BİR TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI- VI
Bulgaristan Anıları, Yaşanılanlar Ve Yaşatılanlar
Bizim otelimiz araba!
Sıcak yaz gecelerinde de parklar! Yol boyu karşımıza çıkan otel, motel, pansiyon gibi yerlerde yatanlar çok az... Köylülükle işçi sınıfı arasında sıkışıp kalmış bizler, binbir zorluklarla kazandığımız paraları kıyıp da otellere, motellere, pansiyorlara vermek istemiyoruz. Küçük VW Polo’muzun arka koltuğu ve bagaj kısmı tıka basa eşya dolu olduğu için oturduğumuz yerde uyumak zorundayız. Çok zor, rahatsız edici bir şey ama başka da çaresi yok. Direksiyona ellerimi ve başımı dayayarak uyumaya çalışıyorum. Ataman Abi ise yine her zamanki gibi başı yana kaykılarak anında uyuyup, hafiften horlayarak derinden soluk alıp veriyor.
Bir saat kadar kendimden geçmişim... Uyandığımda ellerim, ayaklarım uyuşmuştu... Ataman Abi ise hâlâ aynı durumda, aynı tempoyla uyuyordu. Yavaşça kapıyı açıp dışarı çıktım, kültür-fizik yaparak kendime gelmeye çalıştım. Gün ağarıyordu ve burada da karatavuklar hoşuma giden o canlı ötüşleriyle sabah serenadını yapıyorlar, bana ve başlayacak yepyeni bir güne ‘günaydın‘ diyorlardı. Sabahın, böylesine kuş cıvıltılarıyla berrak bir güne uyanışı ne kadar güzeldi. Gökyüzünde bulut namına birşey kalmamıştı, pırıl pırıldı ve sımsıcak, altınımsı bir günün müjdecisiydi. Yoluma devam etmeliyim, ‘öğlen güneşin altında bir parkta kestirir, uykumu alırım‘ diye düşündüm .
Pirot yakınlarına geldiğimizde arabayı Türk TIR’larının da yoğun olarak konakladığı bir parka çektim. Güz mevsimi olmasına karşın bu ikindi zamanında pırıl pırıl gülümseyen güneş sayesinde ortalık sıcacıktı ve artık boylu boyunca uzanıp deliksiz bir uyku çekmek zamanıydı. Öyle de yaptım. Arabanın dışına, hemen yanına battaniye serip uzandım. Hemen uyumuşum.
Ataman Abi de arabanın içerisinde, ayaklarını direksiyondan yana uzatarak benim kadar olmasa da yine de rahat bir uyku çekme olanağı buldu.
Böyle yolculuklarda insan TIR şoförlerini bir bakıma imreniyor. Onların sürdükleri TIR’ları aynı zamanda evleri olmuş. Adam akıllı yatakları, televizyonları, buzdolapları, ocakları masa ve sandalyeleri var. Park yerlerinde yemek pişiriyor, çay demliyorlar. Dinlenme zamanlarında konakladıkları yerlerde diğer sürücülerle arkadaşlık kurup güzel muhabbetler yapıyorlar. Aslında onların demledikleri çay, bu yol kenarlarına dizilmiş kahve ve lokantalarda içtikleri çaylardan kat be kat lezzetli ve kaliteli. Buna karşın onlar, çok zaman sadece diğer şoförlerle sohbet edebilmek için kısıtlı olan paralarına kıyıp, gidip çay içiyor, birşeyler yiyiyorlar.
Biraz maceraperest olduğum ve yaşamın tanımadığım ,benim için ‘giz’ olan yönlerini merak ettiğim için bana,TIR sürücülüğü de oldukça ilginç görünmüştü. Bazen onların yaşantılarını imrenip de kendi kendime “Ahh! Keşke TIR şöförü olsaydım“ dediğim dahi olmuştur!
Sınırlarını parçalamış bir özgürlük gibi görünmüştür gözüme. Tutsaklıktan kaçış, engin bir denize açılış gibi algılamışımdır. Bugün burada, yarın bilinmeyen uzaklıklardasın. Yorulduğun yerde durup mola veriyorsun. Aracını hoşuna giden manzaralı hatta biraz da kalabalık bir park yerine çekip hem dinleniyor hem de diğer şoförlerle güzel muhabbetlere dalıyorsun... Bir sürü, her milletten insan tanıyorsun. Canının dilediği gibi hareket ediyorsun! Karışan yok, kontrol eden yok. Ne güzel değilmi? Evin sorumluluğunu, çocuklarının sorumluluğunu da hanımının eline üç-beş kuruş sıkıştırıp üzerinden atmışsın! Modern dünyanın saat dilimlerine bölünüp de zembereği kurulmuş yaşamının dışına atıyorsun kendini, bu yansıyan görüntü ‘Tam istediğim gibi bir yaşam’ dedirtircesine bir ‘özgürlük’müş gibi algılanıyor. Hemen aklıma Heinrich Heine’nin güzel bir şiiri geliyor:
“ Siyah setreler ipek çoraplar,
Beyaz kibar kolluklar,
Nazik konuşmalar kucaklaşmalar...
Ama ne olurdu biraz da kalpleri olsaydı !
.............
Ben dağlara çıkmak istiyorum :
İyi kalpli insanları barındıran kulübelerin bulunduğu
İnsan göğsünün özgürce soluk aldığı,
Özgür rüzgarların estiği dağlara. “
Heinrich Heine(Harz Dağları şiirinden )
(Harz,Göttingen ile Braunschweig arasında kalan dağlık,ormanlık bir kur bölgesi ve kenti )
Bu özgür dağlar var mı? Bu özgür dağlar yoksa sonsuz yollarda direksiyon sallayan bir gariban TIR sürücüsünün parçalanmış yaşamında mı gizli?
—İyi akşamlar, diyorum Bursa plakalı TIR’ın sürücüsüne...
—İyi akşamlar hemşehrim!
—Bursaya mı?
—Evet, Almanya’dan araba koltuklarının metal aksamlarını götürüyoruz, Renault için.
—Türkiye yapmıyor mu peki?
—Orasını bilemem, benim görevim gidip getirmek... Hangi iş çıkarsa, o adrese gidip yükü alıp taşımak!
—Peki neresinden aldın yükü? Biz de Almanya’dan geliyoruz, Almanya’da yaşıyoruz...
—johnson Control(Dautphetal) diye bir fabrika hemşehrim... Amerikalılara aitmiş... Ne bileyim işte Biedenkopf yakınlarında bir yerlerde Frankfurt’un 100 km kuzeyinde, ücra bir köyde anlıyacağınız!
—Eee peki bu ücra yeri bulmakta zorluk çekmiyor musun peki? Yabancı bir ülke, dil, yol bilmezsin?
—Hemşehrim, adınız?
Adımı söylüyor, tanışıyoruz. O da adını söylüyor “Kemal” diye.
—Y. kardeşim. Artık eski zamanlarda yaşamıyoruz. Teknoloji oldukça gelişti. Navigasyon yolumuzu fabrikanın kapısının tam önüne kadar, hem yol üzerinden hem harita üzerinden hem de konuşarak an be an tarif ediyor. Gideceğin yeri elinle koymuş gibi buluyorsun.
—Evet! Benim de sorduğum soruya bak yani! Ehh..Yol şaşırma problemi de yok! Nasıl da güzel bir özgürce yaşam seninkisi!
—Özgürce yaşam?
—Yani dilediğin gibi, bağımsız...
—Hiç de düşündüğün gibi değil!
—Yani özgür, bağımsız, yani TEK DÜZE OLMAYAN bir yaşam değil mi?
—Git be Y. Efendi kardeşim!
—Dilediğin yerde duruyor, dilediğin gibi yaşıyorsun... Kontrol eden yok, karışan yok. Üstelik insanın düşünde bile göremiyeceği yerler, insanlar görüyorsun, tanışıyorsun, sohbet ediyorsun. Daha ne olsun?
—Ahh!.. Y. kardeşim... Herşey dışardan ne güzel görünüyor! Durum hiç de sandığın gibi değil. Nakliye firmasının merkezince her dakika kontrol altındayız. Yollarda nerelerde durmuşuz, nerede yatmışız kalkmışız, kaç saat dinlenmişiz hepsi belli... Biz yolumuzu şaşırsak bile onlar bizi uyarırlar. Yani 24 saat gözetim altındayız. Araba sürerken, oturup kalkarken, dinlenirken sürekli bir gözün üzerinizde olduğunu duyumsarsınız ! Teknolojinin getirdiği kolaylıklar mı desem? Yoksa getirdiği yeni model köleleştirme araçları mı desem? Artık sen bunları al, birbiriyle çarp, böl, topla ve çıkar!
—Bak bunları düşünmemiştim işte!
—Evimizden ayrı olmak, iyi bir şey mi sanıyorsunuz? Ellerini öper dört çocuğum var... Hepsi de okula gidiyor. Büyük kızım liseyi bitiriyor bu yıl. Özel dershanede ders alıyor. Özel dershaneye gitmeseymiş üniversiteye giremezmiş... Aldığım para belli... Evimiz kira, hanım kalp hastası, şeker ve tansiyonu da var... Ben de tam sağlıklı sayılmam yani... Bu yollarda gide gele bakımsızlıktan, üzüntülerden sağlığımı iyice yitirdim. Batsın böyle özgürlük!.. Bu özgürlük değil tam anlamıyla esirlik, kölelik! Parayı kazanan patronlar!
—Nasıl yani?
—Ben Türkiyeden yükü sarıp Dortmund’a indirdim, telefon geldi, ‘bekle’ dediler. Arabayı TIR parkına çekip dört gün hareket emri bekledim. Sonra işte bu yükü sarmam için yeni adres gönderdiler!.. Anlıyacağın on dört gündür yollardayım. Aklım da evde yani... Hanımım telefonda ‘tasalanma, ben de, çocuklarda tümümüz iyiyiz,’ diyor ama ben biliyorum ki, üzülmeyeyim diye böyle konuşuyor. Nasıl merak etmem? Nasıl üzülmem? Anlayacağın patronlar TIR’ı boş hareket ettirmezler. Bazen yük bulunana kadar 10 gün dahi beklediğimiz olur. Park yerlerinde yatar kalkar bekleriz. Bir de bunun karı, kışı, yağmuru, tipisi var. Sen kendi yalnızlığındasın kararmış, karanlık kuyulara savrulmuş acılı iç dünyandasın ve patron kazansın diye günlerce beklersin...
—Ama bak hep değişik yerler, insanlar, bambaşka atmosferler, bitki örtüleri, iklimler?..
—Bu ilk bir kaç sefer böyle... Sonra herşey öylesine tekdüzeleşiyor ki...İNSANLAR TEK İNSAN, ÜLKELER TEK ÜLKE, ATMOSFER TEK ATMOSFER, BİTKİ ÖRTÜSÜ HEP AYNI BİTKİ ÖRTÜSÜ olup çıkıyor. Yani anlıyacağın bizim, düşüncelerinizdeki gibi bir dünyayı yaşamamıza şartlar izin vermiyor. Başlangıç ve bitiş noktasını bize gösteriyorlar. Yegane gördüğümüz ve yaşadığımız bu iki noktanın arası. Bu iki noktanın arasında sağa sola sapmaksızın, görmeksizin, duymaksızın, tadmaksızın gitmek ve dönmek!...
Karanlık çökmüştü. Ataman Abi uyanıp lokantaya doğru yollanmıştı. Ben de ardı sıra yürürken dönüp dönüp Şoför Kemal’e ve heybetli TIR’ına bakıyorum.Uzaktan yine de seslendim. “Haydi sen de gel, birlikte birşeyler yiyip içelim” diye. “Sağol Y. Kardeş, size afiyet olsun” diye yanıt verirken demliği piknik tüpünün üzerine yerleştirmekle uğraşıyordu.
Sırp güzeli 20 yaşlarında iki genç kız beni, oldukça neşeli ve Türkçe “Hoşgeldin abi” diyerek karşıladılar. Ataman Abinin yanına oturup bir çay söyledim..Burası bir lokantadan çok kır kahvesini anımsatıyordu. Alçak tavanın hemen altında duvarların birleştiği köşenin arasına asılmış eski bir televizyon düşecekmiş gibi duruyordu. Bir kaç masada yorgun görünümlü insancıkların kimi çay içiyor kimisi de yemek yiyiyordu. Kızlarla Ataman Abi bayağı muhabbetli olmuşlar kısa sürede. Meğer Ataman Abi her geçişinde buraya uğrarmış, tanışıyorlar yani.
—Geçen yaz, Temmuz ayında hanımımla beraber uğradık buraya. Çok acıkmış, köfte yemiştik; müthiş bir şeydi, tadı damağımızda kalmıştı. Sonra da Ağustos ayında, dönüşte de uğrayıp, tadı damağımızda kalan o köfteden yine yemiştik.
—Desene ağzımıza layık bir yemek yiyeceğiz burada...
Sırbistan(Pirot) -Bulgaristan Arası Transit Yol
—Elbetteki... Burada durmamızın asıl nedeni de bu zaten. Sana Sırbistan’ın köftesini(Cevapcicisini) tanıtacağım!
Sonra Ataman abi iki tane ‘cevapcici’ söyledi. Köfte öyle bildiğimiz gibi role şeklinde yani Türk usulü değildi. Kocaman Pizza tabaklarında aşağı yukarı 22 cm büyüklüğünde kömür ateşinde kızartılmış dana kıymasıyla yapılmış, mis gibi kebap kokan ve yanında zengin salatasıyla bir menü geldi ki, böylesine iğreti bir lokantadan beklemediğim bir sürprizdi benim için. Evet şimdiye kadar köfte olarak yediğim en müthiş tattı. Ve iki porsiyon kebabımız, içtiğimiz su ve çaylar için ödediğimiz para ise 10 Euro!
Karnımızı doyurmuştuk. Bulgaristana da nerdeyse ulaşmış sayılırdık. Yeniden arabaya gidip iki saat kadar kestirdik.
Bulgaristandayız.
Bu ülkede gerçekten unutulmaz anılarım var. 1981 yılında ben hanımım ve oğlum gezmeye gidip üç hafta kalmıştık. İlk uğrak yerimiz Haskovo olmuştu... Doğu bloku çökmemiş ama can çekişiyordu. İnsanlardaki,sistemdeki yozlaşma bu can çekişmeyi çok güzel yansıtıyordu... Ama yaşam, kapitalist ülkelerden Bulgaristan’a gezmeye gidenler için öylesine ucuzdu ki, adeta bir cenneti andırıyordu. Kaldığımız otele sabah kahvaltısı da dahil olmak üzere 10 leva yani 10 mark veriyorduk(üç kişi için). Kaldığımız Otel Haskovo’nın merkezindeki etrafında kafeterya, restaurant ve dükkanların olduğu geniş meydanlıktaydı. Her sabah erkenden itfaiye arabası gelip bu meydanı tertemiz yıkıyordu. Sadece burası değil, öne çıkan yollar, alanlar da yıkanıyordu. Yaşam öylesine ucuzdu ki, tabldot yemekler yapan halk lokantalarında üç çeşit yemek 2.00 Leva yani 2.00 Mark’tı. Oğlumla tıka basa dolu olan bu lokantalardan birisine gidip yemek yemiştik. Hatırladığım kadarıyla yarımşar tavuk, komposto ve balık! Tabldot dediysem, başka yemek çeşitleri vardı da 2.00 Levaya ancak üç çeşit yemek ısmarlıyabiliyorsun.
Akşamları restoranların hepsi müzikli ve içkiliydi. Aileler gelip çok ucuz fiyata karınlarını doyuruyor, içkilerini içiyor, dans yapıyorlardı. Söz gelimi biz Bulgaristan’da tanıştığımız bir Bulgar Türk’ü ailesiyle birlik gittiğimiz böyle bir restorantta ızgara balık, salata ve bir şişe Bulgar rakısı karşılığında ödediğimiz para 15 leva oldu yani 15 mark. Tabii ki restorantlar da tıpkı halk lokantaları gibi tıka basa dolu oluyor. Peki bu halk neden yaşamlarından memnun değillerdi? Lüks tüketim eşya ve araçlarını üreten fuzuli fabrikalar olmadığı için bilinç verilmemiş ve revizyona uğramış halk tapınır derecesinde lüks eşyalara düşkün olmuşlardı. Markalı bir tekstil için, güzel batı malı bir naylon çorap için neler vermezlerdi ki? Altın yüzük, küpe, kolye gibi şeyleri bulmak zordu, bunun içindir ki, izin zamanı akın akın Türkiye yolunu tutmuş, Batı’nın kapitalist ülkelerinde çalışan Türkiyeli işçilerden Bulgaristanlılar(önemle Bulgaristan Türkleri ve çingeneler) yol kenarlarına gelip yana yakıla, yalvararak parmağımızdaki yüzükleri, karılarımızın, kızlarımızın kulaklarındaki küpeleri, boyunlarındaki kolyeleri, kollarındaki bilezikleri satın almak isterlerdi. Satanlar olurdu. Çünkü ederinin fazlasını vermeye hazırdılar ve verirlerdi.
Bahri aga ile tanışmıştık. Ziraat mühendisiydi. Hanımı da ana okul öğretmeni. Bu aile Kırcaali kentinin bir köyünde yaşıyordu. Kırcaali ve çevresi Bulgaristan’da Türk azınlığın en yoğun yaşadığı bölge olduğu için turist olarak Bulgaristan’a giden Türkler’e bu bölgeye giriş yasaklanmıştı.
Bir gece gizlice Kırcaali’ye arabamızla gittik. Bahri Aga ve hanımı da yanımızdaydılar ve bize biraz da onlar cesaret verdiler. Çünkü Bahri Aga’nın kızkardeşi Azize Hanım Komünist Partisi üyesiydi. Kırcaali ıhlamurlar şehri... Şehre girişten itibaren yol sağlı sollu ıhlamur ağaçlarıyla donatılmış. Hele Georgi Dimitrov’un muhteşem heykelinin olduğu alanın etrafını saran dev ıhlamur ağaçlarından kente yayılan güzel koku insana haz ve mutluluk aşılıyor. Georgi Dimitrov! Bulgaristan halk hareketinin önderi! Onun görkemli heykeli çöküşten sonra yıkılmış, yerine Aziz Georgi’nin heykelinin konması gündemdeymiş!
Geceleyin Kırcaali’nin turistik bir restoranına davetliydik.Tabii ki restoranın oldukça büyük ve güzel bahçesinde orkestra çalıyor, garsonlar dört dönüyor, içkiler içiliyor, mis gibi ızgaralar, balıklar mideye indiriliyor ve çakır keyf olan kadınlı erkekli insanlar pisti doldurup dans ediyorlardı.
Bahri agaya dedim ki:
—Oldukça kalabalık. Nerdeyse yer bulmakta güçlük çektik. Yani Kırcaali’deki turizmin ve bu restoranın sorumlusu kardeşiniz Sabri bey olmasaydı belki de yer bile bulamıyacaktık! Bir de halk fakir, para yok, perişanız falan diyorsunuz! Peki bu ne? Tek burası değil, tüm restoranlar, kafeteryalar tıklım tıklım dolu! Hiç bir şey anlamıyorum!..
—Burdaki insanların çoğu Komünist Partisi üyesi ve zenginleşmiş tabakadır. Yanlarındaki misafirlerinin içerisinde hani halktan akrabaları falan da vardır. Yoksa işçi sınıfı ve köylülük aldıkları 70-80 Leva aylıkla buralara gelebilir mi? İnsanlar yasal olmayan yollara başvurup zengin olabilmenin yollarını arıyor artık. Öyle devrimmiş, insanlıkmış, yoldaşlıkmış ,enternasyonalizmmiş... Yok bunlar artık. Çoktan unutuldu!.. Şimdi, ”nasıl zengin olunur?“ düşüncesi egemen. Eskiden böyle değildi. İnsanlarda bir heyecan, sosyalizmi geliştirme gayreti, yarışı vardı. Giderek kapitalizm özentisi, hayranlığı ve tapınması egemen oldu. Batı ülkelerinden ellerine geçirebildikleri en adi, en kalitesiz bir giysi, bir araç, bir alet bile sükse yapmaya, hayranlık uyandırmaya yetiyor.
—Kırcaali’ye turist Türkler’in girmesi de yasak! Peki neden?
—1956 plenumundan sonra(S.B.20.Parti kongresi) Stalin döneminde açılan Türk okullarının tümü kapatıldı.1956 nisan ayında Bulgar Komünist Partisi Politbürosu Türkler’e ilişkin bir çok kararlar aldı, başkanlığa da Todor JİVKOV getirildi. Bu Türkler’in ve diğer azınlıkların Bulgarlaştırılmasının ilk adımıydı. 1984’de bütün Türklerin adları Bulgarlaştırıldı.
—Yani yasaklamalar Nikita Kruşçev dönemiyle mi başlıyor?
—Evet öyle. Stalin döneminde Bulgaristan’ın dört bir yanında Türk okulları, tiyatroları açılıyor, Nikita Kruşçev döneminde ise Todor Jivkov kanalıyla hepsi kapatılıyor. Türklerin yoğun yaşadığı bölgelere de turist olarak gelmiş Türklerin girişi yasaklanıyor. İşte şimdi siz kaçaksınız yani burada... Yasalara aykırı olarak bulunuyorsunuz!
—Ben böyle pis murdar yasaları çiğnemeyi severim, gizli bir zevk duyarım ve içim biraz da olsa ferahlar,çoşkunlaşırım.
Gece yarısı olmuştu. Gökyüzünde yıldızlar pırıl pırıldı. hafiften esen rüzgar, Georgi Dimitrov’un çevresini sarmış, yüksekliği yıldızlara ulaşan ıhlamur ağaçlarından ferahlatıcı ıhlamur kokularını taşıyordu. Yemeklerimizi yemiş, sohbetimizi yapmıştık. İçtiğimiz Bulgar rakısı bana neşe değil keder veriyordu. Çünkü Bulgaristan’da Sosyalizm yoktu. Sosyalizmden kalma anılar vardı, geçmişin güzel yaratımları ve bazı alışkanlıkları vardı. Gerisi yalan olmuştu.
Sonra... Daha sonra Todor Jivkov’un bir parmağının işaretiyle 3 Mayıs 1989’da 350 bin Bulgaristan Türk’ü, Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. İnsanlar at arabalarıyla, kağnılarla, traktörlerle, sırtlarında taşıyabildikleri kadar eşyayı alıp Türkiye gümrüğüne dayanıyordu.
Arabaya doluşup Bahri Aga’nın köyüne yollandık.Kırcaali’ye 15 km. uzaklıkta bir dağın yamacında. Her taraf tütün tarlası ve Türkler tütünü kendi hesaplarına ekiyorlar. Ama ancak karınlarını doyuracak kadar para kazanabiliyorlar. Çünkü tütünü birtek kendi kolhozlarına satma olanakları var ve kolhozlar, Dimitrov döneminin değil Jivkov döneminin kolhozları. Öyle hain, adeta bir tefeci, sömürücü!.. Bürokratlar satışlarla ilgili bilgiyi, kârı falan dürüstçe göstermiyorlar. Denetim yok. Denetimi yapanlar, işte bu restoranlarda her akşam eğlenip göbek şişirenler.
Arabam görünmesin diye saman ağılına gizlendi... Ve sonra gerçekten çok güzel, yün yataklarda ve yayla havasında güzel bir uyku çektik.
Ertesi gün bizi bırakmadılar. Köy bizim için seferber olmuştu. Köyün meydanına masa ve sandalyeler dizildi. Bir yandan Türk kasetleri çalıyor, bir yandan genci yaşlısı bayanlar şerefimize kesilen oğlağı hazırlıyorlardı. Akşama doğru en az 30 kişilik bir sofra kurulmuştu. Dostlarımız bizi ağırlamaktan büyük bir şeref duyuyorlardı. Yaşlılar Bulgaristan’da kollektifleşmeye ilk geçiş dönemlerini anlattılar. Nazım Hikmet’in köylerine gelişini, Türk okullarının önemine ilişkin bilgilendirme vermek için Bulgar Kültür Bakanlığınca görevlendirildiğini etraflıca anlattılar. Nazım’dan şiirler okudular. Köylüler önceleri topraklarını, hayvanlarını kolhoza vermek istememişler. Ama oralardaki tekniği, kazancı, verimliliği görünce süreç içerisinde kendiliklerinden bir zorlama olmadan kolhozlara katılmışlar. Bu Stalin dönemine denk düşen yıllara ilişkin anılar oluyor... Şimdi? Türk okulu yok! Arabam saman ağılında gizli... Ve biz gizli olarak, kaçak olarak köyün meydanında Bulgar rakısı içiyor, köyün yaşlılarıyla yani tarihle mükemmel bir sohbet yapıyoruz. Gökyüzü pırıl pırıl yıldızlarla dolu. Kasette İbrahim Tatlıses yanık bir Urfa havası çekiyor. Köyün kadınları istemle hizmet ediyorlar, kadınlar, kızlar oğlumu karımı gidip gelip şapur şupur öpüyorlar.
Ve onların yalnızlıklarını, ezilmişliklerini anlıyorum.
Bulgaristanda bir zamanlar bunları yaşamıştık..
Yolumuz artık az kalmıştı. Yol kenarında satılan Bulgar kaşar peynirlerinden eskiden hep alırdım. Hem çok ucuzdu hem de gerçekten hilesizdi. Ama şimdi gerçek bir kaşar peynirini elde etmek çok zor. Bir kaç kez aldım, yiyemeden çöpe attık. Artık Bulgaristan’dan peynir de almıyoruz. Yol kenarında sık sık karşımıza güzel bayanlar çıkıyor. Ataman Abi gerçekten yaptığı esprilerle güldürüyor beni.
Ortalık fahişeden geçilmiyor. Bulgaristan’a çöken özgürlük, kadınları fahişe, erkekleri de mafia, hırsız, soyguncu yapmış. Ahlâktaki çöküş öylesine hızlı olmuş ki, Türkiye’ye bir an evvel paçayı atmak gerçekten bizim hayırımıza olacak.
Hiç durmadan sürüyorum arabayı. Kapıkule uzaktan görününce içim ferahlıyor.
Ne de olsa vatan!
YAVUZ AKÖZEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder