek keçi, tek inek, tek ağaç kalmamıştı. İnsanlıklarını Bağdat’taki yatak odalarında üstlerinden bir yılanın derisini çıkarıp atması gibi terk eden caniler çünkü önce yağmalamış, sonra taş üstünde taş bırakmamış, yakmış, yıkmış, yıkmış yakmışlardı. Gökyüzü, Toprak Ana, Doğa Baba utançlarından yüzlerini kapamış, göz yaşlarını içlerine dökmüşlerdi. İşte onlar, katiller, başabelalar vurmuş, kırmış, sorgusuz sualsiz canlarımızı canlarımızdan almışlardı. Çocuklar babasız, analar erkeksiz bırakılmışlardı.
Ferman onlardaydı, peki, ama dağlar bizimdi. Dağlar kalan canları saklamasını bilmiş ve zamanı gelince yılanlar deri değiştirmek için ağır ağır sürünürken haklarından gelinmişti. Dağlardan inen çağlayanlar pislikleri silip süpürmüş. Al bu koyun, bu keçi, bu inek senin demiştiler. Bir koyuna bir tane daha eklenmiş. Bir keçiye bir tane daha. Koyun, keçi ve ineklerin binlercesi şimdi birarada süt, peynir ve kaymak fabrikası gibi tıkır tıkır çalışıyor. Çocuklarımız artık aç karnına yatmıyor, yiyiyor, içiyor ve analı babalı büyüyorlar.
Bizzat gördük, dinledik, duyduk, anladık. Hem güldük, hem ağladık. Kürt halkının ve kadim dilinin geleceğine umutla baktık. Çok heyecanlandık. Bu kentte çocuklar artık mutlu, çünkü bugünlerinden ve yarınlarından umutlu.
Size bir de Duhok çarşısında gördüğüm, başlarını okşadığım, sakız satıp eve katık götürmek için çabalayan tertemiz çocukların bakışlarını anlatmalıyım. Farzedin ki bizim çocuklarımız.»
M. Ş. Güzel, Duhok Konferansının dikkate değer noktalarını 6 maddede ele alıyor:
“Bir: Kürtçe’nin halklararası bir dil olduğu ortaya çıktı.
İki: Resmî adıyla Kürdistan Federe Bölgesi’ndeki Kürtler, konuşmaları doğrudan doğruya dinleyenler, televizyon ekranlarında izleyenler, bizzat gördüler ve duydular : Almanyalı, Amerikalı, Fransalı, İtalyalı, Macaristanlı, Hollandalı, İngiltereli bilim kadın ve adamları Kürtçe konuşuyorlar. Kürtçe yazıyorlar. Kürtçe’ye hakimler ve bu dilin gelişmesi için araştırıyorlar, yazıyorlar, öneriler yapıyorlar, sürekli çalışıyorlar. Bu alanda geçmiş on yıllardan bu yana yayınlanmış birçok ciddi araştırma bulunuyor. Kürdoloji alanındaki çabalar yeni bir uğraş da değil: Kimi ülkede yıllardan, on yıllardan beri, kimi ülkede ise yüzyıldan beri sürüyor. Bunların örnekleri konferans boyunca her konuşan tarafından yapılanların, yayınlananların künyeleriyle takdim edildi.
Üç: Kürtçe’nin tarihi bugün daha iyi tanınıyor. Kürtçe alanında ükemizde, bölgemizde, Avrupa’da, Amerika’da ve diğer kıtalarda yapılanlar artık daha iyi biliniyor. Onlara sahip çıkılıyor.
Dört: Kürtçe’nin coğrafyası gittikçe genişliyor. Kürdistan sınırlarını aşıyor, Avrupa ve Amerika’da yankılanıyor. Kürtçe birçok ülkede önemli okullarda, üniversitelerde, bilim kurumlarında inceleniyor, araştırılıyor, konuşuluyor.
Beş: Kürtçe’nin arşiv dili olmadığı, yaşayan bir dil olduğu ispat edildi. Tarihi veya tarihte kalmış, gününü doldurmuş bir dil değil, zengin, önü açık ve umutlu bir geleceğe doğru yürüyen bir dildir.
Altı: Kürdoloji için şimdiye kadar göz nuru ve alın teri döken öncüler, Joyce Blau, Celile Celil, Michael Gunter, İsmail Beşikçi, Mirella Galletti, Kendal Nezan, Jean-Marie Pradier, Ephrem İsa Youssif, Birgit Ammann, Kadir Yıldırım, Reşo Zilan, Knyaz Mirzoev yanında Janet Klein, Birgül Açıkyıldız, Hamit Bozarslan, Michiel Leezenberg, Salih Akın, Khanna Omarkhali, Eszter Spat, Abdulrahman Adak, Hashem Ahmadzadeh, Khalid Khayati, Beyar Mustefa gibi yetenekli, dinamik, çalışkan bir kuşak yetişiyor. Kürdolojiyi umutlu ve mutlu yarınlar bekliyor. Kürtçe’nin canlı kalması, daha çok gelişmesi için öneriler yapılıyor. Bu amaçla yeni gelişmeleri dikkatle izleyen, irdeleyen, Kürtçe’nin düzenli bir biçimde gelişmesi için bugünden katkı yapan genç kuşak bu konuda umut veriyor. Bununla yetinmemek, yeni dilbilimcilerin yetişmesi için daha çok çalışmak gerekiyor.”
Kitaba internetten, İstanbul’da Kibele Kitapevi’nden veya Kibele Yayınları’nın şu numaradan ulaşılabilir:(216) 450 65 00
DİRENÇ KÖSE’DEN YENİ ŞİİR KİTABI:
“YÜZÜNÜN YARISINDA GÜN İZLERİ”
Direnç Köse’nin, Belge Yayınlarının Poetika Dizisinde yayınlanan “Yüzünün Yarısında Gün İzleri” başka bir dünyanın hümanist ve yaşam dolu ütopyalarla bezendiğinde mümkün olabileceği kaygısından doğmuştur
Kitap bütün zorluklara rağmen okuyucuyla buluşmak ve okurun parmak uçlarından, zihnin o betimsiz kıvrımlarında bir parçada sen olabilmek adına dört bir taraftan örselenmiş yaşamın kıyısında biraz ses , biraz nefes olabilmek adına okurla buluştu.
Emir Ali Yağan’ın kaleme aldığı arka kapak yazısında şu sözlere yer veriliyor:
"Hangi çağa vursam örseleniyorum,
Giyotine vurulup elektrikle terbiye ediliyorum;
Hangi güne tutunsam bir yanım gecede kalıyor..."
Direnç Köse'nin bu üç dizesinde geçip giden çağların kıssadan özeti var sanki.
"içtiğimiz suda siyanür, soluduğumuz havada kurşun"
Yaradılıştaki noksanlığı gidermeye, insanı yer yüzüne taşeron kılan tanrı, böylesini hesap etmemiş olmalı ki, işaret edildiği gibi ehli olmayan ellerde örselenir dünya. Daha da umut ve intizar, düş ve tahayyül. Tanrılara eşlik koşan şairlere mahsus inattan gayri. Bir başka dünya olasılığına işaret ediyor Direnç Köse şiiriyle...”
ULUSLARARASI BORNOVA ŞİİR GÜNLERİ DÜZENLENİYOR.
Onur konukları, Adonis ve Ahmet Oktay’ın olacağı Uluslararası Bornova Şiir Günleri 21-22-23 Mart tarihlerinde gerçekleşecek.
Uluslararası Bornova Şiir Günleri etkinliklerine Adonis, Oruç Aruoba, İsmail Mert Başat, Muhammed Bennis, Şeref Bilsel, Ali Cengizkan, Refik Durbaş, Betül Dünder, Metin Fındıkçı, Yılmaz Gruda, Tamer Gülbek, Bahadır Gülmez, Cenk Gündoğdu, Doğan Hızlan, Kenan ışık, Emel İrtem, Faris Kuseyri, Emirhan Oğuz, Ahmet Oktay, Mustafa Şerif Onaran, İlker Özdemir, Demir Özlü, Hüseyin Peker, Kenan Sarıalioğlu, Ülkü Tamer, Halim Yazıcı katılacaklar.
Etkinlikjte işlenecek konular: "Ahmet Oktay Şiirinde Zaman Ve Mekan"(İsmail Mert Başat), "Ahmet Oktay Şiirinde Kent İmgeleri"(Bahadır Gülmez), "Şiir Eleştirmeni Olarak Ahmet Oktay"(Mustafa Şerif Onaran), "Ahmet Oktay Şiirinin Türk Şiirindeki Yeri"(Ali Cengizkan), "Bir Düşünce Adamı Olarak Ahmet Oktay"(İlker Özdemir), "Adonis Şiirinde Kadın Ve Aşk"(Metin Fındıkçı), "Arap Coğrafyasının Dışında, Adonis Şiirinde Başka Dünyalar"(Faris Kuseyri), "Adonis Şiirinde Doğu İmgesi"(Şeref Bilsel), "Dilin Eleştirisi İle Eleştiri Dilin Arasındaki Adonis"(Muhammed Bennis), "Adonis Şiirinde İnsan Ögesi"(Kenan Sarıalioğlu), "Şairler Arasında Kadın Olmak" (Betül Dünder – Emel İrtem), "İzmir’in Şiir Damarı"(Halim Yazıcı – Hüseyin Peker), "Şarabın Ve Şiirin Aşkı"(Muhammed Bennis), "Şiir Çevirisi Ve Sorunları; Çeviri Şiirin Türk Şiirine Kattıkları"(Bahadır Gülmez – Oruç Aruoba), "Günümüz Şiirinde Toplumsal Gerçeklik" (Emirhan Oğuz – Cenk Gündoğdu – Tamer Gülbek), "Türk Şiirinde Evreler Ve Antolojiler"(Ülkü Tamer – Refik Durbaş), "Dostum Ahmet Oktay"(Yılmaz Gruda), "Türk Şiirinde Adonis Ve Ahmet Oktay"(Doğan Hızlan)
Etkinlikler Bornova Belediye Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nde yapılacaktır.
27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ
DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE ETKİNLİKLERLE KUTLANIYOR…
DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE ETKİNLİKLERLE KUTLANIYOR…
Dünya Tiyatro Günü dünyada ve ülkemizde çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. İnsanın insanîleşme sürecine en büyük katkıyı sunan sanat olan tiyatronun hayatımızdaki önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Bugün, bin türlü olanaksızlıklara karşı, sansüre, adli soruşturmalara rağmen tiyatroya gönül veren sanatçılar, perdelerini açma çabasını sürdürüyorlar.
27 Mart Dünya Tiyatro gününde, tiyatro sanatına emek ve gönül verenleri, her akşam tiyatroya koşanları, sahneye koşanları değerli tiyatro sanatçısı Oben Güney’in sözleriyle selamlıyoruz:
Tiyatro, iki kalas bir heves değildir.
Tiyatro, minder komikliği değildir.
Tiyatro, insanı taklit olayı değildir.
Tiyatro, soytarılık değildir.
Tiyatro, bir yaşama biçimidir.
Tiyatro, dünyayı yorumlamaktır.
Tiyatro, insanla İNSAN’ı yaratır.
Tiyatro, bir bilimdir.
Tiyatro, bir doğadır.
Kısacası, Bayanlar, Baylar,
Tiyatro İNSANLIK’tır.
ŞİİRİNİ HALKIN YÜREĞİNDEN SAĞAN ŞAİR
CEYHUN ATUF KANSU’YU ANIYORUZ…
17 Mart 1978’de yitirdiğimiz Ceyhun Atuf Kansu, şiirleriyle halkın yüreğinde yaşamaya devam ediyor.
Edebiyatımızda halk sesini şiirle buluşturan Kansu, hayatın zenginlikleriyle insan sevgisi buluşturmuş bir şairdir. O, insan manzaraları verdi, halk albümüne fotoğraflar topladı, gerçeği şiirin ufuklarına aktaran hayattan ve insandan tutanaklar düzenledi. Şiirlerindeki içtenlikten doğan bir özellik de, günlük konuşma dilini ustalıkla kullanmasıydı. Ayrıca kısa dizelerle yoğunlaşma yolunu benimsedi, sözcük savurganlığından uzak durdu, özenli bir dil işçiliğini öne çıkardı. Somutlaştırmaya, bağdaştırmalara, yer ve kişi adlarına, evrensel izleklere büyük önem verdi. Dünyadaki devrimci direnişlerini ve önderlerini taşıdı şiirlerine.
Sanat anlayışını başta sarsılmaz idealizmi, yaşadıkları, tanıklıkları belirledi. Düş iklimlerinden geçerek, hayatın gerçekçi varsıllığına vardırdı yolunu. Duygusal renkler, bireyselliğin toprağını havalandırırken, özü, toplumcu aşamaya ulaştı.
Yüreğini halkın yüreğine sığdırmaya çalışan, onunla birlikte çarpan bir şiir oldu Ceyhun Atuf Kansu şiiri. Ceyhun Atuf Kansu’nun sanatını, duygu, düşünce evrenini besleyen özsu Anadolu halk kültürünün içinden geldi. Sevgiyle kucakladı halkı… Büyük kentlerde, lüks muayenehanelerde görevini sürdürme olanağı varken, o içindeki halk sevgisiyle, Tokat Turhal Şeker fabrikasında işçilerin ve ailelerinin doktorluğunu tercih etti.
TUTUKLAMAYIN OZANLARI
Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır ana dilini
Gökyüzünü yoksunlamak Türkçeden
Kırmaktır en taze dalı su yürürken
Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır ana sözcüğünü
Dili büyüten güneşli kapı önlerinde
Konuşurken gelen geçenle
Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır yaşamın pınarını
Bir ulusun yağmurlarını biriktiren
Ve akıtan zamanın dağ eteğinden
Bir ozanı tutuklamak
Nisan başlangıcında bir daldan
Üreyen bir gül haberini
Dondurmaktır ve sürdürmektir zemheriyi
Ozanı tutuklayan toplum, tutuklar kendisini
Bir büyük hapishanedir artık orası
Devlet adamı da tutukludur orda bir bakıma
Muş ovasında ot biçen bir köylüyü de..
CEYHUN ATUF KANSU
DEVRİMCİ ELEŞTİRİNİN GÜR VE
YARATICI SESİ: ZÜHTÜ BAYAR
Asım Bezirci’nin ortaya koyduğu “nesnel eleştiri” anlayışından hareket ederek Marksist kuramın ve edebiyat eleştirisinin edebiyatımıza uygun yorumunu yapan eleştirmen, yazar Zühtü Bayar’ı 26 Mart 2011 günü sonsuzluğa uğurlmıştık..
Lise öğrenimini politik nedenlerle yarım bırakan Zühtü Bayar, öğrenimini sürdürme olanağı bulamasa da kendisini geliştirmesini bildi. TMGT’nin yayın organı “Gençlik” ve izlem yayınevinin çıkardığı “Oyun” dergilerinde çalıştı. Daha sonra İTÜ Talebe Birliğinin yayın organı “Oturum” dergisini, daha sonra adında ilk kez “Sosyalist Edebiyat Dergisi " ibaresini taşıyan Gelecek dergilerini yönetti. Yansıma dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Türk Solu, Yeni Ortam ve Vatan gazetelerinin sanat sayfalarını hazırladı. 1973’te sıkıyönetim mahkemesince sorgulandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası, TYS ve N.Hikmet vakfı danışma kurulu üyeliğinde bulundu.
İlk yazısı “Okuldışı İzcilik” 1961’de Gençlik dergisinde çıktı. Politika ve sanat konusundaki yazılarını; Varlık, Yelken, Yeni Gerçek, Soyut, Papirüs, Ant, May, Türk Solu, İnsancıl, Matbûat ve Nostromo dergilerinde yayınladı. Edebiyat kuramı ve eleştirisiyle uğraştığı yıllarda, Burhan Günel, Tekin Sönmez ve Burçak Evren gibi birçok ünlü imzayı keşfedip, yetişmelerine katkıda bulundu.
Bayar, daha sonraki yıllarda derin tarih ve arkeoloji çalışmalarına dalarak; tarihî maddeci dünya görüşünden hareketle kendine özgü bir tarih felsefesi geliştirdi. Özellikle Osmanlı ve İslam sikkeleri konusunda yaptığı araştırma ve buluşları, batı kültüründe de ilgiyle karşılandı. Son yıllarda bilimkurgu türündeki öykü ve romanlarıyla dikkatleri üzerine çekti. "Bilimkurgu ve Gerçeklik" (2001) adlı kapsamlı incelemesinde; bilimkurgu sanatının yalnız bir sanat türü değil, aynı zamanda doğa ve toplum karşısında pozitif bir tavır; giderek bir dünya görüşü olduğunu ileri sürdü.
Eserleri: İnceleme; “Eğitim Sorunlarımız”(1964), “Nâzım Hikmet Üzerine” (1967) “Nâzım Hikmet’in Oyun Yazarlığı”(1995), “Bilimkurgu ve Gerçeklik”(2001); şiir, “Zaman Aynası”(1980), roman, “Filler Mezarlığı”, “Sahte Uygarlık”(1999); öykü, “Geyşa Android Şirketi”(1999); derleme; “Yazdık Nazım Nazım Diye”, (Günel Altıntaş’la, 1974), “Nazım Hikmet Yazıları”(1976); Çeviri; “Düşünceler ve Pırıltılar” (1994), “Kıyametten Sonra” (öykü antolojisi, 1991)…
“Karşı olmak, eleştirmek ve yadsımak... Yeniyi önermek, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak ve hayatı yeniden yorumlamak... Sanatın içsel ve temel nitelikleridir bunlar... Bu nitelikleri gerçek sanatın var olduğu her yerde ve her sanatsal yaratışta görmek mümkündür.
Toplumların dar geçitlerinde sanatın bir niteliği daha iyice belirginleşir; baş kaldırıcı niteliği...” ZÜHTÜ BAYAR
DEVRİMCİ ŞİİRİN ÖNCÜLERİNDEN İLHAMİ BEKİR TEZ
KAVGAMIZA SES VERMEYE DEVAM EDİYOR…
Afrika’da başlayıp İstanbul’da süren, ilkokul öğretmenliğiyle Anadolu’yu dolaşan bir yaşamın yolcusudur 1940 kuşağının öncü ozanlarından İlhami Bekir Tez. Şiir serüveni Milli Mecmua, Servetifünun’la başlar ama sosyalist gerçekçi bir şair olarak sürer ve 29 Mart 1984’te sona erer.
Tez’in önemli bir yönünün de şiirimizde özgür koşuğu Nâzım’dan önce başlatan şair olduğu söylenmektedir. İ. Bekir Tez, bu savı kabullenmez, düşüncesini şöyle açıklar: “Bu yanlıştır. Bunu ayırt etmek lâzım. Bir serbest nazım vardır, müstezattan dönmedir. Yani serbesttir, hece değildir, aruz değildir, ama hecenin ve aruzun kalıpları parçalanarak yazılır. Mısra yoktur yani. Bunun örneğini Tevfik Fikret’te görürüz meselâ. Bir de Nâzım’ın Rus aruzundan, Mayakovski’den esinlendiği bir tarz var. İşte bu tarz şiirleri ilk Nâzım Hikmet yazdı. Ben müstezatı kullandım; bizim şiir geleneğimizden yararlandım yani. Nâzım Rusya’dan aldı”
Daha ilk kitabında özgür koşuklu şiirleri okuruyla buluşturan şair, sesini sözcüklerin gücünden alan şiirleriyle eskiye başkaldıran güçlü, ünlemlere dayalı ama anlamsal inceliklerle yüklü bir şiir dili oluşturduİlhami Bekir Tezi önemli kılan bir başka nokta da daha 1944’li yıllarda o dönemde başat olan anlatının öne çıktığı roman çizgisi dışında farklı, ruhbilimsel çözümlemeleri ve sorgulamaları öne çıkaran “Taşlıtarla’daki Ev” adlı romanıdır. Taşlıtarla'daki Ev, dönemin en arı duru dilli, halkın durumunu ve keskinleşen sınıfsal ayrılıkları en canlı sesle anlatan ve bir romandır.
Nazım Hikmet, İlhami Bekir’in şiirini şöyle anlatıyor:”İlhami Bekir, ‘24 Saat’ isimli kitabıyla yeni şiirin başıboş, keyfe göre parçalanmış, darmadağın kelime, his ve fikir çorbası olmadığını ispata çalışmıştır… ‘24 Saat’, gerek muhtevası, gerek hüneri ile, yeni Türkçe şiirin kazandığı meydan muharebelerinden biridir. “
Yargıçta suçumuzu sordular
-Bileklerimizde karakol mührü vurdular-
Dedik ki çok
Dedik ki yok
Dedik ki adam öldürmedik kan içmedik
Yalnız iki lâf dedik
Dedik ki
Gün ağardı göğe bak!
Dedik ki
Güneş doğsa sırtımız ısınacak!
Dedik ki çok
Hür bir dünyada mutlu insanlar
Onlar için yemiş verir ormanlar
İnsan büyür mihnet küçülür
Ve pürüzsüz sular gibi akar zamanlar.
Yıldızlar omuzların hemen tepesinde
Keder ve hınç Kafdağı'nın ötesinde
Gök bir anneçınar gibi üstünde onların
Ve onlar oynaşırlar bu çınarın gölgesinde.
Sokakta yolumuza durdular.
Neticeyi sordular.
Dedik ki
Ya kırmızı, ya sarı!
Şahit edip deriz ki gökleri ve tarlaları
Adam öldürmedik kan içmedik!
Yalnız iki lâf dedik.” (“İKİ LAF” ŞİİRİNDEN)
HER NEWROZ’DA BİLİNÇLERE KAZINIYOR HALEPÇE!..
16 Mart 1988`de Kürt halkının yaşadığı toprakları kavuran ve üzerinde yaşayan insanları kırımdan geçiren katliamdan bu yana tam yirmi iki yıl geçti. Ancak yaşananların bıraktığı acılar ve etkiler hala taze, hala canlı.
İran-Irak Savaşı'nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı'nda, binlerce Kürt vatandaş korkunç şekilde yaşamını yitirdi. 16 Mart 1988'de gerçekleştirilen katliam sırasında Halepçe'de yaşayan vatandaşlar, Irak ordusunun yaptığı hava bombardımanından sonra sığınaklara çekildilerse de bir süre sonra helikopter ve uçaklardan atılan kimyasal gazlardan kendilerini kurtaramamışlardı. Saldırılarda en az 5.000 sivil ölmüş, 10.000'den fazla sivil yaralanmıştı.
İnsanlık, 5 bin insanın yana yakıla, kavrula kavrula, çığlık atarak ölümüne tanık oldu Halepçe `de. Ve binlerce, on binlerce insan ölümden, ölümün pençesinden kaçarak kendisini, dağlara, derelere vurdu. Kürt halkının trajedisi bir kırbaç gibi tüm insanlığın yüzüne indi! Bir soluk hava, bir damla su, bir kuytuluk için binlerce, on binlerce Kürt yollara düştü, can havliyle arayışa girdi. İnsanlık tarihinin bu büyük trajedisinin acısı, sadece Kürt halkının değil, tüm insanlığın belleğinde sürecektir.
Newroz Piroz Be! Newroz Kutlu Olsun!
Newroz, Kürt halkının demirci Kawa önderliğinde Dehak zulmüne isyan ateşini tutuşturduğu ve zaferle taçlandırdığı gündür., "Yenigün" anlamına gelir. Bahar yeniliktir. Hareketlilik ve canlılıktır kışın tembelliğinin, monotonluğunun ve donukluğunun silkinişidir. Bahar mevsimi mücadele ve başkaldırı günleriyle doludur. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, direniş özünü kaybetmeksizin her 21 Mart günü coşkuyla Kürt, Türk ve Arap ve diğer Ortadoğu ve Asya halklarınca kutlanan Newroz, halkların özgürlüğe olan özlemini ve inancını da taşır yüzyıllardır. Tarihteki soykırımlara, katliamlara, Halepçelere, yok etme politikalarına rağmen bugüne dek içeriği zenginleşerek, güncel olaylarla birleşip gelen Newroz, Kürt kültürünün zengin köklerinin de göstergesidir.
16 MAYIS BEYAZIT KATLİAMI UNUTULMADI...
16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nden öğle üzeri dersten çıkan Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencilerine bir grup faşist tarafından polis destekli bombalı ve silahlı bir saldırı yapıldı. Saldırıda 41 öğrenci yaralanırken, Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt öldü. 16 Mart katliamı, 12 Eylül faşizmine giden yolun önemli taşlarından biridir
PARİS KOMÜNÜ KAVGAMIZA IŞIK TUTUYOR...
18 Mart 1871’de Paris’te ilk kez proleterya, ezilenler, işsizler, yoksullar kendi iktidarlarını kurma şansı yakaladılar. Paris Komünü ayaklanması, işçilerin siyasal iktidarı ele geçirmek için yaptıkları ilk bilinçli girişimdir Ancak savaşta Fransız burjuvazisini hezimete. Bismark, Paris Komününe karşı Almanyadaki Fransız tutsakları serbest bırakarak Fransız işbirlikçi burjuvazisi için 63500 kişilik Versaille Ordusu oluşturularak Paris Komününün üzerine gönderildi. 1 Mayıs'tan itibaren Paris, Versailles ordusu tarafından sürekli olarak bombalandı. Versailles birlikleri, haftalarca direnen Paris'e 21 Mayıs günü girebildiler. Komün savaşçıları bir hafta boyunca mahalle mahalle, barikat barikat savaştılar. Versailles ordusu tam bir katliama girişti. 25 binden fazla Komüncü barikatlarda katledildi. 26 Mayıs'a gelindiğinde direniş son sınırına ulaşmıştı. Ordu Paris'in içine doğru ilerledikçe kitlesel kurşuna dizmeler artıyordu. Komünün son barikatı 28 Mayıs günü düştü. Bu katliamlardan sağ kurtulanlar da Komünün ardından kurulan askeri mahkemelerde yargılandılar ve çoğu kurşuna dizildi.
Paris Komünü'nden geriye 30 bin ölü ve harabeye dönmüş bir kent bunlardan, fakat çok daha önemli olarak insanlık tarihine yazılan kızıl bir sayfa kaldı. Gökyüzünü fethe çıkan komüncüler, yeni bir toplumun, yeni bir dünyanın mümkün olduğunu göstermiş oldular. Marx'a göre “Komün'ün gerçek gizemini özsel olarak bir işçi hükümeti, üreticiler sınıfının mülk sahipleri sınıfına karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunu gerçekleştirmek olanağını sağlamak üzere en nihayet bulunan siyasal biçimdi.”
1871 baharında Paris sokaklarında yankılanan “Yaşasın Komün!” sesleri özgür bir geleceğin habercisiydi. Katledilen on binlerce komüncünün özgürlük çığlığı yeni bir toplumun şanlı öncüsü olan işçi sınıfı özgürlüğün tohumlarını toprağa ekmişti. 1871'te yenilmişlerdi, ama tohum toprağa ekilmişti bir kere ve tekrar yeşereceği günleri bekliyor… Onlardan bize, idam edilen komüncü şair Eugene Pottier’in ölümsüz dizeleri kaldı:
“Uyan artık uykudan uyan
Uyan esirler dünyası
Zulme karşı hıncımız volkan
Kavgamız ölüm dirim kavgası”
ON’LAR, BİR MEŞALEDİR KAVGAMIZDA…
39 yıl önce 30 Mart 1972 yılında Kızıldere'de Türkiye devriminin önderlerinden ON devrimci elde silah çarpışarak, ayni siperde şehit düştüler. Bu tarihi günde Kızıldere direnişini selamlamak Kızıldere 'de şehit düsen devrimci önderlerimizi anmak ve anlamak büyük önem taşımaktadır.
Kızıldere direnişinin önemli yanlarından biri de sol grupları arasındaki ilk eylem birliğidir. Denizlerin idamını önlemek için THKO ve THKP-C eylem birliği yaparak Sinop’taki NATO üssünden İngiliz askerlerini kaçırırlar. Ama sıklaşan operasyonlar sonucunda Kızıldere’de kuşatılırlar. Tank, tüfek, top ve bombalarla bulundukları ev taranır. Onlar, direnerek ölürler.
Anıları cesaretimiz olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder