Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Nisan 2013 Pazar

BAYRAM ATAKUL: Toprak Karıncaları





TOPRAK KARINCALARI







Gelecek beladan
Görünmez kazadan
Korkar olmuşlar yitire yitire
Korkar olmuşlar Tanrı’nın verdiği candan
Korkar olmuşlar yarınlardan

Dere boylarında tek tek büyüyen
Ormansız kavaklar kadar yalnız
Meyveli ağaçlar kadar bereketli
“Milletin efendisi”köylülerim
Karıncalar gibi çalışıp
Ölmeyecek kadar yiyip
Kurumayacak kadar içerek
Karanlıklar elinde karalar giyip
Kara çalılar gibi
Kavruluyorlar bozkır güneşinde

/Efendisinin hali buysa
“Milletiin ki” nasıldır kimbilir! /

Toprak kokuyor nasırlı elleri
Yeşil kokuyor yamalı elbiseleri
Hamur yoğurur gibi yoğurup yeşerttikleri toprağın
Kuşkuları yok bire on vereceğinden
Ama
Habersizler ellerinin bereketinden
Habersizler damlalardan oluşan ırmağın gücünden
Orağın direncinden
Habersizler orakla çekicin kardeşliğinden

Güneşli bayırlar, sert rüzgarlar
Ve bu sam yeli yoksulluk kavurmuş yüzlerini de
Kavuramamış yüreklerini
Hiç kimse onlar gibi söyleyememiş bu toprağın türküsünü
Toprak kadar sevdalı, toprak kadar yanık türküler yakamamış hiç kimse

Otel ne gezer bozkırın ortasında
Köy odalarında ağırlamışlar
Yedi dağın ardından, selamünaleyküm diye çıkıp geleni
Kavruk yüzlerinden eksik olmamış gülücük
Komşunun derdini, dert bilmişler
Bayram sabahları paylaşmışlar sofralarını
İmece usulüyle çapalamışlar tarlaları
Toprak gülerken gülmüşler
Ağlarken ağlamışlar
Toprakla uyuyup, toprakla uyanmışlar

Doğa hem dostları olmuş
Hem düşmanları
Dağları, tepeleri, minareleri sevmişler
Tanrıya yakın diye
Susuzluktan yarılınca toprak
Kurbanlar kesip, adaklar adamışlar
Yükseklere çıkıp yalvarmışlar tanrıya
Yağdır diye
Topraklarını silip süpürürken azgın seller
Namazlara durup secdeye varmışlar
Gökyüzüne açıp avuçlarını
Yakarmışlar aynı Tanrı’ya
Durdur diye

Ne gökyüzü duymuş çığlıklarını
Ne de yeryüzü
Ne kaymakam duymuş, ne de bir vali
Karınlarını toprak doyurursa toprağı
Deniz doyurursa denizi sevmişler
“Denizden babam çıksa yerim” diyecek kadar
Sevmişler denizi ve bereketini

Genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden
Apansız vurmuş ölüm
Ne gece demiş, ne gündüz
Ne arife bilmiş, ne bayram
Azrail çıkıp gelmiş çat kapı
Toprak ve deniz hem ekmek kapıları
Hem mezarları

Denizin ve toprağın ölümcül öfkesi
Aldıkça koynuna sevdiklerini
İsyan ateşiyle yanarken yürekleri
Büküp boyunlarını
Sitem etmişler Tanrıya
Ey güzel Allahım
Yerlerin ve göklerin tek hakimi
Kulun kölen olduk, önünde secdeye durduk
Hikmetinden sual olunmaz ama
Deniz ve toprak ekmek kapımız
Neden savurursun ekmek kapımızı harman gibi
Gökyüzüne açıp ellerimizi, işte diz çöküyoruz önünde
Susuyorsun asırlardır
Nedir gazabın, suçumuz nedir, n’olur susma
Bir kez söyle

Sitemlerini ne gökyüzü duymuş, ne de yeryüzü
Ne Allah duymuş, ne de Allah’ın bir kulu
Camilere koşmuşlar anlamadıkları bir dilde ulu ulu ezanlar okunurken
Namazlara durup
Dua etmişler Tanrı’ya anlamadıkları bir dilde
Anlamadıkları dilin düşüp peşine
Huri kızlarını düşlemişler cennet cennet diye

Kutsal kitabın diliyle
“Yer ve gök paramparça edilip, maddesel evren yok olduğunda
Yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürüldüğünde'.
Mahşer gününde
Nasıl olsa hesabımız sorulacak tesellisiyle
Baş eğmişler zalimin zulmüne
Öbür dünyada iki elim yakandadır diye
Kıs kıs güldürmüşler zalimleri
Bu dünyada yakasından tutulmayan
Ağa gibi devletin ve devlet gibi ağanın zulmü
Katlandıkça katlanmış

Kemiğe dayanınca bıçak ve
Nüfus çoğalıp karınlarını doyurmaz olunca toprak
Muhtaç olmuşlar gavura
Dil bilmez, yol bilmez ellerde
Sokaklarını süpürüp, bulaşıklarını yıkamışlar
“El kapılarının”
Avuçlarında sıkıp damlayanı yalamışlar
Karayağız yüzlerinde alın teri
Pala bıyıklarında ülkelerinin hasreti

İçlerine sinmemiş bir türlü “gavurun” kültürü
Cehennemden korkar gibi korkmuşlar domuz etinden
Dine imana sarılmışlar dörtelle
Milleyçilik damarları kabardıkça kabarmış
Irmak olup taşmış, sel bürümüş düz ovayı
Sınırdan girer girmez öpmüşler
Kendilerini aç bırakan, yadellere gönderen toprağı
Vatanımız diye
Fötr şapkalarla, güneş gözlükleriyle
Radyolar, teyplerle dönmüşler köylerine

Dış göçü, iç göç izlemiş
El aman deyip aracı tefeci, tüccar sultasından
Şehirlere göçüp sığınmışlar varoşlara
Toprak yoksulları, karışmış kent yoksullarına
Simitçisi, ayakkabı boyacısı olmuşlar kentlerin
Fırında işçi, inşaatta amele, apartmanda kapıcı
İtilenler, dışlananlar, yok sayılanlara karışıp
Gecekondularla kuşatmışlar şehirleri
Kan kusmuş, kızılcık şerbeti içtik demişler
Gözyaşlarına karışmış terleri

Kolay mı kazanılır ekmek parası
Kolay mıdır yeşil bir dalı kanırtırcasına
Üç günlük gelini bırakıp düşmek yollara
Bir lokma, bir hırka uğruna

Anadolu toprağını buram buram türküler sarmış
Türkülerle gülüp, türkülerle ağlamışlar
Türkü olup çağlamışlar
“Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri de beni mi unuttun”…

Kanat takıp uçmak istemişler turnalar gibi
Turnalarla göndermişler şekeri, kaymağı, balı
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle
Eğer bizi sual eden olursa
Benzi soluk, boynu bükük yar söyle”

Sebzesiyle meyvesiyle, buğdayıyla besleyenler onlardır şehirleri
Aşı, ekmeğidirler sofraların
Toprakta ırgat, şehirde amele
Gurbette yürek işçisi
Onlardır armağan eden bu topraklara
Gurbet gibi dertli, toprak gibi bereketli, dilden dile dolaşan köy türkülerini

Köylü için ormancıdan, jandarmadan ibarettir devlet dedikleri
Mehmetçiktir adları
Onlardır
Askerde ölüme en önde gidecek vatan bekçileri
Ve
Soyadlarından önce gelir, ömür boyu övündükleri çavuş rütbesi

Yakılıp yıkılan, boşaltılan Kürt köyleri
Ayrı bir kıyım, büyük bir yara
Kürtçe ağıtlar karışıyor Türkçe ağıtlara
Kara bir duman gibi acı tütüyor bacalardan
Döküldükçe kurutuyor toprağı emdiği kan

Böyle iken halleri ahvalleri
Devletin teröründen, yoksulluğun gazabından sığındıkları
İki göz oda, ağır makinalarla yıkılırken başlarına
Fırlarken yuvalarından
Analarının eteğine çaresizce sarılan çocukların gözleri
Yaşlılar gözyaşlarıyla feryat figan
Gençler damlara çıkıp isyan etmişler, kıyarız canımıza diye
Görmüşler ki
Kimse gözlerinin yaşına bakmıyor
Yoktur canlarının kıymeti harbiyesi
Dün tanrının gazabı süpürmüş topraklarını
Bugünse devletle içiçe inşaat şirketleri

Kıçlarındaki pantolonun yırtığına yama bile olamazken
“Köylünün efendisi” yaftası
Özgür bir birey edasıyla, basmışlar mühürü
Beslemişler, bellerini büken, omuzlarını çökerten
Analarını avratlarını belleyen partileri
Sırtlarının kamburunda oy sandıkları

Dalından düştü mü yaprak
Artık oyuncağıdır rüzgarın
Rüzgar nereye, yaprak oraya
Eller, yeller ve sellerin önünde
Sürüklenmiş ömürleri sonbahar yapraklar gibi
Babaların bıraktığı tek miras
Köşkler, hanlar, hamamlar değil
Yoksulluk olmuş çocuklarına
Bir de çalmamış çırpmamış
Hiç kimsenin alınterini satmamış
Analarının ak sütü kadar helal bir isim

Bu zulüm sürüp giderken
İçlerinden biri fırlayıp taze bir gecekondu yıkıntısının üzerine
Haykırmış!
Ey ahali, dinleyin beni
Sizler ki karıncayı bile ezmezsiniz ve ezdirmezsiniz
Niye ezdirirsiniz kendinizi
Kendi gözünüzde
Karınca kadar yok mudur değeriniz

Bakın tepenize
Gökyüzü yıldız yıldız
Kimi parlak, kimi cılız
Tek başına bir yıldız
Sadece bir yıldızdır
Güzeldir
Ama gökyüzü değildir

Gökyüzü gibi ışıldamak
Gökyüzü gibi özgür yaşamak istiyorsan
Çoğal yıldız yıldız
Tutuş elele, gir kolkola
Doğrult belini, dik tut başını
Halk ol
Örgütlen, gökyüzü ol




BAYRAM ATAKUL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder