Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Eylül 2013 Pazartesi

YAVUZ AKÖZEL: İşportacı





İŞPORTACI






   
Abi, bu zabıtalar var ya, tam sekiz  kez tezgâhıma el koydu. Yılmadım. Her defasında da kesilen cezamı ödedim. Hayatımız mapus damlarında geçmiş abi... Yani dosyalar dolusu sabıka kaydımız var. Hep vurmadan kırmadan! Resmi görevliye hakâretten,yaralama’dan...

Haksızlığa dayanamıyorum abi... Ağzımız, şöyle kendimizi savunacak lakırdı yapma yetisinden uzak, lal! doğru dürüst mektep medrese görmemişiz ki! Ne olacak? Ekmeğimizi yabani hayvanlar gibi hırlayarak, birbirimizle didişerek, vurarak, kırarak pençelerimizle almışız ve ekmeği kaptığımız gibi kaçmışız. Peşimizde bizi kovalıyan bir ordu... Bağırtılar, çağırtılar, siren sesleri, tehditler, alarmlar, kuşatmalar, sille tokatlar, küfürler! Sanki ne yapmışız? Yaptığımız, bir kenarcığa  üç-beş şey dizip namusumuzla satmaya çalışmışız! Hepsi bu!

Bizi yakaladıklarında ceza kesmekle yetinmiyorlar. Aralarında sinirleri iyice bozulmuş, küfür ve hakâret edenler de çıkıyor.
—Abi sövme, diyorum, kes cezanı, al paranı...
Adam, tüm gün zabıta olarak, bizlerin peşi sıra aç susuz koşturup durmuş ve nevri iyice dönmüş.
—Sövsem ne olacak lan, diye kan çanağı olmuş gözlerini dikerek adeta inliyor!

Ama bizim de psikolojimiz bozuk abi! Sabahın köründe yollara düşmüşüz, gidip mal almışız, yalvar yakâr, pazarlık yapa yapa… Zaten daha orada iflahımız kesilmiş. Mal almak kolay mı?

Pazarlık yapmak, dil dökmek çok zor abi. Toptancılar kurt gibi! Fiyatları en yüksekten sallıyorlar; biliyorlar ki pazarlık başlayacak! Diledikleri rakama gelince artık bir kuruş dahi aşağı inmiyorlar. Biz de anlıyoruz ki, en son, asıl satış fiyatı bu, o zaman parayı bastırıyoruz. Ama pazarlık yapmaktan ağzımız dilimiz kuruyor valla abi. İçimizden nalet okuyoruz, isyanları oynuyoruz  üstelik. Bu pazarlık savaşı bizi yoruyor da! Sanki sırtımızda on ton yük taşımışız gibi... Yani henüz satış yerine gidip tezgâhı kurmadan kan ter içerisinde kalıyoruz.

Kârlı bir alışveriş yapıp yapmadığımız da meçhul. Çünkü Çin malı satıyoruz. Mallar bazen çok kalitesiz, bozuk çıkıyor.  Geri verme olanağımız da yok gibi...

Tezgâhı kurduğumuzda da işte böyle oluyor! Zabıtalarla yani!

—Sövsem ne olacak lan, dediğinde ağzının tam ortasına allah ne verdiyse geçiriveriyorum.
—İşte bu olacak lan, diyorum.

Seyyar  satıcılar, kendi aramızda da  bu gibi hallerle karşılaşıyoruz:
Yok “benim yerimdi burası”,yok “manzaramı engelliyorsun”, yok “aynı malı yan yana satıyoruz” vesaire gibi söylemlerle didişiyoruz. Bazen çok anormal durumlar oluyor abi..

Kan da akıyor!

Gidiyoruz, ellerimiz kelepçeli... Hep aynı istasyona... Yerimiz hazır. Çok şükür, tanıyorlar bizi... Artık “allah kurtarsın” demeye bile gerek duymuyor arkadaşlarım. Söyledikleri şey:
—Geç kaldın lan... Özlettin kendini, oluyor.
—Ne yapalım abilerim... Bu sefer kaşınanlar başka yerde eşeleniyorlarmış, diye yanıt verdiğimde, koğuşta bir kahkaha tufanı kopup gidiveriyor...
—Hoş geldin lan can dost, hoşgeldin! Ellerin dert görmesin, diyorlar.

Çaylar içiliyor, şamata, gırgır gırla gidiyor... Bir bakıma beni gördüklerinde moralleri düzeliyor, dertlerini unutuyorlar. Yani ben de onları özlemiş olduğumu ve bu insanları gerçekten sevdiğimi anlıyorum. Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlarız nihayetinde. Birbirimize yüreklerimizi sevinç ve kederlerimizi veriyoruz. Bundan daha güzel ne olabilir?

Her mahpushaneye düşüşümde, dönek güvercinlerimin akıbetini düşünürüm. Onlar benim herşeyim...

Hele birkaç tane kırmızılı yanar döner güvercinlerim var ki! Ahh!.. Sorma abi, kucağımdan indirmek istemem. Öperim, severim, özel beslerim. Satın almak isterler. Satar mıyım? Onlar benim her şeyim. Onlar benim sevgililerim...

Önceden  çok güvercinim vardı. En az 60-70 tane olurlardı. Siyahlı-beyazlı, gökmavisi-beyazlı, lacivertli-beyazlı ve kırmızılı-beyazlı... Onlardan her ayrı düşüşümde, bir bölümünü yitirdim. Şimdi elimde 7-8 tane kaldı, yeniden üretmeye çalışıyorum. İnşallah başım belaya gitmez de barış içerisinde yağımızla kavrulur, güvercinlerimle, işimle, anamla, dostlarımla haşır neşir olur, şu fani dünyada el ele gönül gönüle geçinir gideriz..

Güvercinlerim... Onların şehrin üzerinde süzülmelerini ve bir pervane gibi kıvrak dönüşler yapmalarını gözlerken hafifliyorum. Bir masallar dünyasında muradıma eriyorum.

Onlarla uğraşmak ne kadar güzel! Bana her dertten uzak müthiş bir dinginlik ve huzur veriyor.

Yaşım 35’i geçti. K’da oturuyoruz. Anam, babam ve bir oğlan kardeşim daha var. O da kaportacıda çalışıyor. İşte ben de meslek olarak bu işi seçtim. Tabi ki, sabit bir iş bulamadığım için böylesine belalı ve zor  bir işe bulaştım. Dosyam  oldukça kabarık abi, başka yerde iş bulamam, bulsam da dikiş tutturamam. Kavgacılığım var! Hakârete, hor görülmeye, haksızlığa hiç gelemiyorum, hemen nevrim dönüveriyor! Elimde değil abi... Dedim ya hakarete, haksızlığa hiç gelemiyorum. Tıpkı Yılmaz Güney Abimiz gibi anlıyacağın!..

Tezgâhımı yüklenip evden her ayrılışımda, anam kavga yapmamam için sıkı sıkı tembihte bulunur:
—Uysal ol oğlum, hoşgörülü ol oğlum, ne olur kavga falan yapma. Artık üzme bu anacığını, der. Her defasında söz verir, ona sıkı sıkı sarılır öperim, öperim, öperim .

Ama çok kez sözümde duramam. Vukuatım olur, anamı üzerim, ağlatırım.
Söz aramızda ben de gizlice ağlarım “anamı üzdüm” diye, “anamı ağlattım” diye. Mapushanede de ağladığım olur. Anam ve güvercinlerimin benim yokluğumda o öksüzleşmişler gibi mahzun halleri gözlerimin önünde canlandığında....Yatakta, lambalar söndükten sonra...Sessizce...


İşin aksi bu ya, Taksim, Gezi Parkı eylemleri başlamıştı. Memleket kaynıyor. Tayyip amcam Nuh diyor, peygamber demiyor! Yok Taksim’e Topçu Kışlası yapacağım, yok o yetmez yanı başına da şöyle kocaman bir alışveriş merkezi konduracağım diyor. Taksim gezi parkındaki ağaçları gece yarısı kestirdi. Aklı sıra kışla, alışveriş inşaatlarını bir an önce başlatacak. Kıyamet o zaman tam koptu işte. Millet ayakta, Taksim’i işgal etmiş. Tayyip amca da polisini sürmüş oraya, basıyor biber gazını, basıyor ilaçlanmış tazyikli suyu, basıyor copu. Kan gövdeyi götürüyor. Tayyip amcam bir de tutup demez mi, “Taksimde direnenler üç-beş çapulcu, üç-beş ayyaş, ben Türkiye’nin %51’ini temsil ediyorum..İstediğimi yaparım!”
O zaman millet daha da öfkelendi !




Bu hengâmede satış matış yapılır mı? Tezgâhı, her zaman mal aldığım toptancının deposuna zulalayıp doğru Gezi Direniş Parkında soluğu aldım. Aman ki aman... Tam şenlik... Bütün kent  neredeyse orada. Gülüp oynuyorlar... Tam bir festivale dönmüş park... Her şey öylesine rengârenk, öylesine rahatlatıcı ki. Tezgâh, geçim derdi, o, bu hemen aklımdan uçtu gitti.

Ferah bir rüzgâr esti içimde. Ferah ve rahatlatıcı.

Yüzlerce pankârt asılmış. Neler yazmamışlar ki! İsterseniz bir kaç tanesini okuyayım:

Geleneksel gaz festivaline hoş geldiniz!
Gazlar Meksika’dan mı haci?
Faşo Tayyip!
Ağaç yaşatır, devlet öldürür!
Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser!(Marx)
Tayyip gelme! Tünelin ucu bombok bir yere çıktı!
Tayyip yeni evliyiz, inadı bırak da gidip sevişelim!
Hiçbir parti adına direnmiyoruz, biz halkız!
AKP yıkılsın yerine “AVM” yapılsın!
Direnişin olmadığı yerde zafer kazanılmaz!
Mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, evime, tohumuma, ormanıma, köyüme, kentime, parkıma DOKUNMA!
Mezarlığımızı aldınız parkımızı alamıyacaksınız!(Türkiyeli Ermeniler)(Nor zartonk)
Biz/AKP’siz dine/CHP’siz Atatürke/MHP’siz vatana/BDP’siz Kürde sahip çıkarız!
Biber gazı cildi güzelleştirir!
Korkak medya siktir git!
Alkolü yasakladın millet ayıldı!
Benim gaz bol acılı olsun polis emmi!
Biberi bal eyledik/ meydanları dar eyledik !

Kalabalığın arasına karıştım. Gerçekten olağanüstü bir durumdu. Öylesine bir duygu burgacının içerisinde sürükleniyordum ki, gözlerimden sel gibi akan gözyaşlarının farkında bile değildim. İnsanlar hep içimde birikmiş bir şeyleri işte burada sergiliyorlardı. Anlatmak isteyip de, yapmak isteyip de anlatamadığım, yapamadığım şeyler burada anlatılıyor, yapılıyordu.

Sloganlar haykırıyor, el ele tutuşuyor, birbirimize sarılıp bu güzel birlikteliği, bu anlamlı direnişi kutsuyorduk. Tiyatrolar oynanıyor, halaylar, horonlar çekiliyordu. Her şey birden bire müşterek oluvermişti. Ayrımız, gayrimiz yoktu. İşte, böyle bir dünya olmalıydı dünyamız:

El ele ve birbirimize ‘yabancı’ gözüyle bakmadığımız, müşterek, paylaşımlı bir dünya..

Gazetelerde görmüştüm resmini kırmızı giysili kadının. Polisin doğrudan ona sıktığı biber gazının  karşısında istifini bozmadan ve hatta tebessüm ederek duruyor, direniyordu. “Sizin tomanız,biber gazınız ne oluyor ki?” der gibi bir hâli vardı. Satış yaptığım köşeciğimde bu sempatik, korkusuz kadının resmine uzun uzun baktım. TOMA’ya isyan eden cesur hâllerine, savruk saçlarına baktım. Ellerimi resmin üzerinde gezdirdim ve bu cesaretin getirdiği güzelliği bu, bu, evet bu isyanı sevdim.

Şayet evlenirsem, alacağım kadının böyle biri olmasını isterdim. Böyle dirençli, böyle bir şeylerin farkındalığına ulaşmış, bilinçlenmiş, ne istediğini bilen  bir kadın!

“İşte bu!” dedim kendi kendime... “İşte bu!” Yorgun ve kederli gecelerimin derinliklerinde, yatakta gözlerimi yumup da düşlerine yattığım o kadın! Evet, “İşte bu!” Düş kurarken bile açımlayamadığım, açımlayamadığım için de kurduğum düşü, o yoğun sis örtüsünün içerisinden çekip çıkaramadığım bilinmezlik! Şimdi o sis perdesi aralandı, ulaşmak istediğim sevgilinin silueti tüm boyutlarıyla ortaya çıktı, dokunulur, capcanlı bir gerçek oldu.




Artık işportayı, tezgâhı unutmuştum. Geceyi Gezi Parkında çimenlerin üzerine serdiğimiz kartonlara uzanarak geçirdik. Sabahın ilk ışıkları, kentin ve denizin üzerine vurduğunda, sıcağı kemiklerimde duyumsayıncaya kadar öylece olduğum yerde kenti, insanları, çadırların birisinden kopup gelen bir devrim türküsünü dinleyerek öylecene kımıldamadan yattım. Yaşam güzeldi... Bu insanlarla birlikte, elele yaşamak güzeldi... İçime hüzünlerle karmaşık, anlatılmaz bir coşkunluk da gelip doluyordu. Bu coşkunluk, güvercinlerimi gökyüzüne saldığımda, onların sonsuza kanat çırpışlarını gözlemlerken duyduğum coşku ve mutluluğa benziyordu.

Bu benim direnişimin ikinci günüydü. Öğlene doğru, sivil ve resmi polisler gelip direnişimizin temsilcileriyle görüştüler. Direnişi bitirmemiz, çadırları sökmemiz ve parkı terketmemiz istenmiş.. Tabii ki aldıkları yanıt “direneceğiz” olmuş. Bir şeylerin olacağı gün gibi ortadaydı artık. Çok geçmedi TOMAlar ve polisler tarafından kuşatıldık. Bize çadırları kaldırmamız ve parkı terketmemiz için anonslar yapılıyordu. Biz ise hep birlik olmuş, saldırıyı püskürtmek için çaresizce birşeyler yapmaya çalışıyorduk.

Ne olduysa aniden oldu. Biber gazları  patlamaya başladı. Ortalık bir savaş alanına döndü. Parkın içerisini kopkoyu zehirli bir sis kaplamıştı. Bu zehirli sisin arasında, suratları gaz maskeli polislerin kalkıp inen copları görünüyordu.

Ensemden yediğim bir cop darbesiyle kendimi yerde buldum. Başım dönüyordu. Zaten biber gazı da beni oldukça sersemletmiş, soluğumu kesmişti. Sonra, sağıma soluma inen tekmeler, küfürler hayal meyal anımsadıklarım... Kendime geldiğimde, bir zırhlı aracın içerisine istifleme doldurulmuş, tangur tungur gidiyorduk.

Sonrası malum! Nezarethane, mahkeme, tutuklanma!

Yani buradan çoğu yırttı, beni yine tutukladılar. Dosyam kabarık olduğundan olsa gerek..

Yine ayni yer, ayni karşılama töreni. Ama bu kez terfi etmişim abiler!  Siyasi tutukluyum.

Ayı Musa aynen şöyle şaşkınlığını belli etti:
—Vay anasına be ! Şimdi de siyasi... Aşkolsun sana çocuk!




Bak burası M.K. caddesi, saat kaç? 15.30 değil mi?

Benden başka seyyar satıcı var mı? Yok... Yasak çünkü!.. Akşam saat 18.00’den önce, kimse tezgâh açamaz... Ama ben açarım. Zabıta bir şey demez bana. Artık izinliyim. Usulü dairesinde şu köşecikte açar,  sessizce satışıma bakarım.

Bu satış izninin de öyküsü şöyle oldu:

Abi, ‘İz.’ Belediyesi, sadece piyasa işportacılarına değil, işportacılık yapmak isteyen herkese bir olanak tanıdı. Şöyle ki, saat 18.00’den sonra K.A. bölgesinde isteyen herkes birşeyler satabilir, serbest... Zabıta karışmıyor anlıyacağın. Ama öylesine çok işportacı tezgâhı kuruluyor ki, satış yapabilme olanağın oldukça kısıtlı oluyor. Durum böyle olunca ben yasak saatlerde de tezgâh kurmaya başladım. İşte yine burada, aynı yerde. Ama çok defa zabıtalara yakalandım.

Her yakalanışımda hem ceza yazıyorlar, hem de tezgâhı derhal kapatmak zorunda bırakıyorlar.

Anlıyacağın soluk aldırmıyorlar. Çok kavgalar yaptım, çok zabıta dövdüm. Mahpus damlarına girdim, çıktım.

Baktım olmuyor, mahpus damlarına girip çıkmaktan, para cezası ödemekten iflâhım kesildi; doğru zabıta denetim müdürlüğüne gittim. Bizzat müdürün kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Adımı soyadımı falan yazdılar  “Bekle”dediler. Salonda benim gibi  kılıklı-kılıksız bir sürü insan var. Boş bir sandalye bulup diğerleri gibi beklemeye başladım.




Birkaç saat sonra suratsız bir memur beni ünledi. Doğru müdür beyin kârşısına çıktım.

—Derdin ne, diye, suratıma bile bakma tenezzülünü göstermeden sordu. Sorarken de ha bire bir şeyler yazıyordu. Daha doğrusu can sıkıntısından mı ne, önündeki kâğıda birşeyler çizip karalayıp duruyordu.
—Müdür bey ben işportacıyım!

Müdür bey hâlâ kalem elinde birşeyler çizip karalarken, hışımla başını kaldırmadan konuştu:
—Ne olmuş işportacıysan?
—En az on kez zabıtalarınıza ceza ödedim.
—İzinsiz satarsan ödersin tabii!
—İzin… Nasıl?
—Cadde ortasında izinsiz mal satarsan demek istiyorum..
—İzin vermiyorlar ki “yasak” diyor zabıtalarınız.
—Tabii ki yasak.
—Bir oluru yok mu müdür bey? Bu memlekette herşey yasak da!
—Evladım yasaklara uyacaksınız... Yasalar var, yasalara uymayanlar cezalandırılır. Sonra da işte böyle gelip “ceza ödedim, falan filan” diye  dert yanarsınız. Yasalara uyun ceza ödemeyin!
—Yasalara uyarsak aç kalıyoruz müdür bey!
—Bak hele! Aç kalıyormuş. Yasalarca serbest olan işler yap evladım,  böylece cezalardan da kurtulmuş olursun.
—Hangi işi müdür bey? İş mi var?
—Ne demek yani: “İş mi var”... Şu koca şehirde iş bulamıyor musun evladım?
—Müdür bey, Ben sekiz defa hapise girdim, çıktım. Hep kavgadan, hep zabıta, polis, memur dövmekten. Mesleğim yok, başka işe girip de çalışma  şansım da yok. Çünkü ‘sabıkam var’ diye almıyorlar. Adım Orhan K., baktırıverin dosyama, ne olduğunu anlarsınız.
—Demek bir de zabıtalarımızı tutup dövmüşsün?
—Evet müdür Bey, üç beş kez dövdüm ve suçumun cezasını da maddi, manevi fazlasıyla çektim.
—Bak hele sen. Şimdi de gelmiş karşımda “Zabıtalarınızı 3-5 kez dövdüm” diyorsun. Hem de hiç çekinmeden, hem de sanki iyi bir halt işlemişsin gibi söylüyorsun!

Bunları söylerken elindeki kalemi hırsla masanın üzerindeki kalem kutusuna fırlatıp, başını kaldırarak bana ilk kez şöyle bir baktı.

Benim üzerimde modaya uygun yarı yırtık paçaları dizden biraz aşağıda (işporta malı) kot pantolon, önü, arkası açık(işporta malı) yazlık bir ayakkabı ve önünde Yılmaz Güney’in portresi olan(işporta malı) bir tişort vardı.

Beni, suskun şöyle bir dakikadan fazla süzdü.

Ellerimi önden birbirine kavuşturmuş, ayakta ve tam karşısında başım önüme eğik öylece dikeliyordum.
—Evet müdür bey. Söylüyorum. Ama  çekinmemekten değil, üzülerek söylüyorum. Keşke olmasaydı! Keşke onlar da biraz daha insancıl, merhametli davranmış olsalardı. Küfür etmeselerdi! Tezgâhımı tekmelerle haince dağıtmasalardı! Mallarımı tahrip etmeselerdi!

Bir de Gezi Parkı tutuklanmam var. Mahkemem hâlâ devam ediyor. Hiç suçumuz yokken hem dayak yedik hem de tutuklandık müdür bey. Olayları siz de biliyorsunuzdur tv’den, gazetelerden hatta canlı canlı direnişimizden... Bir de şimdi oradan da dosya eklendi sabıka kayıtlarıma.
—Vay bee! Adama bak yahu! Vurma, kırma, yasalara aykırı kaçak mal satma, vergi kaçırma, tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de Gezi Parkı eylemlerine katılıp politikleşme.. Siyasi sabıka! Pes doğrusu!

—Eee... Peki, sen şimdi ne istiyorsun? Bak dışarıda sürüyle insan var. Hepsi de seninkine benzer sorunlar için buraya geliyorlar. Ama belediyenin kararları var. Biz sadece belediyece alınan kararları uyguluyoruz.
—Müdür bey, ben çok müşgül bir durumdayım. Zabıtalarınız beni 15-18 arası görmesinler, idare etsinler. Çünkü dosyam kabarık, iş bulamıyorum.
—Vay bee! Belediyenin almış olduğu kararlar ne olacak peki? Biz yine de sizleri düşünerek, akşam saat 18.00’den sonra  işporta satışlarını K.A.’da serbest bıraktık ya evladım!
—Müdür bey aynı malı aynı güzergâhta satan onlarca işportacı var, kimse bir şey kazanamıyor. Rekabetten ötürü fiyatlar  iyice kırılmış durumda. Müsaade buyurun da hiç değilse 15.00’den itibaren bir köşecikte küçük tezgâhımı açıvereyim..
—Evladım, sen gazeteleri okumuyorsun herhalde. Esnaf şikayetçi, valiye, belediye başkanına falan çıkmışlar. “İşportacıları dükkanlarımızın önünde istemeyiz” diye... Üstelik işportacılar esnafın kapısının önündeki saksıları falan parçalayıp atmışlar, esnafı da,  “Asarız, keseriz” diye tehdit etmişler. Yani durumlar kötü. Belki ileride işporta işi tamamen yasaklanır.
—Ne yapalım müdür bey? Yasak oluncaya kadar... Sonra… Sonra da bir kapı açılır herhalde? Şu koca şehirde bir kapı... Mutlaka!.. Hem açılmazsa da yine kaçak satmak zorunda kalacağız.  Çünkü başka geçim kaynağımız yok!
—Uyanık bir gençmişsin.. Seni sevdim!

Abiciğim bunları söyledikten sonra o ciddi müdür gitti; samimi, güleç bir başka müdür geldi. Adamda ne kızgınlık ne de o kaf dağında olmalar kaldı. Üstelik tişortumu da pek sevdi. Yılmaz Güney filmleriyle büyümüşmüş. Onları anlattı durdu... Bir de tutup sormaz mı?
—Sen de Yılmaz Güney’i seviyormusun, diye!
—Ama müdür bey, Yılmaz Güney’i sevmezsem, şöyle göğsümün üstünde gezdirip durur muyum hiç?

Bu yanıtım Müdür beyin daha da hoşuna gitmiş olacak ki:
—Dosyanı soruşturacağım. İnşallah söylediklerin, sabıkaların falan doğrudur. Sen adını, soyadını gel şuraya yaz. Sonra yarın aynı saatte gel, sıra falan beklemeden bana uğra. Ben senin dosyanı bir soruşturayım hele!

Hemen adımı soyadımı yazdım. Fazladan da adresimi, cep telefonumu ekleyiverdim. Sonra elini öpmek istedim tabii ki... Eline bir saldırışım var ki... Adam elini öptürür mü hiç? Elini hızla geri çekti. Ben bir hamle daha yapacak oldum. Elini usulca uzatıp benimle toka yaptı.
—Bak seni sevdim ama böyle yaparsan sevmem. Kimsenin elini öpmiyeceksin bundan sonra, demez mi!..

Bir şey anlıyamadım söylediklerinden ya! Hemen anam aklıma düştü. Yani şimdi ben anamın da mı elini öpmiyeceğim? Bunları düşüne düşüne dışarı çıktım.

İçimde bir hafifleme, içimde bir coşku... Salonu doldurmuş kadınlı-erkekli şu insan yığınağına tek tek sarılıp tek tek öpmek içimden geliyor. Göğsümdeki çatık kaşlı, yiğit Yılmaz Güney’i okşadım, öptüm, öptüm. Sonra  koşar adımlarla caddelerdeki insanları yara yara  K.A.’a  gidip
Vedat’ı buldum. Bir çantaya sahte marka güneş gözlükleri doldurmuş millete orijinal diye kakalamaya çalışıyordu.

Vedat, 25 yaşlarında olmasına karşın oldukça esmer, sıska ve sempatik olduğu için 17-18 ancak gösteriyor. Ayağında işporta malı adidas, sırtında da yine işporta malı adidas eşofman takımı.

Taktiği de şöyle: Gözüne kestirdiği kişilere yanaşıp:
—Abi az önce gözlükçüyü soydum, ...marka gözlükler yürüttüm. Bir baka mısın?

Tabii gözüne kestirdiği müşteri daha gözlüklere bakmadan fiyat sorar:
—Kaç lira?

Vedat  müşteriye yaklaşıp bir yandan çantanın ağzını açıp taklit gözlükleri gösterirken, bir yandan da “ne verirsen abicim” der ve kesinlikle 3 liraya aldığı gözlüğü en az 10 liraya okutur.




Vedat tezgâh açmaz. Hep koşma, kaçma durumundadır. Sanki bir yerlerden birşeyler çalmış, sanki bir yerleri soymuş gibi. Ama Vedat’ı severim. İstediği zaman yanımda tezgâh da açtırırm! Ama onun işine gelmez ki! Çalıntı mal, soygun malı satıyorum numaralarında olduğu için tabii ki!

Vedat beni görünce manalı bir göz attıktan sonra usulca eliyle “Biraz bekle” işareti yaptı. Kafaya aldığı iki bayana gözlükleri tek tek gösterip dil döküyordu.. Bayanlar gayet ciddi gözlükleri tek tek inceliyor, Vedat’ın tuttuğu aynanın karşısımda takıp takıp çıkarıyorlardı. Sonunda bayanlara 3 liralık gözlükleri 15’er liraya satmayı başardı.
—Vay be! Satana kadar akla karayı seçtim. Yine de ucuz aldıkları için sevinçliydiler. Sen de gördün ya onları nasıl mutlu ettiğimi...
—Gördüm gördüm! Seni üç kağıtçı, “Kazıkladım” demiyorsun da!
—Ne kazıklaması be abi. Gözlükler sahte mahte ama  vallahi gerçeğinden farkı yok! Söz gelimi o da Ray Ban, bu da Ray Ban! Benimki 15 gayme, gerçeği ise 200 -300 gayme!
—O pahalı ama gerçek.
—Bu da gerçek. Üzerinde Ray Ban yazıyor mu? Yazıyor. Hem ucuz hem de gerçek. Bir farkı var. Birisi yasal yollardan yapılıp piyasaya sürülmüş, diğeri kaçak yollardan! Belki de Çin’in Taiwan’ın ücra mahallelerinde, günde 2-3 dolar yevmiye ile çalışan kadınlar, çocuklar tarafından yapılıp piyasaya sürülmüş. Materyal aynı, emek aynı...
—Materyal aynıymış...Pööhhh!
—Abiciğim, kalite az düşük olsa da ne fark eder? Nasılsa bir sezon sonra yeni modalar çıkacak. Gözlük rengi, çerçeve şekli hepsi değişecek. Ve bu yıl ki gözlükler en kalitelisinden de olsa  artık takılmayacak, yenisi alınacak!
—Aslında benim sattığım parfümler de  senin gözlükler gibi bir şey. Yani kalite...
—Haa şunu anlıyaydın. Biraz kalite farkı varmış. O kadarcık da olacak yani. “Yok” fiyatına “marka mal” alıyorlar. Üstelik kaçak olduğu için satması bile rizikolu aslına bakarsan.
—Ahh burası Türkiye... Kim kime, dum duma... Bu ülkede bir malın orijinalini bulmak artık şansa kalmış bir şey.. İyiki de sahtesini üretiyorlar. Gerçek olanların maskesini düşürüyorlar böylece.

Orhan, Vedat’tan ayrıldıktan sonra otobüse binip evin yolunu tuttu. Güvercinlerine yem verdi. Annesini öptü, hazırladığı patlıcan, biber, domates kızartmasından ekmeğini bana bana iştahla yedi. Zabıta müdürü ile aralarında geçen  konuşmayı anasının şaşkın bakışları arasında gururla  anlattı. Sonra güvercinlerine yöneldi. Yemlerini tazeledi, onları tek tek sevdi, tek tek uçurdu. Mavi gökyüzünde ahenkli bir şekilde süzülüşlerini ve dönüşlerini sanki ilk kez görüyormuş gibi hayretle izledi. Artık işe gitme zamanı da yaklaşıyordu.  Saat 16.00 olmuştu ama hâlâ bunaltıcı bir sıcak vardı. Gidip kafasını soğuk suya tutup iyice yıkadı. Anasının türlü çiçekler ektiği gecekondularının küçücük bahçesinde hortumu önce saksılara tuttu, sonra da ayaklarına.. Biraz serinlemişti..

Sonra parfümleri doldurduğu çantayı alıp otobüs durağına doğru yürüdü.
Akşam saat 18.00’de tezgâhını açmış, satışına başlamıştı bile..

Nasıl da sıcaktı. Gölgede 35 derece! Saat 14.30’da K.A.’da Orhan’ın tezgâh açacağı M.K.caddesine açılan X pasajında oturup bir şişe su içtim, kendime bir çay söyledim. Kavurucu sıcak olmasına karşın günlerden cuma olduğu için caddede belirgin bir canlanma başlamıştı bile. Bazı isportacılar daha şimdiden  bavullara, kartonlara doldurdukları satacakları mallarını
getirip caddenin kenarlarına, dükkan aralıklarına zulalıyorlardı. Akşam 18’e daha 3,5 saat vardı. Orhan, Zabıta Denetim Müdüründen sözlü bir onay almıştı. “Git söylediğin yerde ama 15.30’dan sonra tezgâhını aç. Ortalığı velveleye verme. Ben arkadaşlara söyledim. Seni idare edecekler.”

Bugün ben de Orhan’ın yanında durup satışı birlikte yapacağız. Satış yapacağımız yerde de aksi gibi bir gölgelik yok. Tam güneşin ortasında... Ama karşıdaki mağazanın önü gölge. Tezgâhı kurduktan sonra o gölgeliğe sığınırız.

Satış üzerine en ufak bir bilgim yok. Bugün onun tezgâhını açmasına, toplamasına yardım eder, nasıl satış yaptığını, nasıl racon kestiğini dikkatlice izlerim.

Satacağımız mal, 12 parçadan oluşan kadın-erkek bornoz takımı, çeşitli taklit marka parfümeri.

‘Bamboo’ marka bornoz takımı saplı karton kutunun içerisinde 48 liraya alıyoruz, tutturabildiğimize 90 liraya kadar satıyoruz. Aslında oldukça da kaliteli..

Parfümlerin  ise 3 ile 5 lira arasında alış fiyatları var. Cristian Dior, Calvin Klein, La Coste, Kenzo, Georgio Armani, Burrberry, Chance Chanel, Paco Rabanne, Davidoff Champion, Ricci, Hypnose... 10 ile 20 lira arasında tutturabildiğimiz fiyata satıyoruz. Parfümler fazla sıcağa dayanıklı değil. Güneşte fazla kalırsa patlıyorlar. Geri verme olanağı yok.. Onun için oldukça dikkatli olmak gerekiyor. Bir bebeğe bakar gibi, bir bebeği kollar gibi onları kolluyoruz, yine de birkaç tanesinin patlamasına engel olamıyoruz. “Bommm” diye patlayıveriyor.

Orhan sanki gidip de bir yerlerde kursunu almış gibi sattığı mallarının reklamını çok güzel yapıyor. Adeta ezbere konuşuyor. Bazı müşteriler tabii  önemle parfümü satarken attığı ince palavralara başını sallayıp bıyık altından gülüyor. Ama Orhan bu bıyık altı gülüşlerin farkında olmasına karşın gayet ciddi, sallamalarına devam ediyor:
—Bakar mısınız hamfendi! Şu mühüre bakınız! Gümrük malı bunlar. Sahte falan katiyyen değil. Kıbrıs gümrüğünden ele geçirdik. Buyurun sıkayım elinize. Koklayınız... Koklayınız... Gördüğünüz gibi orijinal. Alırsanız şayet
açılmamış kartonu var. Hemen takdim edeyim.

Genel olarak bizim varoşlarımızın bayanları, genç kızları ve delikanlıları ilgi gösteriyorlar, bu “gümrükten kaçırılmış orijinal” parfümlerimize. Çünkü keseye uygun, hem de oldukça uygun. “El yakmıyor!” bir deyişle.

Bir de şöyle reklamını yapıyoruz. Gidin mağazaya şu parfümleri almaya kalkın bakın kaç lira! Ama ben size söyliyeyim: Tamı tamına 165 lira! İçlerinde öyle markalar var ki, gerçekten parfümeri mağazasından almaya kalksan 300-400 lira vermen gerekir. Burada 20 liradan başlıyor, fiyatlar düşe düşe 7.5 liraya kadar düşüyor. 400 lira nerde? 7,5 lira nerde?

Bornozları satarken de:
—Dükkan kapattık hamfendi. Onun için ucuz. Gidin bakın “Öz.G” mağazasında aynı takım 200 lira! Biz size bunu en son 80 liraya bırakırız, gibi...

Kadın kocasını çekiştirir, kulağına eğilip çok ucuz olduğunu söyler. Adam 80 lirayı duyunca ürperip geri geri kaçar. Ama nafile... Kadın bir kez karar vermiştir almaya da “hangi rengi alsam acaba”nın ikilemi içerisindedir. Kırmızı, bordo, yeşil, beyaz, mavi, eflatuni... Ama sonuç olarak kadın kocasını da renk seçmekte yardıma çağırır.Adam istemiye istemiye gelip bir renk seçmeye çalışır, evirir, çevirir, bir türlü karar veremez. Ama kadın seçtiği rengi kocasına gösterir, onayını almaya çalışır. Adam bu kez başka bir renk bornoz eline alır, karısına sırf muhalif olmak için bunu yapar. Ama kadın bir kez karar vermiştir. Adamın muhalifliği falan artık sökmez. Kadının beğendiği bornoz alınır ve kocası pamuk ellerini cebine atar!

Saat gecenin 22’si olmuştu. Gökyüzünde yıldızlar göz kırpıyordu. Kalabalık da giderek azalmaya başlamıştı. Gelip geçenler de artık tezgâhlara alıcı gözüyle bakmıyor, bir an önce evlerine ulaşabilmek için acele ediyorlardı.
Orhan’a:
—Ehh artık gitme zamanı geldi, dedim. Bana elini uzattı ve bir sonraki gün buluşmak üzere vedalaştık.

Bir sonraki gün gittiğimde, Orhan yoktu. Çok bekledim ama gelmedi. Bir ara bantlara oturup karanlığın iyice çöküşünü izledim. İşportacılar sessizce birşeyler satmaya çalışıyorlardı. Elindeki torbaya koyduğu termosla çay, kahve satan gezgin çaycıdan bir çay alıp içtim. Orhan’ın yeri öylece boş duruyordu. Ve ben Orhan’ın sesini duyar gibi oluyordum. Bir güvercin gelip  bu boş duran yere dökülmüş yiyecek kırıntılarını yemeye başladı. Sonra birken iki, üç, beş, altı oldular. Ben de yerimden kalkıp otobüs durağına doğru usulcacık yürümeye başladım.




YAVUZ AKÖZEL
24.09.2013/URLA
.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder