Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Aralık 2011 Cumartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 109. MERHABA



Merhaba,
Yeni bir yıla daha girdik ama gördüğümüz kadarıyla 2012, 2011’i de aratacak. 
Sayın Sibel Özbudun ve Temel Demirer’in dergimize gönderdikleri yeni yıl mesajını, yürekten katılarak, sizlerle paylaşıyoruz:

Değerli Dost(lar),
2012’de de Edip Cansever’in, “Kıskanıyorlar hepimizi kıskanacaklar / Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak / Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir…” dizeleri ile Robert Fisk’in, “Tarihi nasıl düzelteceğiz, mesele bu…” uyarısını asla unutmadan… Çocuksu bir içtenliğin inadıyla Attilâ İlhan’ın, “O sözler ki kalbimizin üstünde / dolu bir tabanca gibi / ölüp ölesiye taşırız / o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ uğrunda asılırız,” dizelerini terennüm edeceğiz yine, yeniden ve ısrarla… Böylesi bir inat, içtenlik, dostlukla kucaklıyoruz sizi…

Dergimizin yayına hazırlandığı süreçte, Uludere'den gelen katliam haberleri, yüreğinde insanlık damarı hâlâ atabilen herkesi derinden üzdü. Bu acı olay nedeniyle bu sayımızı, kapağımızı siyaha boyayarak yayınlıyoruz. 


2012'de daha da baskıcı bir faşizmin ilk ipuçlarını eski yılın son günlerinde içişleri bakanı verdi. Şiiri, resmi, edebiyatı bütün sanatı ve sanatçıları “terörün arka bahçesi” diyerek hedefe oturttu.  Bu konuda gereken yanıtı şair-yazar Adil Okay verdi. Dergimizin hazırlandığı süreçte gelen bu mektubu sunu bölümünde sizlerle paylaşıyoruz.

EMEĞİN SANATI

Bir Şairden İçişleri Bakanına Açık Mektup

İdris bey, ben, en son ucube açıklamanızda işaret ettiğiniz sakıncalı şairlerdenim. Her ne kadar dört şiir kitabıma ve Hasan Bayri şiir yarışmasında aldığım bir ödüle rağmen kendimi şair sayamasam, “şair olma serüveninde yol alan bir amatörüm” desem de, açıklamanız bana dokundu. Dokundu zira merhum babam Süleyman Okay, kelimenin tam anlamıyla bir şairdi. Üstelik “sakıncalı şair”. O, Sizin gibi düşünen darbeciler tarafından hapse atılan ama buna rağmen baş eğmeyen, 12 Eylül faşist darbesinden sonra, en zor yıllarda Antakya İHD yöneticiliği ve Halk Evleri başkanlığı yapan bir sosyalistti. Hani kısa bir süre önce düzmece suçlarla zindana attığınız Ragıp Zarakolu’nun ve ‘Boyundan utan darağacı/ Kırk canlı oğlan doğuruyor/ Kocasını astığın kadınlar’ diyen şair Ali Yüce’nin kadim dostuydu.
  
“Ranzamda / sabaha bir yıl var daha / şimdi köşe başlarında / eller yukarı / şimdi kan kokuyor bu duvarlar/ ölüm kokuyor / makaralara sığmıyor acılarım / sağılmakla bitmiyor (…) Hüznün kızgın ve kanlı memelerinde / Hızla büyüyor tomurcuk / Göçe hazırlanırken sayrı gece / Ateş imbiğinden süzülüyor /Şafağın gülleri / Çünkü birazdan gün doğacak / Kınında duramıyorsa da ölüm / Sıcak / Ve sarışın bir umuttur yaşamak / sevda tutuklanamaz çünkü…” Süleyman Okay

İdris bey, elbette babam şair olmasaydı da bu sözlerinizi protesto ederdim. Dünyada ve ülkemizde en has şairler hep zalime karşı mazlumun yanında olmuşlar, sizin gibi elindeki mührü kötülük için kullananlara baş kaldırmışlardır. Pir Sultanlar’dan Nazım Hikmet’lere, Missak Manouchian’dan Feqîyê Teyran’a,  Atilla Jozef’ten Bertolt Brecht’e, Heine’den Victor Hara’ya, Sivas’ta zebanilerin yakarak öldürdüğü Metin Altıok’a, şu anda zindanlarınızda tutsak olan, 20 kez kanser ameliyatı olduğu halde hâlâ serbest bırakmadığınız şair Erol Zavar’a kadar bu gelenek sürmektedir. Sizin zulüm geleneğiniz devam ettiği sürece, şairlerin isyan geleneği sürecektir. Elbette sizin postmodern faşist hükümetinize hiciv yerine methiye ‘şiirleri’ yazan, ruhunu şeytana satan bir grup ‘yazar’ vardır. Bu hep böyle olmuştur. Ancak tarih, sizi ve işbirlikçi ‘aydın-yazarlarınızı’ değil, isyan eden, ‘Başka bir dünya mümkün’ diyen şairleri bu güne taşımıştır. Yarına da taşıyacaktır.
  
“başka ozanlar / bana ne onlardan / batırsınlar burunlarını pisliğe / göstersinler esrik coşkularını / uyduruk imgelerle ve içkiyle / gittiğim yer meyhane değil benim / usa giderim hatta daha ileri / özgür bir usun sahibiyim / budala bir hizmete adamam kendimi/ bana göre değil sızlanıp hizmet etmek / elden ayaktan düşüren alçak güçlere…. / özgürlük ve sevmek / bu ikisi gerek bana / aşkım için yaşamım feda olsun / özgürlük uğruna aşkım…“ Atilla Jozef

İdris bey, ne mutlu bize ki yalnız değiliz. Sizi bu ucube açıklamanızdan dolayı kınayan-protesto edenlerin sayısı az değil. Hatta bir zamanlar hükümetinizi ‘demokrat’ sanan, hâlâ sizden umudu olan bazı yazarların dahi öfkesini çektiniz. Zira bu açıklamalarınız onları da utandırmaya başladı. Önce sosyalistleri, yurtseverleri, seçilmiş belediye başkanlarını hapse attınız, sonra gazetecileri, avukatları, yazar ve yayıncıları, derken sizin gibi düşünmeyen akademisyenleri düzmece suçlamalarla, komplolarla zindanlara tıktınız. Bu gün de bizi işaret ediyorsunuz. Biz bu filmi 12 Eylül’de de görmüştük İdris Bey. 12 Eylül’de de sizin zihniyetiniz beni ve yoldaşlarımı idamla yargılamıştı. O zaman da baş eğmemiştik, hiç kuşkunuz olmasın bu gün de baş eğmeyeceğiz.

“tak tak tak/ hadi kalk / kalk diyor bir ses / saat sabahın ikisi / kapı mı çalıyor ne / tok tok tok / yok yok kimsecikler yok / cinler dans ediyor evin içinde / rüzgar pencereyle sohbette / yağmur karla flört ediyor / korku zifiri mavi… / tık tık tık / saat sabahın dördü / hadi uyan uyan diyor bir fısıltı / kimsecikler yok / ya bu uğultu / cama vuran / taarruz trompeti / teslim ol borazanı / yalnızlığın azraille valsı / başlıyor/  sabah haberleri/ yeni bir emre kadar / bütün lambalar kırmızı/ çocuklar eyvah / çocuklar eyvah…” Adil Okay

Bir düşünün İdris Bey, hükümetiniz döneminde kaç ananın, babanın ‘Ah’ını aldınız. Güvenlik güçlerinin ‘terörist sanarak’ vurduğu çocukların sayısını biliyor musunuz? Peki ya seleflerinizin neden olduğu 17 bin fail-i meçhul hakkında ne yapıyorsunuz. Ya babasız ve annesiz büyümek zorunda kalan çocuklar. Ebeveynleri zindanda olan çocuklar. Ya zindanlardaki TMK mağduru çocuklar. Cumartesi annelerinin ‘Ah’ını duyuyor musunuz? Bizimle uğraşacağınıza, zindanlara suçsuz insanları dolduracağınıza katillerin peşine neden düşmüyorsunuz. Eski tetikçileriniz bile itirafa başladı daha ne bekliyorsunuz…

İdris bey, daha söyleyecek çok lafımız, yazacak mısralarımız, söyleyecek şarkılarımız, çizilecek resimlerimiz var.  Şunu unutmayın ne selefleriniz bize baş eğdirebildi, ne de siz eğdirebilirsiniz.

 İdris bey, Rock müziğinin önemli isimlerinden Aylin Aslım ve arkadaşlarının konu ile ilgili açıklamalarının bir bölümünü, belki okumamışsınızdır diye aktarıyorum:

"(…)Son olarak Sayın Şahin, terörün arka planına dair unutulmaz söylevinde, şarkı kisvesi altındaki terör ve şarkıcı kisvesi altındaki teröristten de dem vurarak, 'Yerine göre sadece şarkı söylüyor ama üç şarkının arasında bir tane de seyirciye bir şeyler söylerken arada bir güzel cümle sarf ediveriyor. Ne alırsan al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle ayırt etmek durumundayız' diyerek hainlere, düşmanlara ve kötülere büyük bir koz vermiştir. Sayın Bakan belli ki bir mahalle baskısı mağduru olarak sanata karşı olmadığını ifade etmek zorunda bırakılmıştır. Kendisinden sanatçılar olarak beklentimiz, bir ifade ve temsil biçimi olarak sanata karşı olduğunu açıklamasıdır. Çünkü büyük bir üzüntüyle ifade etmek isteriz ki şu anda bu ülkede yaşayan sanatçıların önemli bölümü Sayın Şahin’in değerini teslim etmek erdeminden yoksun kayıp ruhlardır ve bunlara karşı olmak gerekir, maazallah siyasi rakiplerin yapamadığını bunlar bir gün yapıverirler. İnsanı tefe koyup oynatır ve bunlar, şeytana pabucunu ters giydirirler.  Sayın Şahin, Sözlerinizin arkasında durun ve sanatı topyekûn terör kapsamına alarak yasaklayın, ya da şunu yapın: Bu cümle hariç bütün metni tersten okuyun ve derhal özür dileyerek o koltuğu bırakın, çünkü bu toplumun tüm iç güvenlik mekanizmasının tepesinde oturan şahsınızın ilgili beyanları; demokratik, laik, sosyal hukuk devleti tanımını dolayısıyla Anayasa'yı hiçe saymasının yanında, sizin aksinize dünyanın her yerinde geçerli işler üretme kapasitesine sahip sanatçılara, ülkede din özgürlüğü olduğunu düşünmeleri doğal olan Zerdüştlere ve zaten gündelik faşizm tarafından sürekli taciz edilen eşcinsellere hakaret niteliği taşımakta, sizden farklı düşünen herkese korku salmakta ve onları terörize etmektedir."

Bertolt Brecht’ten bir sözle sonluyorum yazımı:
"ve seyirci kalanlardan beklediğimiz
en azından utanmalarıdır… "

(NOT: Bu yazı Uludere katliamından bir gün önce yazılmış ve Emeğin Sanatı'na yollanmıştır.)

ADİL OKAY

BU SAYININ SAVSÖZÜ
  • Şiirin anahtarları vardır, ama maymuncuğu yoktur.
  • Şiirin maymuncuğu olsaydı, gelişmiş insan sezgisinden yapılırdı.
  • Şiirin tanımı olsa olsa başka bir şiirdir.
  • İki tür ozan vardır: biri yazan, biri de okuyan.
  • Çok kolay göründüğünden, herkes ozanlığa sıvanır. Ne var ki, çok güç olduğundan, çoğu şiir okuru bile olamaz.
  • Sözcükler, imgeler, takılarıdır şiirin. Bir şiire yakışan, öbürüne yakışmayabilir.
  • “Sanat için şiir”, “toplum için şiir”, “ilerici şiir”, “gerici şiir” tartışmaları yanlış geliyor bana. Toplumcu, ilerici olması gereken önce ozandır, onun yazdığı da toplumcu, ilerici şiirdir.
  • İnsanla hayvan arasındaki en önemli ayrımdır şiir.
ÖZCAN YALIM(“Aramıza Gül Girdi” kitabının önsözü…)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

PEN YAZARLAR BİRLİĞİ’NDEN
2012′YE GİRERKEN ANLAMLI BİR MESAJ!

Türkiye PEN’, yeni yılla ilgili gündemle ilgili anlamlı bir mesaj yayınladı:
"2012’yi hapiste karşılıyoruz. 2011 biterken, daha doğrusu cahilce, seviyesizce ve hoyratça harcanırken, Türkiye ifade özgürlüğü bakımından en kötü ülkeler arasında. Yüzden çok gazetecimiz, farklı görüşlerdeki aydınlar, siyasetçiler ve öğrenciler demir parmaklıklar arkasında. Kaygı ve otosansür yaygınlaşıyor. Eleştirel düşünenler telefonda genellikle otosansürlü konuşuyor.

Altı üyemiz farklı gerekçelerle tutuklu olarak hapiste: Mustafa Balbay (3 yıldır), Muharrem Erbey (2,5yıldır), Ahmet Şener, Nedim Şık, Halim Yazıcı, Ragıp Zarakolu. Şiddete daima karşı olan Onur Üyemiz Dr. İsmail Beşikçi Kürtlerin haklarıyla ilgili bir makalesinden ötürü 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Çevirmen Funda Uncu ile Ayrıntı Yayınevi Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” romanı bağlamında mahkemeye sevk edildi. (Eser “PEN-Mayıs Ayı Kitabı” seçildi.)

Metis Yayınevi, yıllık ajandasında “dinî değerlerin aşağılandığı” suçlamasıyla, mahkemede; yayıncı Semih Sökmen ile üyemiz Müge Gürsoy Sökmen ilk duruşmaya çıktı. “Maraş Kıyımı” adlı eseri “PEN-Temmuz Ayı Kitabı”seçilmiş olan Aziz Tunç tutuklandı. 2011 biterken, hapisteyiz. Türkiye ‘açık hapishane’ konumunda. Hal böyleyken, iktidarın başka ülkelerin yönetimlerini ‘ifade özgürlüğü’ bağlamında kınamaya hakkı var mı?

2011 Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı’nın ‘ucube’ denerek parçalanıp kaldırılmasına tanık oldu. Can Yücel’in mezarı tahrip edildi. Buna yol açan zihniyet besleniyor.

Sivas katliamı ‘zaman aşımı’ rezaletiyle daha da trajik bir noktaya vardı. Yurttaşımız Hrant Dink’in katledilmesinin ardındaki korkunç ve örgütlü ilkellik geçiştirilmeye çalışılıyor. Medya baskı altında. Buna karşılık TRT’nin başında hakareti “üslup” sayan bir zat oturuyor. Eleştirel kalemler dışlanıyor. Bilim özgürlüğüne ağır darbeler vuruldu. İnsan hakları ve bu bağlamda dil hakları, kadın hakları, emek hakları ve eşcinsel hakları görmezden geliniyor. Din ve dinin belirli bir yorumu dayatılıyor. Dine karşı eleştiri ‘aşağılama’ sayılıyor, ceza talep ediliyor. Bilimsel evrim teorisi engellenirken, çocuklara inanca bağlı bir efsane aşılanıyor.

2012’nin laik, demokratik ve şiddetten arınmış bir ülke doğrultusunda olumlu geçmesini dileriz. Bu dileği paylaşan herkesin katkısı hayatî önem taşıyacak. 90 yıldır gezegende edebiyatın bütün dillerde özgürce gelişmesini savunan PEN terörün her türlüsüne karşı olagelmiştir: Devlet terörüne, örgüt terörüne, birey terörüne. 2012’de PEN mücadelesini sürdürecek.
Türkiye’de, bütün dünyada. Özgürlük ve barış için." (www.pen.org.tr)

ŞAİR ÖZCAN YALIM’I SONSUZLUĞA UĞURLADIK…

2011’de şair ve yazarların yaprak dökümüne 2011’in son günlerinde şair Özcan Yalım da eklendi. Şairi 22 Aralık günü sonsuzluğa uğurladık

Özcan Yalım, 19 Eylül 1931’de Giresun’da doğmuştu. Tam adı Özcan Oğuz Yalım. Kastamonu Lisesini (1952) ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (1958) yılında bitirdi.Muğla maiyet memurluğuna (1960) atandı. Bir yıl sonra istifa etti. Elif Kitabevi’nde (Sahaflar Çarşısı), Ankara’da Bilgi Kitabevi’nde çalıştı. Yusufçuk (24 sayı, 1979-80) dergisinde sorumlu yönetmenlik ve yabancılara özel Türkçe öğretmenliği yaptı. 1993 de emekli oldu. İzmir Foça’da yaşıyordu.

İlk şiiri (Baş Dönmesi) 1953’te Kaynak’ta çıktı. Şiirlerini Varlık, Arayış, Yeni Ufuklar, Yelken, Türk Dili, Oluşum, Yusufçuk, Dize, Edebiyat ve Eleştiri dergilerinde, mizah öykülerini Zübük’te yayımladı. Bazı şiirleri İngilizceye çevrildi. Özcan Yalım’ın kısa ve yalın şiirlerinde, özümsenmiş bir dil ve şaşırtıcı bir ustalık öne çıkar. İnsan sevgisi ve mutlu bir yarına özlemin izi yansır Özcan Yalım’ın dizelerine. Şiire bakışını “Aramıza Gül Girdi” şiir kitabının ön sözünde vurgulamaktadır.

Eserleri: Şiir: Aramıza Gül Girdi, (Ank, Tan, 1982), Yaşadık mı?, (Ankara, Doruk 1992), Sonra Tufan, (Ank, Haziran 2003), Issızlıkta, (Mülkiyeliler Birliği VakfıYayınları, Ank, Ağustos 2008); Mizah; Brezinta Öyküleri, (Ank, Hacan 1988); Derleme; Türkçe’de Eş ve Karşıt Anlamlılar Sözlüğü,(Ank, Bilgi, 1983), Türkçe’de Yakın ve Karşıt Anlamlılar Sözlüğü, (Ank, İmge 1998), Konularına Göre Dünyanın En İyi Fıkralar ve Nükteler Antolojisi, (İst, Papirüs 1999). Şairin bir çok çeviri kitabı da vardı.

Şairin şiire ve hayata bakışını, şu dizelerinde görmek olasıdır:
“Ozan susarsa
Bozulan bir şey vardır
Ya toplumda
Ya ozanda
Ya da
Hem onda
Hem onda”

MAHSUS MAHAL DOSTLUK ÖDÜLÜ ZARAKOLU'NUN...

Mahsus Mahal Derneği'nin her yıl, tutuklu ve hükümlü yazarlarla dayanışma içindeki yazar, sanatçı ve aydınlara verdiği Mahsus Mahal Dostluk Ödülü'nün bu yılki sahibi,  Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı ve Evrensel gazetesi yazarı Ragıp Zarakolu oldu.

Mahsus Mahal Derneğinden yapılan açıklamada “Ragıp Zarakolu yaklaşık 30 yıldır sahibi olduğu Belge Yayınları'nda Onlarca mahpus yazarın dosyasını yayımlayarak yazın dünyasına yeni yazarlar kazandırmıştır. Bugün düşüncelerinden dolayı hapishanede tutuklu olması, düşünce özgürlüğü alanında verdiği mücadelenin zorluklarının bir belgesidir” denildi.

28 Ekimde KCK adı altında sürdürülen operasyonda gözaltına alındıktan sonra tutuklanan Zarakolu halen Kocaeli Kandıra 2 No’lu F Tipi Cezaevinde. (EDEBİYATHABER.NET)

TERSAKAN TOROS EDEBİYAT DERGİSİ
TÜYAP ADANA 5. KİTAP FUARINDA...

Adana’da yayınlanan Tersakan Toros Edebiyat dergisi TÜYAP ADANA 5. Kitap Fuarında bir dizi etkinlik düzenledi.
11 Ocak 2012 Çarşamba günü Konferans Salonu III’te,  Saat:15.00– 16.00 arasında “Tersakan’da Şiir” konulu söyleşi düzenlenecek. Hasan Hüseyin gündüzalp’in sunacağı etkinliğe Adnan Gül, Ali Ozanemre, Bekir Dağsever, Bülent Gökgöl, Demet Duyuler Doğan, Mustafa Akyürek katılacak.

13 Ocak 2012 Cuma günü, Konferans Salonu III’te,  Saat:15.00– 16.00 arasında : “Kültür Komşumuz Suriye” konulu bir söyleşi düzenlenecek, söyleşiye konuşmacı olarak Müslüm KABADAYI katılacak.

14 Ocak 2011 Cumartesi günü, Konferans Salonu III’te, Saat:16.30 – 17.30 arasında “Edebiyatımızda Göç ve İskan” konulu bir söyleşi düzenlenecek. Ali Ozanemre’nin sunacağı söyleşiye Mehmet Güler (Öykü / Roman bağlamında), Adana Gül (Şiir bağlamında) katılacak.

15 Ocak 2012 Pazar günü, Konferans Salonu III’te, Saat:15.00– 16.00 arasında sunumunu Hasan Hüseyin Gündüzalp’in yapacağı  “Çiçek Gazelleri Şiir Dinletisi” düzenlenecek.(E.S.)

BEHÇET AYSAN ŞİİR ÖDÜLÜ TOZAN ALKAN’A...

 Türk Tabipleri Birliği tarafından Sivas’ta yakılarak öldürülen şair Dr. Behçet Aysan anısına verilen ‘Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü bu yıl, Tozan Alkan’ın “Sana Şehir Gelecek” isimli yapıtı kazandı.

Şiirlerini yoğun ve dingin söyleyiş ile insancıl bir öz üzerinde temellendirmesi nedeniyle oy birliği ile Alkan’a verilen ödülün seçici kurulu, Doğan Hızlan, Cevat Çapan, Zeynep Oral, Turgay Fişekçi, Ali Cengizkan, Emin Özdemir ve Ahmet Telli’den oluşuyor.  (T24)

SEDAT SİMAVİ ÖDÜLÜNÜ KAZANAN
BURHAN SÖNMEZ ÖDÜLÜNÜ  VAN'A GÖNDERDİ...

“Masumlar” kitabı ile TGC Sedat Simavi Ödülleri ödülünü kazanan Burhan Sönmez, Ödül töreninde yaptığı konuşmada, ödülün maddi kısmını Van depremzedelerine bağışladığını söyledi. Sönmez’in konuşmasının tam metni:

"Önce söz vardı. O söz şimdi bizim katımızda ve elimizde.
Bu ödülün ağırlığı benim açımdan, daha önce bu ödülü almış olan büyük ustaların gölgesinden gelir. Yaşar Kemal, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi büyük insanların aldığı bir ödülü taşımak benim için çok ağır bir yüktür. Onların gölgesi ki bir kayadan daha ağırdır.
Ödülün maddi kısmını, bu geceyi soğukta geçiren Van'daki deprem mağduru kardeşlerimize iletmek istiyorum. Benim için onur ve gururdur.

'İnsan neden yaşar?' sorusu bir yazar açısından 'insan neden yazar?'a dönüşür.
Herhalde iki derdi vardır yazının.
Birleşmiş Milletler (BM) rakamlarına göre dünyada her gece 1 milyar insan yatağa aç ve üşüyerek giriyor. Masumlar öncelikle onlardır.
İkinci kısımdakiler ise, her gece yatağa giden kaç milyar insan bilmiyoruz, ama aç veya tok, zengin ya da fakir, kadın veya erkek: kalbi kırık insanlar, garipler, yetimler, mutsuzlar, terk edilmişler, umutsuzlar... Onlar bizim masumlarımızdır. Onlara söyleyecek tek şeyimiz olabilir.

Umut ki bizim en yüce bayrağımızdır, onu asla yere düşürmememiz lazım.
Büyük Fransız filozofu Jean Paul Sartre'ın söylediği söz: 'İnsanların çıplak ayakla dolaştığı bir dünyada yazarın görevi ayakkabı yapmaktır.' Bugün biz masumlar için ayakkabı yapmaya çalışıyoruz, yazarak.

Sondan bir önceki söz: Bu ödül aynı zamanda kitabı yazarken yanımda hissettiğim, artık hayatta olmayan, bu güzel ülkenin güzel insanları için hayatlarını veren devrimci arkadaşlarım, devrimci ağbilerim ve ablalarım içindir.

Son söz aslında her zaman ilk olması gereken sözdür: Anneme ve babama bir selam… Beni doğurdukları, beni büyüttükleri için değil; beni var ettikleri, beni ben yaptıkları için. Anadolu'nun ücra bir köşesindeki köyümüzde kulağıma fısıldadıkları, ama durmadan durmadan fısıldadıkları o masalları, destanları, efsaneleri ve hikâyeleri sayesinde ben bugün yazabiliyorsam, onlara onların sevdiği bir destanın dizeleriyle selam etmek istiyorum: 'Kejê Mirzobege, gul sore, por drêje…' " (BİRGÜN)

17. ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİR ÖDÜLÜ DÜZENLENDİ...

Mayıs Yayınları'nın, 5 Mayıs 1973'te henüz 25 yaşındayken yaşamını yitiren şair Arkadaş Z. Özger adına verdiği şiir ödüllerinin onyedincisi için başvurular başladı. Bugüne kadar şiir kitabı yayımlanmamış şairlerin aday olabilecekleri Ödül için son başvuru tarihi 15 Mart 2012.

Adayların; kitap bütünlüğü taşıyan, basıma hazır şiirlerinden oluşturacakları, adres, telefon,  ve özgeçmişlerini de içeren 6 adet dosyayı; Mayıs Yayınları’nın Sakarya Cad. Özkanlar 35 Apt. A Blok, No: 36 / 20, Manavkuyu, Bayraklı – İzmir adresindeki Ödül sekreterliğine, APS, kargo ya da taahhütlü posta ile göndermeleri veya elden teslim etmeleri gerekiyor.

Mayıs Yayınları yetkilileri, Ödül alacak dosyayı 2012 yılı içinde, telif karşılığını ödeyerek kitap halinde yayımlayacaklarını açıkladılar. Özger’in ölümünün 39. yıldönümünde, 5 Mayıs 2012'de verilecek Ödülün seçici kurulu Sina Akyol, Orhan Alkaya, Murat Çakır, Suat Çelebi ve Gökben Derviş’ten oluşuyor.

Şiir ödülü kapsamında bir de “İlk Kitap Özel Ödülü „ konuldu. Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü bünyesinde, 2007'de verilmeye başlanan “İlk Kitap Özel Ödülü“ devam edecek. 2011 yılı içinde yayımlanmış ilk şiir kitapları arasından, katılım koşulu aranmaksızın verilecek ödülün amacı; diğer yayınevlerini de ilk şiir kitabı yayımlama konusunda cesaretlendirmek. Özel Ödül, Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü seçici kurulunun sürekli üyeleri ile dönüşümlü olarak görev yapmış tüm üyeleri tarafından sorgu yöntemiyle belirlenecek.  Ayrıntılı bilgi: 0.232.348 71 91 – 92  

2. YILMAZ GÜNEY KÜLTÜR VE SANAT FESTİVALİ-
ŞİİR VE ÖYKÜ ÖDÜLLERİ DÜZENLENİYOR…

Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali ve ona bağlı olarak şiir VE ÖYKÜ yarışmasının ikincisi düzenleniyor.  Şiir ve öykü yarışmasının amacı, “Festivalin genel yöneliminde olduğu gibi şiir dalında da amacımız, katılımcıları birbiriyle “yarıştırmak” değil; edebiyatla ilgili olan kesimleri bir araya getirmek, deneyim ve tecrübe paylaşımı sağlamak, iyiye ve güzele dair düşleri birleştirmek, üretimi ve emeği özendirmektir. “ olarak belirtiliyor.

Yapılacak değerlendirmelerde Yılmaz Güney'in sanat anlayışı bir etken olarak göz önünde bulundurulacaktır.     Ödüller, Türkçe ve Kürtçe (Kurmanci ve Kırmancki-Zazaki) dillerinde verilecektir. Her katılımcı, daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış en az üç, en fazla beş şiir ile başvurmalıdır.  Katılım sonrasında, festival organizasyon kolektifi, özgün eserleri -bir kereye mahsus olmak üzere - herhangi bir yerde yayınlama ya da yayınlamama hakkına sahiptir. Eserler iade edilmez.

Yarışmanın sonuçları 31 Mart 2012 tarihinde İstanbul’da yapılacak olan ödül töreninde açıklanacaktır. Şiir Değerlendirme Kurulu; Adil Okay, Hicri İzgören, Lal Laleş, Mehmet Çetin, Sezai Sarıoğlu ve Şükrü Erbaş’dan oluşmaktadır. Dereceye giren ve beğeni toplayan şiirlerden oluşan bir seçki yayınlanacak ve eser sahiplerine gönderilecektir.

Eserler elden ya da posta ile aşağıda iletişim bilgileri verilen Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’ne iletilmelidir. Eserler word belgesi formatında Times New Roman karakteri ile 12 punto büyüklükte hazırlanmalıdır. Son katılım tarihi 15 Ocak 2012 olup eserler bu tarihe kadar "Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi, Mahmut Şevket Paşa Mah, Mithatpaşa cad. No: 3/3, Okmeydanı, Şişli/İST." adresine elden ya da posta/kargo yoluyla aşağıda sıralananlar eksiksiz olarak gönderilmelidir.  a)Şiirlerin A4 ebadında alınmış çıktısı (altı nüsha) b) Şiirlerin Word formatında CD’ye kaydedilmiş hali (Word belgesi “eser sahibinin adı-eser adı” şeklinde isimlendirilmelidir, aynı bilgiler CD üzerine de yazılmalıdır.) c) Eksiksiz doldurulmuş başvuru formu. d) Eser sahibine ait bir adet vesikalık fotoğraf (fotoğrafın arkasına eser sahibinin adı-soyadı yazılmış olmalıdır).

Daha önce basılı veya dijital ortamda yayınlanmış eserler, yazar olarak altında imzası bulunan kişiye ait olmayan, bir yerden tamamen ya da kısmen kopyalanıp yarışmaya gönderilen şiirler, çok sayıda imla hatası ve sözcüklerde yazım hatası içeren şiirler, son başvuru tarihinden sonra teslim edilen şiirler değerlendirme dışı bırakılacaktır.

Değerlendirme Kurulu, her dilde en fazla üç eseri “Yılmaz Güney Festivali Şiir Ödülü”,
ayrıca her dilde en fazla üç şiire de “Özendirme Ödülü” verecektir. Ödül alan eser sahiplerine, 31 Mart 2012 tarihinde İstanbul’da düzenlenecek ödül töreninde özel tasarlanmış festival heykelcikleri verilecektir. Ek olarak, “Yılmaz Güney Ödülü” alan eser sahiplerine, Yılmaz Güney Vakfı tarafından restore edilmiş Yılmaz Güney filmlerinden oluşan birer DVD seti armağan edilecektir.  “Özendirme Ödülü” alan eser sahiplerine, Yılmaz Güney Vakfı tarafından yayınlanmış olan Yılmaz Güney kitaplarından oluşan birer kitap seti armağan edilecektir. Ayrıntılı bilgi için:http://www.yilmazguneyksf.org/

Öykü yarışmasında katılım, amatör ya da profesyonel; yaş, cinsiyet, etnik aidiyet ve objektif sınıf aidiyeti gibi koşullar aranmaksızın herkese açıktır. Öykü konusu serbesttir. Her katılımcı en fazla iki öyküyle katılabilir. 

Öykü Değerlendirme Kurulu; Cemil Kavukçu, Nursel Duruel, Özcan Karabulut, Semih Gümüş ve Vecdi Erbay’dan oluşmaktadır. Dereceye giren ve beğeni toplayan öykülerden oluşan bir seçki yayınlanacak ve eser sahiplerine gönderilecektir. Festivale öyküleriyle katılan katılımcılar, yönetmelik ilkelerini kabul etmiş sayılırlar.

Eserler elden ya da posta/kargo yoluyla aşağıda iletişim bilgileri verilen Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’ne iletilmelidir. Eserler word belgesi formatında Times New Roman karakteri ile 12 punto büyüklükte hazırlanmalıdır. Eserler en fazla 15 sayfa olmalıdır. Son katılım tarihi 15 Ocak 2012 olup eserler bu tarihe kadar "Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi, Mahmut Şevket Paşa Mah, Mithatpaşa cad. No: 3/3, Okmeydanı, Şişli/İST." adresine elden ya da posta/kargo yoluyla aşağıda sıralananlar eksiksiz olarak gönderilmelidir.  a)Öykülerin A4 ebadında alınmış çıktısı (altı nüsha), b)Öykülerin Word formatında CD’ye kaydedilmiş hali (Word belgesi “eser sahibinin adı-eser adı” şeklinde isimlendirilmelidir, aynı bilgiler CD üzerine de yazılmalıdır.), b)Eksiksiz doldurulmuş başvuru formu(http://www.yilmazguneyksf.org/ sitesinden indirilecek), c)Eser sahibine ait bir adet vesikalık fotoğraf (fotoğrafın arkasına eser sahibinin adı-soyadı yazılmış olmalıdır)

Daha önce basılı veya dijital ortamda yayınlanmış eserler, Yazar olarak altında imzası bulunan kişiye ait olmayan, bir yerden tamamen ya da kısmen kopyalanıp yarışmaya gönderilen öyküler, Çok sayıda imla hatası ve sözcüklerde yazım hatası içeren öyküler, Son başvuru tarihinden sonra teslim edilen öyküler yarışma dışı bırakılacaktır. Ödüller şiir ödülleriyle aynıdır. (E.S.)

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E  BİR
EDEBİYAT EMEKÇİSİ:OSMAN CEMAL KAYGILI

Osman Cemal Kaygılı, Türk Edebiyatının ismi, ancak yapıtlarından uyarlanan film ve dizilerle anımsanan gerçek bir edebiyat emekçisidir.  Hikaye ve romanlarında İstanbul’un kenar mahallelerinde, sur dışında yaşıyan halkın günlük hayâtına yer verdi. O, yaşadığı dönemde de belirli bir çevrede ilgi görmüştü. Sait Faik, bir sohbet esnasında, onun için “En beğendiğim yazar” demişti. Sait Faik, kısa zamanda bu romanın yüzüncü baskısını yapacağını ummuştu.

10 Ocak 1945’te yitirdiğimiz Osman Cemal'in ve yapıtlarının layık olduğu yere ulaşamaması ya da yıllar sonra ulaşacak olmasının bir nedeni de, Sait Faik'in tanımıyla “yarı meçhul”lüğünden gelmekte. Dönemin çeşitli dergi ve gazetelerinde yazmış olmasına karşın Osman Cemal, “matbuat alemi” için yarı meçhul birisidir. Matbuat ve edebiyat âleminin dışında bir hayat sürmek zorunda kalmıştır. Döneminin ünlü yazarları, gündüzleri Cağaloğlu'nda, akşamları Beyoğlu'nda bir araya gelirken, o gündüzleri bambaşka işler yapmıştır: İnekçilik, sütçülük, tuluatçılık, öğretmenlik gibi her biri ayrı bir yaşam biçimi gerektiren mesleklerle uğraşmış, hatta bir dönem bu işlerin hepsini birlikte yürütmüştür. Geceleri de kafayı Fener'deki Rum meyhanelerinde, Vidos köyündeki çingene çadırlarında çekmiştir. Matbuat ve edebiyat âleminin gözü önünde yaşamayan yazarın bu “dışarıda” duruşu, bu âlemi daha farklı görmesini sağlamıştır. Gazete ve dergilerinde kalmış yazılarında bu entelektüel ve siyasi âlemle uğraşmış, ama roman ve hikayelerinde başka bir âlemi anlatmıştır. Osman Cemal, bambaşka bir âlemin insanıdır ve o âlemi yazmıştır. Çingeneler, Surdışı'ndaki hayat gibi o yıllarda edebiyata konu olmayan yaşam biçimlerini kaleme almış, döneminin giderek yok olmakta olan sözlü kültürünün öğelerini, semai kahvelerini, tuluatçıları, meddahları, İstanbul argosunu tanımış ve yazılı kültüre geçirmiştir. Bu yanıyla, tam bir “dışarıdan” bakış kazanmıştır. Eserlerindeki  sivri cümleleri yazarkenki cesaretini de bu dışarlıklığından almıştır.

Onun dışarlıklığı, bir anlamdaki “lanetliliği” gençliğinde başlamış bir şeydir. 1912'de, 22 yaşındayken Ittihad ve Terakki aleyhine Tepebaşı Tiyatrosunda yapılan bir gösteriye katıldığı için 1913'te, Sinop'a sürgüne gönderilir. Osman Cemal, bir arkadaşına gönderdiği fotoğrafın arkasına, “siyaset mezarlığına destursuz abdest bozduğu” için sürgüne gönderildiği yazmıştır. Bu alaylı ve alaycı yazar, yalnız siyaset mezarlığına değil, matbuat ve edebiyat âlemine de destursuz abdest bozmuştur. Cumhuriyet'in İttihad ve Terakki ideolojisinden pek de uzak olmadığını o zaman vurgulama cesaretini göstermiştir.  Cumhuriyet aydınının resmi ideolojiden kopamadığı dikkate alındığında hem İttihad ve Terakki'ye karşı çıkmış, hem Cumhuriyet'in gösterdiği “muasır medeni” yaşam biçimi yerine, eski İstanbul'un kenar mahallelerini, alt tabakalarını, çingeneler gibi modernizmin görüldüğü yerde yok etmekten çekinmediği bir kesimi anlatmış yazarın “lanetliliği” daha iyi anlaşılabilir. 

Eserleri:  Roman:  Çingeneler (1939), Aygır Fatma (1944), Bekri Mustafa (1944); Öykü:  Eşkıya Güzeli (1925), Sandalım Geliyor Varda (1938), Altın Babası (1923), Bir Kış Gecesi (1923), Çingene Kavgası (1925), Goncanın İntiharı (1925), Oyun: Mezarlık Kızı (1927), Üfürükçü (1925), İstanbul Revüsü (1925),  ARAŞTIRMA-FOLKLOR:  İstanbul’un Semai Kahveleri Meydan Şairleri (1937), Argo Lügati...

“Osman Cemal’in Çingâneler’i muhakkak bir şaheserdir. Osman Cemal şimdiden sonra bir tek yazı yazmasa, Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu, hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserinin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir. Okudukça şaşırıyorum. Sayfaları çevirdikçe içim hüzün, sevinç ile dolu karmakarışık bir âleme giriyor.
Gâvur Etem kitaptan fırlıyor, karşımda Apokor Çorbacı’nın kim olduğunu izah ediyor. Akman Baba’yı arabasını sürerken, yaz yağmurlarını, çadırı, böğürtlen dolu sepeti, ayaklarını köpekler dalamış tirşe gözlü Gülüzar’ı, Büyükdere köylerine giden musiki ve avantür delisi delikanlıyı, yılanları, Nazlı’yı görüyorum, duyuyorum. Bir reel âlemini bu kadar masala ve destana yakın şekilde bir de Alain Fournier’de okudum.
Osman Cemil’in bu kitabı için biraz röportaj kokuyor demişlerdi. Kokladım. Mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman davantaj avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de hakiki bir örf ve âdet romanı. Bu iki janrı birleştirerek bize Türk edebiyatının en güzel eserini veren Osman Cemal’e, beni okuyanlar birer tane o kitaptan edinerek hayran olsunlar.
Bazen bizi inandırmak, bizi sürüklemek için o kadar ustalık ve tabiilikle bulduğu entrikler bize Osman Cemal’in hakikaten harikulade ve anadan doğma olan artist kıymetine bir de ustalık, olmuşluk ifadesi veriyor. Osman Cemal’i bu kitabıyla ben daha yeni tanıyorum. Fakat başkaları hiç tanımıyorlar. Bu kitap hakkında bir iki yazı okudum. Bir tanesi hiç okumadığını ayan beyan gösteriyor. Bir diğeri de ancak şöyle böyle hakiki kıymetine temas ediyordu. Ben o kadar yakın bir istikbalde Osman Cemal’in bu kitabının yüzüncü tab’ı yapılacağına ve Türk edebiyatının ilk avantür roman tarzının bir şaheser numunesi olduğu anlaşılacağına yüzde yüz eminim. (Vakit gazetesi, 23 Haziran 1939) Sait Faik Abasıyanık

EDEBİYATIMIZIN ÜRETKEN EMEKÇİSİ NECATİ CUMALI

10 Ocak 2001’de  yitirdiğimiz Necati Cumalı, edebiyatın birçok dalında ustalıkla önemli yapıtlar vermiş üretken bir yazardı.  Onun en belirleyici özellikleri, dili çok sade ama çok etkileyici kullanabilmesi, hayatı ve gerçek insanları eserlerinin içine oldukları gibi yansıtabilmesiydi. 

Necati Cumalı, Garip şairleriyle aynı yıllarda şiire başlamasına ve Garipçilerle yakın dost olmasına karşın, şiirde onlardan farklı  bir yönde ilerledi. Şiirlerinde duruluk ve hayata içten ve sıcak bakış öne çıktı. Sürekli umudu besleyen insanlık çizgisi ekseninde, Garip ve 1940 kuşağı etkilerini yalın ve aydınlık bir duyarlık potasında eriterek kendine özgü lirik şiirler yazdı. Şiirlerindeki konular bireyin güncel kaygıları, sevileri, sevinç ve özlemleri, ayrılık ve acıları, barış, doğa sevgisi ile birlikte çağın sorunları oldu.  Necati Cumalı, gerek tek insanın(yalnızlık) gerek ikili ilişkilerin (aşk, dostluk), gerek toplum içindeki insanın çeşitli durum ve konumunu şiirde başarıyla işlemiş, konularında renkli, dilini canlı, işlek tutabilmiştir.

Üretken bir yazar olan Cumalı’nın öykü ve romanlarında Roman ve öykülerinde çoğunlukla Ege Bölgesi'ndeki kasaba ve kırsal kesim insanlarının sorunlarını, çıplak gerçekliği öne çıkarmadan işledi. Yoksul, köylü insanları idealize ederek öne çıkardı. Sonraları kadın-erkek ilişkilerini işlediği öyküleri yazmaya başladı. Bunların dışında çocukluk yıllarında Rumeli göçmeni büyüklerinden duyduklarına ve araştırmalarına dayanarak Makedonya kökenlerine dönüp  “Makedonya 1900” ve “Viran Dağlar”  romanlarını yazdı.

Necati Cumalı’nın bir edebiyat adamı olarak belki de en ilginç yönü tiyatro yazarlığıdır. “Bir yazar halkının sosyal, ekonomik sorunlarına, mutluluk arayışına yaklaştığı, kendini aralarından biri olarak gördüğü oranda ulusallaşır” diyen Necati Cumalı, diğer eserlerinde olduğu gibi oyunlarını yazarken de bu anlayışa bağlı kaldı. Konularını yerli kaynaklardan alarak tamamen yerli unsurları kullandı.. Tiyatromuzda yabancı oyunların egemenliği karşısında durarak tiyatromuzun gelişimine emek verdi.

HER DİLDE TÜRKÜLERİN MERAMI BİR/ NECATİ CUMALI

 Her dilde türkülerin meramı bir
Sıla, iki gözlü bir ev, bir gelin
Kovboyun dilinde yavuz bir at, bir kement
Doğuda, bizim çobanların dilinde
Taze ekmek, taze peynir

Mutlu olmak her vakit elimizdedir
Bütün istediğimiz bundan ibaret
Köylüye toprak, kovboya kement
Her şeyin başında, her şeyden önce
Hürriyet


ONAT KUTLAR’IN KÜLTÜRÜMÜZE VE SANATIMIZA
KATKILARI UNUTULMAYACAK!...

11 Ocak 1995’te yitirdiğimiz Onat Kutlar'ı;  kendi kültürüne,dünya uygarlığına katkı yapmış, çok satmak ve izlenmek üzerinden oluşturulmaya çalışılan yeni değerler sistemini temelden eleştiren bu sanat ve düşün adamını ölümünün 16. yılında bir kez daha saygı ve sevgiyle selamlıyoruz.

Bir yaşam boyu, yılmadan, yabancılaşmadan edebiyatın hemen her alanında birbirinden nitelikli ürünler verdi Onat Kutlar. Şiir, öykü, sinema, deneme alanlarında günümüzde önemi giderek artan yapıtlar üretti. Her yapıtında, savunduğu insanlığın yok edilemeyen kültür birikimine dayandı. Kendi kültürüne, dünya uygarlığına katkı yapmış aydın, sanatçı, bilim adamlarına sırtını dönüp yaygınlık, çok satmak ve izlenmek üzerinden oluşturulmaya çalışılan yeni değerler sistemini temelden eleştirdi. Anadolu insanına bakışı o imbikten süzülen ince duyarlılıklarının ve algılarının ürünüdür. Popüler ve yaygın olana itirazı, tekelleşmeyi reddetme, emperyalizmin kültürsüzleştirme ve tek tipleştirme operasyonuna bir karşı çıkış niteliğindedir.

Bu değerli kültür adamı, bütün ömrünü sahteliklere, ikiyüzlülüklere, halkı kültürsüzleştirici, ortalama beğeniye hapseden tekelli medyaya karşı çıkmaya adamıştı. Ne yazık tekelli düzenin ve yarattığı insanın en tiksindirici ürünlerinden terör bu yetişmesi güç aydını çok zamansız şekilde bizden alır. Son yazılarından birinde "Herkesin kaybettiği tek oyundur terör, korkunç bir oyundur. Evet her öldürülenle bir evren yok edilir." derken ne yazık ki kendi ölümünü de yazar sanki.

Onat Kutlar, tam bir kültür adamıydı. Sinemanın edebiyatla, şiirin güzel sanatlarla kesiştiği yerde durdu, öykülerini böyle bir imbikten geçirerek kağıda düştü. Duyarlı, ayrıntılara inen, açık bir söylemle yazdığı şiirlerinde toplumsal durumlar ve konumlar öne çıkmaktaydı.

ORAMAR / ONAT KUTLAR

Telefon direğinde bir yeni yaprak
Yaralı, gergin bir dişi tayın yelesi
Kiraz çalgısının dalıydı sesin
Bir bahar vuruşuyla titreyen

Unutma bana ve tüm yeryüzüne
Yepyeni sevinçler vereceksin
Bir tek kiraz yesen çekirdeğini
Karnının tarlasına eken sen

Kale yollarından geçtik yıllardır
Bir düş ülkesine ulaşmak için
Bırak bütün düşlerini ırmağa
Adı senin olan yere gel hemen

ÇAĞDAŞ ŞİİRİMİZİN YAPI USTASI CEMAL SÜREYA,
ŞİİRLERİYLE HEP YANIBAŞIMIZDA...

İkinci yeni şiirinin en önemli adlarından olan Cemal Süreya’yı 9 Ocak 1990’da yitirmiştik. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle şiirimize yeni soluk aldıran bir şairdi Cemal Süreya. Geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel kullandı. Şiiri bütün fazlalıklardan kurtararak, aklın özgürlüğünden ne güzellikler doğabileceğini göstermeyi amaçladı.

Bu özellikleriyle bireysel bir “kaçış” şairi olarak görülse de, şiir duyarlığımıza kattığı tatlarla ve şiir dışındaki toplumsal duruşuyla bizim için önem taşımaktadır. Cemal Süreya’yı iyi tanınmak için yaşamına göz atmak gerekir.

Cemal Süreya,  sürgünün acı tadını çocukluğunda tatmıştır. Bir gece yarısı ailesiyle birlikte Bilecik tren istasyonuna indirilmişti. Nereye gideceklerini bilmeden vagonlara yüklenmişlerdi. Çaresizdiler. Bilecikliler onlara sahip çıktılar. Yemekler getirdiler. 20 yıl Bilecik dışına çıkmaları yasaktı. Annesini bu ilk sürgün günlerinde yitirdi. Okumak istiyordu. Babası da kız kardeşlerini alarak İstanbul’a çalışmaya geldi. “Sürgün” kararı peşlerindeydi. Evleri polis tarafından basıldı. Dönemin işkenceleriyle ünlü İstanbul’un Sansaryan Hanı’nda gözaltına alınıp ailecek yeniden “paket halinde” Bilecik’e geri gönderildiler. Cemal Süreya, henüz 11 yaşındaydı.

Kendi anadili serüvenine iki defa soyunur Süreya. İlkinde 12 Eylül gelir, ikincisinde ölüm. İnsanın anadilini bilememesine acı sayıklamalarıyla anadili acısını içinde taşıyarak ölür. Gerçek yaşamında Kürtlüğünü ön plana alacaktır. Bazil Nikitin'in “Kürtler” adlı kitabını Türkçe’ye çevirir. Her yerde Kürt ve sürgün olduğunu anımsatacak, oğlunun nüfus kaydında adı  ''Memo'' olarak yazılan tek Kürt olmasıyla övünecektir.

Şöyle anlatır sürgün olmanın acısını, şiirindeki yerini: “Gülümsemeyle hüzün yan yana gider benim şiirimde. Özgürlük ve kendine güven durumu beni hep lirizme, sıkıntı ve bunalım ise hep humor’a atmış.”  Ölümü de humour’la tiye almıştı şair: “Ölüyorum tanrım/Bu da oldu işte/Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum tanrım/Ama, ayrıca, aldığın şu hayat/Fena değildir./Üstü kalsın...”

HAMZA / CEMAL SÜREYA

Büyük bir ihtimalle ölmüştük
Şehir kan kıyametti ayaklarımızda
Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk
Yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü bütün
Hamza bütün parmaklarını ortaya dökmüştü
Yirmi yıldır cebinde biriktirdiği parmaklarını
Hamza son şarkıyı kırka bölmüştü
Doğrusu iyi idare etmiştik
Doğrusu iyi haltetmiştik
Yaşayanlar unutmuştu bizi
Biz öldüğümüzle kalmıştık.



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Anka Kuşu



 ANKA KUŞU

Hava yine puslu. Gri bir sis tabakası, uzaklarda görüleşen kentin birbiri üstüne abanmış evlerini gizemli bir tabloya dönüştürüyor. Kahırlı, acı veren bir tablo! "Kahırlı ve acı veren" diyorum, çünkü bu koca kentte yaşayan insanların ezici çoğunlu kıt-kanaat geçinen insanlar.

Şu, yüksek yüksek binaların dıştan yansıyan görkemli görünümleri de sizleri aldatmasın. Küçücük küçücük odacıklara sıkıştırılmış milyonlarca insan açlığın sınırında korkunç bir boğuşmanın içerisinde insanlıktan çıkıyorlar.

Yine de bu milyonlarca insanın yaşam standartları bizim için kıskanılacak bir durum! Biz, geriye kalan milyonlar, daha da altı, en alttakileri oluşturuyoruz. Şöyle başınızı kaldırıp, kentin dağını taşını dolduran bizim yıkıntılarımıza bakınız! Kentin en dışına dek, uzaklarda görüleşen yüksek dağların yamaçlarına dek, sel yataklarına, korkunç yarların en uç noktalarına dek ulaşmışız.

Bunları neden yazıyorum ki? Bu bir öykü girişi değil gibi! Ama artık gizli-kapaklı bir şey kalmadı! Her şey ortada ve şimdilik herkes kendi hesabına düşene gönlü yatmış gibi görünüyor. Bu olanaksızlıklar içerisinde çırpınan, çaresiz kalan ve acı çeken milyonlarca yüksek binaların ve gecekonduların insanlarının karşılarında en donanımlı lüks içerisinde yaşamlarını sürdüren insanlara, ufacık da olsa bir tepkileri olmuyor! Anlayacağınız, zengin ve fakir, kurt ve kuzu gibi değil, kardeş kardeş bir arada yaşıyorlar! Biri yiyor, diğeri de melül melül bakıyor!

Parasızlık ve kimsesizlikten, zar zor girmeyi başardığım üniversiteyi bırakmak zorunda kaldım. Şimdi yana yakıla iş arıyorum. Doğrusu babam öldükten sonra, beş nüfuslu ailemizin tüm yükü benim üzerime kaldı. Esmer olduğum için değil, Roman olduğum için iş bulamıyorum. Sahi benim Roman olduğumu nerden anlıyorlar? Bunu bir çözebilsem! Hayır, hayır! Bu sadece kurguladığım bir kuruntu bence. Ama garsonluğa bile razıydım. Şöyle tepeden tırnağa beni süzen patron düşündü, düşündü, sağa sola döndü, alttan üstten aldı, çarptı, böldü sonunda “Hayır!” dedi! Peki buna ne demeli?

İçimde bir kuş, bir serçe kuşu çırpınıyordu… Bu çırpıntı giderek büyüdü, büyüdü, kocaman kanatlarını çırpan bir Anka kuşuna dönüştü. Anka kuşu, uzun kış gecelerinde sobanın etrafına sıra sıra dizilip de ninemin anlattığı ve yalvararak tekrar tekrar anlatmasını istediğimiz o mest olduğumuz masaldaki kutsal kuştu. İnsanları sırtına alıp, kocaman kanatlarını çırpa çırpa, açlığın, yoksulluğun olmadığı, oyuncakların, her türlü yiyeceğin, hatta çikolatanın bile istemediğin kadar bol olduğu mutluluğun ülkesine uçurup götürüyordu…

Orada, bütün bir kış boyu soğuktan titreme, ev kirası, dayak, babaların işsiz kalması, elektrik, su faturaları yoktu. Üstelik o ülkede biz Çingenelere de oldukça değer verirlermiş. Babam orada hemen iş bulabilir, eve her gün gülücükler saçarak ve dilediğimiz her şeyi alarak gelirmiş. Üstelik, artık ne bize ne de anneme tek fiske bile vurmazmış! Yalnız o ülke çok çok uzaklardaymış. Anka kuşunun yemek gereksinimini karşılamak için tonlarca et ve suyu kanatlarının köşeciklerine yüklemek, sonra da ‘gak’ deyince et, ‘guk’ deyince de su vermek gerekirmiş!.. Ninem böyle anlatıyordu. Ama biz de Anka kuşuna verecek ne et, ne de su vardı. Aradan yıllar geçti... Sürüne sürüne, ama o çocukluk yıllarımıza özgü güzel düşlere yata yata bugüne dek geldik!

Evet, havanın puslu olması yetmiyormuş gibi aynı zamanda soğuk! İnsanı iliklerine dek donduracak bir soğuk yani. Kentten böylesine uzaklaşmama ve bu soğuğu iliklerime dek duyumsamama aslında otobüs beklerken başımdan geçen bir olay neden oldu. Anlatayım: Aralık ayını da geride bırakıp kapkara bir Ocak ayını, hep birlikte, yani biz, zar zor geçimini temin eden insanlar kapıda, anlatılması güç bir acı ve ümitsizlikle karşılıyoruz!.. Gerçekten de kapkara bir aya ve tamamen umuttan soyutlanmış bir yeni yıla giriyoruz… Acı ve ümitsizlik dolu bir yeni yıl! Daha şimdiden gökyüzünde rengârenk parlak ışınlar, göz kamaştırıcı yıldızlar saçan havai fişekleri bir biri ardı sıra patlıyor.

Bu bana zevk değil, keder veriyor. Demek ki diyorum, ”Bir yıl daha boşu boşuna, bir yıl daha çaresizlik ve acılarla, üstelik öğrenimini de yarıda bırakmış olarak geldi ve geçti!” Ama içimde ekolaşan bir ses şöyle konuşuyor benimle: “Haydi, haydi, bu kadar karamsar olma!” diyor!  “Güzel şeyler olacak, çok güzel şeyler! Bugüne bakıp da yarın için kesin yargılara varma! Yanardağlar aniden patlayıp, püskürmüyor mu?”

Ekolaşan bu ses, çok uzun sürmüyor. Şöyle geçmişe dönüp bakıyorum, şu bas bas bağıran karanlığın bizde uğrattığı yıkımlara dönüp, bir yol bakıyorum!

Her acıya ve soruna, asla pabuç bırakan cinsten değilimdir… Neşeli türküleri severim! Gönlümü ferah tutmak için uzun havalara, mayalara ve “beklerim her gün bu sahillerde“ gibi hüzünlü şarkılara yan çizer, gidip mastikanın, çiftetellinin yanına demir atarım.  İşte ben ve bizim gibi olanlar böyleyizdir… Unuttum söylemeyi, ben Çingene veya bir başka deyişle Roman’ım

Babam anlatırdı, eskiden bize ‘Kıpti’ derlermiş ve nüfus cüzdanlarında da ‘Kıpti’ yazarmış. Elbette ki söylenenlere aldırmıyorum. Roman, Çingene veya Kıpti söyledikleri için değil, hayır! Aşağı gördükleri için de değil; iki gözüm önüme aksın, yaşamamız için en ufak bir şans tanımak istemedikleri için gönül koyuyorum.  İnsan hor görülmelere, aşağılanmalara, tepeden bakılmalara, kovulmalara, küfür edilmelere bir yerde katlanıyor ve artık umursamıyor. Bir yerde ekmeği kapabilmek için küfre karşı gülücükle yanıt veriyorsun, kovulmalara karşı sırnaşıklaşıyorsun!

Benliğime dokunmuyor mu peki? Elbette dokunuyor! "Katlanmak" ile “benliğine dokunmak” ayrı şeyler olsa gerek. Her kovuluş ve aşağılanmaya bilerek kendi ayaklarınla gidiyorsun. İçinde bir umut vardır sürekli, güzel bir şey olacak duygusu anlıyacağın… Ama her şeye hazırlıklısındır da… Çünkü aslında ne olacağını az çok tahmin edebiliyorsundur. Buna “katlanmaya hazır olmak” denir. Ama kovulduktan, aşağılandıktan sonra, ne kadar gülmeye çalışırsan çalış, ne kadar insanı hop hop oynatan türküler söylemeye çalışırsan çalış; yüreğinde bir kan seli akıyor, bir acı şey içini kavuruyor. Sonra kan seli sanki soğuyan bir lav gibi donuyor, taşlaşıyor. Taşlaşan bir kin yumağı oluyor...  Siz dağlardan denize doğru akıp da donmuş lav yataklarını hiç gördünüz mü? Önce kıpkızıl ha bire akmışlar akmışlar, sonra da yavaş yavaş, usulca taşlaşmışlar.

Akşam bitişiydi. Güneş, İzmir körfezini tam arkasına almış, tepede bulanık görüntüsü içerisinde görüleşen Kadifekale’nin hizasında kızılı ağır basan bir renk karmaşası ile batmak üzereydi. Akşamın ayazı, insanın iliklerini adeta donduruyordu... Otobüs durakları ana-baba günüydü. Seyyar satıcılar arabalarına yükledikleri sebze, meyva, plastik eşya, tekstil gibi mallarını son bir hamleyle durakta birikmiş, otobüs, minibüs bekleyen insan kalabalığına satmak istiyordu. Herkeste bir telaş ve bir an önce evlerine ulaşabilmenin sabırsızlığı vardı. Satıcıların birbirine karışan bağırtıları, arabalardan çıkan homurtuyla karışık korna sesleri gerçekten bu kızıl ve bir renkler tayfına bürünmüş akşamın içerisinde insana yine de garipsi bir hüzün veriyordu. Çünkü satıcıların haykırışları titrek ve yalvarıcı oluyor bu soğukta. Onların bu titrek ve yalvarıcı haykırışlarında hemen kentin en sonuna, en ıssız yerlerine atılmış yıkıntı evler ve babalarını bekleyen aç ve perişan çocuklar, çaresizlikle onları avutmaya çalışan anneler gözlerimin önünde görüleşiyor.

On sekiz, yirmi yaşlarında benim gibi oldukça esmer bir bayan, topuklarına kadar uzun kırmızı bir entarinin üzerine dizlerinin hizasında siyah, eski bir manto giymiş; ince, beyaz bir lastikle bağladığı gür, simsiyah saçları neredeyse belinin hizasında. Bizim tarzda yani, alacalı bulacalı giyinmiş olmasına karşın, (biz Çingeneler, alacalı bulacalı, canlı, parlak renkleri çok severiz! ) endamı, güzelliği tüm ilkelliklerini ört bas etmeye yetiyor da artıyor bile. Roman olduğu her halinden belli. Göz göze geldik… Gülümsedim. Tam o sırada yanına sokulan 15–16 yaşlarında yine Roman olduğu, adeta paçalarından akan genç, bayana yaklaşarak usul usul bir şeyler anlatmaya başladı. Ama genç kız hep omuz silkiyor, başını olmaz gibilerinden yukarı doğru kaldırıp indiriyordu. Elinde taşıdığı tıka basa dolu poşetle beraber sürünürcesine gencin yanından bana doğru üç-beş adım attı. Ama genç, bir kez bayanın başına dolanmıştı ve rahat bırakmaya hiç de niyetli değildi.

Durakta bekleşen kalabalığa hiç aldırmadan bayana daha da yaklaşıp, sigarasını yere attıktan ve diğer elini de cebinden çıkardıktan sonra, kızın bileklerine yapıştı. Kızın bir elinde tuttuğu tıka basa dolu poşet yere düştü, bileğini kurtarmak istediyse de oğlanın iri, güçlü, bir pençeyi andıran elleri buna izin vermedi.— Hadi gel, eve gidiyoruz!
— Hayır, gelmiyorum!
— Geleceksin!
— Ben kendi yoluma gitmek isterim!
— Eve gel de, bunları kendin söyle!
— Nedenmiş o? Her zamanki gibi değil mi? Sabahın köründe düş yollara, taaa gecenin körüne kadar çalış, son kuruşuna kadar getir ver! Gecenin körüne kadar çalıştığım yetmiyormuş gibi, evde de yatağı boylayana dek eşekler gibi hizmet et. Yetti artık arkadaş, ben yokum, benden buraya kadar!
— Anne, iki gözü iki çeşme, yatakta hasta yatıyor. Baba, hiç kimseyle konuşmuyor, lal oldu, lal! Ya ufaklıklar? Gel de gözlerinle gör, acınacak durumdalar!
— Anne çok mu hasta? Ya Bayramşah? Salih?
— Anne çok hasta valla… Bayramşah ve Salih tam perişan oldular senin yokluğunda! Her şey sana bağlı Gülendam! Her şey sana bağlı! İstersen gelme!

Kalabalığın içerisinde, olaya kulak verip izleyenler tartışmanın bir rahatsız etme, sürtünme olmadığını çok geçmeden anladılar. Başı örtülü, elli yaşlarında gösteren bir bayan, yanındaki aynı yaşlardaki bir başka bayana;
— Çingene ama güzel, dedi. Yanındaki bayan da
— Güzelliğine güveniyor, evden kaçmış herhalde, diye yanıtladı onu.
— Ah bu kışın ayazında evden mi kaçılırmış? Tam geri zekâlılık yani diye, bir başka bayan kafasını uzattı duraktaki akşam ayazının bu ayaküstü muhabbetine.


Uzanan dördüncü başörtülü, yine elli yaşlarında gösteren, uzun karga burunlu, kısık gözlü, cırtlak sesli bayan,
— Amann, kaçarsa kaçsın! Alt tarafı bir çingene değil mi? Çene yormaya bile değmez ayol, şunların kılıklarına bir baksanıza!

O sırada gelen otobüse, durakta bekleyenler en önce binmek için saldırıya geçti. Kadınlı erkekli, çoluk çocuklu, bebekli bir insan yığınağı birbirlerini ezmeye, iteklemeye başladılar. Kimsenin kuyruğa girmeye, beklemeye tahammülü artık kalmamıştı. Delikanlı, Gülendam’ı otobüse doğru çekmeye çalışıp,
— Haydi, haydi gelsene, sonra yer kalmıyacak, diye üsteleyince dayanamayıp yanlarına gittim:
— Arkadaş rahatsız etmesene bayanı. Hem bileğinden tutmuşsun, ne hakkın var böyle hırpalamaya?
—Sana ne? Senin üstüne vezife değil! Çek git yoluna!
—Sen bayanı rahatsız etme, bileğini de bırak öncelikle. İşte o zaman ben de yoluma çeker giderim!
—Bileğini tuttuğum bayan, benim bacım!
—Neyin olursa olsun! Böyle bileğini tutmaya, sıkıştırmaya, zorlamaya, zorla otobüse bindirmeye çalışmaya hakkın var mı?
— Amma da kafa ütüledin ha birader! Bu bayan benim bacım diyorum! Kaç hafta oldu eve gelmiyor. İş yerinden de izin almış! Üff... Be! Neye anlatıyorum ki?..

O sırada otobüs tepeleme dolmuş ve zar zor kapılarını kapatıp hareket etmişti. Ama yine de durak hınca hınç doluydu. Sanki otobüs gelmemiş ve tıka basa yolcu yüklenip gitmemiş gibiydi. Akşam, yerini, giderek ayazı daha da keskinleşen bir geceye bırakıyordu. Durağın önüne tezgâhını kurmuş olan simitçi, bir yandan arta kalan simitlerini ara sıra üşümüş, çok derinlerden çıkan bıkkın sesiyle “taze gevrek” diye satmaya çalışıyor, öte yandan da bize laf yetiştirmekten geri kalmıyordu:
— Sen ne karışıyon gardaşım? Oğlan bacısını eve götürmeye çalışıyor, sen de tutmuş pişmiş aşa çomak sokmaya çalışıyon. La hevlevela!
— Bayan gördüğüm kadarıyla on sekiz yaşını çoktan geçmiş ve kendi sorumluluğuna girmiş. Gitmez gitmez! Zorla götüremez ya! Hem belki gitmek istemeyişinde bilmediğimiz nedenler vardır?
—Zorla veya iyilikle! O erkek kardeşiymiş duydun ya! Götürmeye de, vurmaya da tutmaya da hakkı var. Kızın avugatlığını yapmak sana mı kaldı?

Sözüne devam edecekti ki, başımıza üşüşmüş olan ve merakla bu çekişmenin sonunun neye varacağını ilgiyle izleyen kalabalığın arasındaki altmış yaşlarında kelli felli, gri fötr şapkası yine aynı renk ipek atkısıyla emekli bir bürokrat görünümündeki bey:
— Elbetteki tutar, deyip bana haince baktı ama ortaya konuştu. Sonra bacısının bileğini hâlâ bırakmamış olan delikanlıya dönüp:
— Bırakma evladım, gerekirse iki de tokat at, kız kardeşini al ve eve götür!
Sonra Gülendam’a dönüp :
 Kızım eve git ev! Bak, güzelmişsin de! Vallahi kaparlar, kaparlar!
Delikanlıyı bu otoriter ses daha da yüreklendirdi ve bana doğru haince bakarak, beye yanıt verdi:
— Evet beyamca! Gerekirse döverim de. Bacım değil mi? Evet gerekirse döverim de!

Kalabalıkta karmaşık sesler çıkıyordu. Kimi dövebilir, kimi dövemez diye düşünce belirtip, ne kadar bilge olduklarını gösteriyorlardı. Yaşlı bir bayan:
— Bıraksın bayanı ayol! Gitmez gitmez. Zorla güzellik olur mu,  diye kestirip attı.
Bir başka yaşlı bayan,
— Kötü yola düşebilir, diye işaret parmağını sinirli sinirli sallayarak itiraz etti.

Elindeki şemsiyeyi baston gibi kullanan, sinekkaydı tıraşlı, ince bıyıklı düz siyah saçlarını briyantinle adeta zamklamış, kırk yaşlarında bir bay:
— Ben böylelerini çok gördüm! Hırsızlık, gizli zina, kaptı-kaçtı… Her şey beklenir bunlardan, bu çingeneler yok mu? Ihı ... Ihı... Belki de bu yaptıkları bile rol, polim!

Adam resmen açıktan açığa tüm zehrini kusarak, bizlere hakaret ediyordu. Artık bu kadarı fazlaydı. Karşısına dikilip:
—Senin yaptığına resmen terbiyesizlik denir, diye adama yumruklarımı gösterdim. Hiçbir şey olmamış gibi nikotinli dişlerini açığa çıkaran ukala bir sırıtışla kalabalığın arasına karıştı.

O sırada gelen otobüsü gören kalabalık, bizi bırakıp itişe kakışa otobüse saldırıya geçince, Gülendam, ben, delikanlı, bir de simitçi kısa süre baş başa kalmış olduk böylece.

Şemsiyeli adamla tartışıp ardından da yumruklarımı gösterdiğimi Gülendam'ın kardeşi görmüştü. Delikanlı bana dönüp,
— Sen de bizdenmişin be abe? Yani Roman, diye ezik ve ürkek bir ses tonuyla sordu. Sonra,
— Kusura bakma be abe! Yani benzettim de, diye yutkunarak biraz da mahcup konuşmasını sürdürdü.

O bana haince, hırsla bakan genç gitmiş, aniden yerine mahzun, çaresiz bir çocuk gelmişti:
— Annem hasta, çocuklar perişan, odun yok, ekmek yok, Gülendam’ı götürmem gerek, diye bir mırıltı şeklinde usulca konuştu.
— Ben de Roman’ım dedim. Bir kilometre uzaktan bakan bile ne olduğumu hangi milletten olduğumu hemencecik anlar!

Birazcık da şakayla karıştırıp, yumuşak, sevecen bir tonla söylemiştim.
Araya Gülendam girerek, yalvarıcı bir ses tonuyla:
— Abe be. Bak sen de bizdenmişsin, zaten ilk gördüğümde anlamıştım. Bak ben kardeşimden büyüğüm, yine de erkek olduğu için bana hükmetmeye çalışıyor… Söyle de beni eve götürmeye kalkmasın! Gitmem!
— Peki, gideceğin, kalacağın yerin var mı?
— Var! Uzundere’de bir gecekondu odası… Kardeşim tanır onları, Fatmagül ablaları yani. Bir odasını bana verdiler ucuza…
Dönüp Gülendam'ın kardeşine:
— İşte duydun! Evi de varmış. En iyisi sen şimdi...
Genç ne söylemek istediğimi henüz son sözcükler ağzımdan dökülmeden anladı ve karşı durdu:
— Hayır abe be!.. Şurdan şuracığa gidersem namerdim! Bacım eve gelecek, annem hasta!

Aslında ben da Gülendam'ın eve gitmesini, annesine, babasına, kardeşlerine kol-kanat germesini istiyordum, ama sakıncalar da görüyordum. Gazetelerde okuyor, televizyonlarda gözlüyorduk:
“Kızını zorla pazarlayan hain anne suçüstü yakalandı!”
“Çocuklarına zorla hırsızlık, kaptıkaçtılık yaptıran baba yakayı ele verdi.” vb.
Gülendam’a dönüp:
— Gülendam bak, annen hastaymış, küçük kardeşlerin de perişan! Sakıncası yoksa git eve, ha, diye usulcacık kulağına fısıldadım.

Annesinin hasta, kardeşlerinin de bakıma muhtaç oluşları gerçekten Gülendam’da daha ilk duyduğunda bir etki bırakmış, onu bir ikilem içerisine sokmuştu. Şimdi de benim üstelemem ve anımsatmam üzerine, yanıt vermeden, direnmeden başını öne eğip sessizleşti. Yine de huzursuzdum. İçimdeki bir ses ‘Sen de git,  gözlerinle gör ki huzura kavuşasın’ diye fısıldıyordu. Ama asıl bu değildi beni gitmeye zorlayan neden. Gülendam’daki bir giz, içime ılık ılık akan bir iksir, beni ona doğru sürüklüyordu. Ona doğru koşan bir coşku, sevinç hemen oluşmuştu içimde! Gülendam’da kendime ilişkin bir şeyler yakalamıştım. Mutlaka yaşamını da görmek istiyordum. Mutlaka kendime ilişkin acı fakirliğimin yankısını onların bu otobüs durağına dek yansıyan fakirlikleriyle karıştırıp yoğurmak istiyordum. Ondaki bu küçücük isyan korunu, içimde kıvılcımlanan sessiz isyanla birleştirip müthiş bir aleve dönüştürmek istiyordum.

Gencin de duyacağı tonda:
— Kabul ederseniz ben de gelip ailenizle tanışmak isterim, dedim ve sorgulu gözlerle iki kardeşin gözlerinin içerisine baktım.

Tepeleme birbirimizin üzerine abanarak gidiyoruz. Bir bakıma da iyi oluyor. Üşümemiz geçti, ısındık. Otobüs her durduğu durakta biraz daha hafifliyor. Sonunda kentin son evlerini de geride bıraktık. Karanlık iyice çöktü, sessiz bir gecenin içerisinde otobüs bir durup bir kalkıp tıslıyarak gidiyor. Düz yoldan sola kıvrılarak uzun bir sırtı tırmanıyoruz, yamaç olduğu gibi iğreti yapılmış gecekondularla dolu. Pencerenin buğusunu silip bu yarı karanlık, paslı ışıklarla aydınlanmaya çalışan garip yıkıntılara bakıyorum. Yolların kenarı su birikintileriyle dolu ve otobüs birikmiş suları savurarak yoluna devam ediyor. Ara sıra balçıklara batmamak için sekerek yürümeye çalışan insan siluetleri karanlığın içerisinde. Bir hayalet gibi görünüp yitiyorlar. Yıldızsız, soğuk ve karanlık gökyüzüne bakıyorum. Kentin bir ucunda, dağların ardına gizlenmiş bir gecekondu yığınağı! Ne zaman gelmişler? Ne zaman kondurmuşlar?

Sonunda otobüsten iniyoruz. Gülendam bana bakıp gülümsüyor,
— Evimiz hemen şu yolun kıvrımında, diye eliyle çamurlu sokağın sonunu gösteriyor. Evlerin hepsi birbirine benziyor, öyle iğreti ve iniltili. Çıtı çıkmayan bir sessizlikte ve yorgun düşerek gecenin karanlığına yaslanmış. Sokaktaki bozuk florans lambası pır pır yapıp, bir yanıyor, bir sönüyor ve çamurlu yolun öbür ucunda, beş-altı tane sokak köpeği, kuyruklarını apış aralarına sıkıştırmış hırlaşıyorlar.

Ev gerçekten soğuk. Gülendam’ın babası benimle toka yapıp, merakla beni incelerken, bir yandan da çatırtılarla kırdığı sebze ve meyva kasalarını, iğreti kurulmuş bir saç sobaya tıkmaya çalışıyor. Dört-beş yaşlarında gösteren ve her haliyle de ikiz oldukları belli olan biri kız diğeri oğlan iki sevimli çocuk, bana yabansı yabansı, simsiyah gözlerini dikerek, ürkek ve merakla bakıyorlar. Köşede, pencerenin dibindeki divanda hasta yatan anne, kızını ve beni görünce doğrulup kalkıyor. Hâlâ güzelliğini yitirmemiş yüzünde içleri ferahlatan bir tebessüm ve mutluluk dolanıyor.

Yanan soba, odanın soğuğunu bir parça olsa da kırıyor. Sonra Gülendam annesinin duldasına oturup ellerini tutuyor, saçlarını okşuyor ve yüzünü yüzüne sürüyor. Pencerenin kenarına gidip perdeyi aralıyorum. İçimden ‘artık gitme zamanı geldi’ diye düşünüyorken, Gülendam’ın babası:
— Bu soğukta yollara düşüp de rezil olma, hem bu saatten sonra otobüs de olmaz! İstersen bu gece burada kal evladım, diye üsteliyor.

Yanıt vermiyorum. Dışardaki karanlığı ve uğuldayan soğuk rüzgârı dinliyorum. Derinlerden gelen bir çocuk ağlaması rüzgârın uğultusuna karışıp yitiyor.  Gülendam, gözlerimin içine bakıp “Gitme!” der gibi oluyor! Yüreğindeki bu fısıltıyı, yüreğimde duyuyorum.

Sonra çocukları usulca yanıma çekip, iştahla yanan sobanın yanında, dizlerimin dibine oturtuyorum. Ve başlıyorum anlatmaya. Anlattıkça coşuyorum ve sıcacık, masmavi bir gökyüzünde, mutluluğun ülkesine doğru uçuyoruz. Anka kuşuna 'gak' dedikçe et, 'guk' dedikçe de su veriyoruz! Bayramşah ve Salih ile beraber.


YAVUZ AKÖZEL

ALİ ZİYA ÇAMUR: Gerze Direnişine Selam




GERZE DİRENİŞİNE SELAM

Her sabah bir kuşun kanadında evren
Sarılıyor insana, çarparken şafağın yeli
Yüzsüzlerin yüzüne.

Duvarlarda kol geziyor yitikliğin uğultusu.
Dağlanmış bir çift göz gibi daralıyor pencereler.
Kısılan yüreklerde çırpınıyor korkusu yeşil yamaçların.
Kapanmış kapılarda terliyor öfke!
Derinliğin pususunda dirilen sular,
Bileyliyor dalgalarda sabrın yüzünü.

Boşanıyor zincirinden şafakla bir demet ışık,
Yürüyor üstüne üstüne,
Karanlığı biçip geçiyor.
Yatıyor bir yaralı aslan.
Paslanmışsa da tutkuları, gözleri iki namlu
Çekiyor yivlerine özlemlerini.

Gözlerinin karasında ürüyor uçurumlar,
Sarkıtlara teğet geçiyor resim.
Duvarda kan revan bir saz,
Taşıyor içine suskun gizini.
Irmaklar barikat kuruyor sise, gaza
Direniyor Gerze boğazındaki şiş’e.

Kıvrılan ve kıvırtılan hedeflerin izdüşümü
Vururken borsa duvarlarına,
Antenler kaşıyor umursamazlığı.
Bir gidip bir geliyor umudu dokuyan mekik,
Yürek sırçasından süzülen renkler,
Veriyor çözgülere asi kimlik.

Bahar sıyrılıyor kınından,
Tünellere sığınıyor geceler.
Ağdıkça gün yüzüne umudun ışkınları
Üşüyor kara yüzler.
Emek bahçelerinde başlıyor yeşil halay,
Küllere kapatıyor gökyüzünü umut ve direnç,
Karanlıktan azat kuşlar koşuyor güllere…

Gerze taraflarında sezaryen bir gaz, duman…
Tutuşan gün dönümünde ruhsatsız kazılar var.
Ateşin emdiği kan haramiler sofrasında…
Kara kefenler biçilirken halkın yüreğine,
Dişlerinden geçen zulüm takılıyor boğazına
Hortlatılan vampirin,
Korkunun saltanatı dökülüyor burnundan.
Ses sese zincirlenince kuruluyor köprüler
Yeni bir direnişe…

Baltaların yuvarlak ağzında aynı ipte iki cambaz,
Ses esnemekte, göğün can alıcı teninde,
Çürük maskelerin kulağından sarkmada karanlık yüzler.
Kanına aç bir el gibi zulüm dökülüyor kendi gayyasına…

Koyu bir depremin merkez üssünde kuduruyor gergedanlar.
Çöl ayazında insan sıcağının pankartı açılıyor alınlara,
Biliyoruz, ışıldayan buzda ıslanmaz adım.
Yangın kıvamında inancımız,
Dökülüyor dolarlı saltanatın kendi çukurlarına
Bükülüyor tek tek, kirli ellerin tırnaksız parmakları.

Korkulardan koparılmış bir takvim dayatıyor esnemeleri.
Suskun vadilerin heybeti gölgesinden kaynarsa da
İnsanoğlunun heybeti gölgesiz ışığından.
Savaşlardan dökülen görüntülerde
Çarklardan sıyrılıyor birer birer nasırlı eller.
Rahvan bir karanlığın kıyılarında,
Direniyor güçlü halk akıntısı külle, kirle yaşamaya.
Işıklar arasından süpürüyor tüm gölgeleri,
Gölgelerle maskelenmiş lekeleri süpürüyor,
Yeni bir çağın tan yeri oluyor Gerze!


ALİ ZİYA ÇAMUR





FOTOĞRAFLARIN KAYNAĞI: http://gerzelodos.com

MERAL VURGUN: Düş vakti}{MELİH COŞKUN: Gece; Demir Bir Parmaklık...



DÜŞ VAKTİ
 

yas ormanlarından geçiyorum
vakit bir kara gece
ömrüm bir kuytu çığlık
yaşamaksa bilmece

kaybedildim alakızıl bir şafak
düş vakti
başımın üstünden parıl parıl
kayarken yıldızlar
anımsadım
bir yanımız eksik kalmış bir hikaye
bir yanımız deli taylar gibi dolu dizgin
keder yakışmazdı yüzümüze
zamanın koynunda
gümbür gümbür yüreklerimizle
ne kadar çocukmuşuz
öyle haylaz
mavi utku
bir asi macera
sevmişiz be canım
sevmişiz...

kaybedildim yokum artık
taş üstünde taşım
baş üstünde başım yok
yağmur bekleyen toprak gibiyim
yeşermez gülüm yaprağım
yıkık kentlerde aramayın izlerimi
çünkü ben bin yıllık bir kaçağım
heybemde mor bir yalnızlık taşırım
geçtiğim diyarlarda parmak izlerim
ele verir ideallerimi
bundandır esrik gezer sevdalı başım

gözlerimi yakan bu ateş
yüreğimde yatan ölü
aşk
canım koptu gitti tenimden
bırakmayın beni böyle bir başıma
zeytin yeşili bir narin umut
elleriniz uzansın elime
nerede düşersem
orada tutunacağım dallarınıza...

MERAL VURGUN 



 
GECE; DEMİR BİR PARMAKLIK...



Gece;
Demir bir parmaklık
Gece;
Karanlık kör bir zindan
Ellerinin sıcaklığı ve
Kış soğuğunda
Sımcıcak yuvamda portakal kokusu...

İşte böyledir
Bu topraklarda doğmak
İsyan kokan her şarkıda
Yemyeşil bir dalı kopartıp yüreğinin bahçesinden
Beyninin tam ortasına koymak.

Gece;
Talan
Gece;
Bitmek bilmeyen bir titremedir yurdumda,
Bacası tütmeyen soba
Ve susmaya yeminli bir ağızdır,

Gece;
Amansız bir hastalıktır
Karanlığından medet umarsın bir parça soluk alabilmek için
Ne bir gardiyan vardır ortalıkta
Ne kelepçe, ne zindan
Ama esir düşmüşsündür çoktan...


MELİH  COŞKUN
 

YAŞAR DOĞAN: Ebabiller Semahı



EBABİLLER SEMAHI
 

Oy göklerin erdemi
Gönül bağı sırça bakış Ebabil
Artık şunu bil

Yediğin,
İçtiğin,
Soluduğun
Gördüğün,
Görmediğin!
Ve okuduğun şeyler iğrenç bir
İnsanlık artığı
dimağı bile kendi mekanizmasında dağlayan…
Senden daha iyi kim bilir
Bu kirlilikte daha fazla yaşanılmayacağını?

Her şey heyecan seli
Her şey nefes kesiyor durup durduğu yerde
Duymuyor musun kantlarının feryadını
Kucaklarken mavisini bu sevdanın?
İnsanlığa Bir tek cips takmak eksik
Direnci keşfettikleri yerde ihlal etmek
Düğmeye basmak yeterli…

Yoksa senin de mi bir cep telefonun var
Seni de mi bu büyük projeye dâhil ettiler
Sen de mi GPS aldın yolunu bulmak için
Uy-du-lar bombardımanı altına
Başına meteoritler yağarcasına musonlar yerine…
Nasıl dayanıyor yüreğin
Doğanın ölümünü seyretmeğe?
Yazık değimli işe emeğe -
İşte her yanın karanlık bir gelecek
Söylesene bu pisliği kim temizleyecek!

Çöpçülerin aklı bir gün zengin olmakla karmakarışık
Şairlerin şehri şer altında…
Ne duruyorsun zenginliği anlatmak için insanlığa
Canımızın zaman kadar seçeneği de kalmadı
Sevmemiş ise Yahudilerin tanrısı bizi
0nlar Kutsal biz yosma çocuğu muyuz?


YAŞAR DOĞAN / LOLAN
 

ŞERİF TEMURTAŞ: Sevdim Seni Ey İnsan}{ABDULLAH ORAL: İçimdeki Çocuk



SEVDİM SENİ EY İNSAN

KOLÂJ: ADNAN DURMAZ

çıktım
bozdağın yamaçlarına rüzgâr ile
öptüm
derelerinden sular içtim
indim
ovalarına ellerimde dağ karanfilleri
yandım
kaç bin yıllık bintepelerde
uçtum
'İz' bıraktım tarihe yaşadım diye

sevdim seni ey insan
Hermos'un sularında kurtuldum günahlarımdan
aktı içimden insanlığın kaç bin yıllık kiri
sevdim seni
yusufu sever gibi
hüseyini sever gibi
denizi sever gibi
sevdim seni
dağ karanfillerini sever gibi
__________________
İz: curufların içinde bulunan 26 bin yıllık ayak izi
Hermos: gediz nehrinin mitolojik adı

ŞERİF TEMURTAŞ




İÇİMDEKİ ÇOCUK



Bulanık bir gökyüzünde duru kalmış
Tek incecik bir toz bulutuydu gözlerinde
____________________Kamaşan hayat..

Tutulup rüzgârına ırgalanan kirpiklerin
_____bir sevincin uğrağına düştü yolu.
Durdurup zamansızlığa tüneyen bakışlarını
Çiy damlasına uzattı usulca yanağını,

Yeniden kurgular yapboz düşlerini de
Gecelerine taşır binlerce güneş öpücüğünü..
Aylarca bir çocuğun gülüşüne takıldı kalbi
Uzak aşk bahçelerinde ayrılık çiçeği açan
Üstünde nilüferlerden bir beyaz örtü..

Gün ışığına çıkar iken
Yıldızlı gülücükleriyle yıkardı umutlarımı
_____________Yüreği olurdu,
____ geceyi güne taşıyan bütün evrenin..
Gizem yağan sabahların,
Yakamoz karartılı renkleriyle
____________dağlayarak yüreğini,
Kapar yanakları gözlerden ırak avuçlarına,
O hep çocuk seslerinde sevmişti gülmeyi,
__________________Günışığına çıkar iken…….

İçine dönük bir çocuğun_
_____ yumuk avuçlarındaydı sanki kalbi,
Kendi yağmuruyla dolup boşalan
_______küçücük bir göldü yüreğim,
Boğuldu sonunda kendi sularıyla………

ABDULLAH ORAL 

BEKİR KOÇAK: Barikat Alışkanlığı



BARİKAT ALIŞKANLIĞI



haydi katılın bu çığlığa
nasılsa vardır barikat alışkanlığınız
her şeyin baharı
önce acıları açar çiçek çiçek
nefsin fırtınası suskun
vaktidir her sokak
saflara çağrılacak
kimlik ve ekmek
ağzınızdan çıkan sözcük
haykıran her dil
bilirse gücünü emeğin
bu güç dağ devirir
sevda çığıdır yüreklere
karanlığı aydınlığa çevirir

en önde beyaz önlük
özgürlük saatine denk vardiyası
incinen tende yarına şenlik
paralanan üst baş
gözler alev almış
yaşamın hesabı eldesiz bu kez
gömülmeden tünellerine korkunun
ezgi ezgi sevinçle
yırtıyor kara sayfaları
parçası olmadan bir oyunun
koruyor konuşuyor gücünü
yanıyor gemiler
kadınlar bir umudu döllüyor
direnci yaşıyorlar
kadınlar omuz omuza el çırparak
öğretmenim sevdam benim
bilime karşı yılgınlık
sus deniyor ne ki felsefe mantık
kadere razı
bastırılmış yürekte sızı
iş aş korkusu
çocuk çığlıkları gerçek
kıvranıyor biliyor her şeyi
araştırıp sorsa aydınlanacak ortam
ihtimaller karabasan
ya kapının önüne korsa
bir yanda doğrular
bir yanda aş ekmek
dayandı kemiğe bıçak
n'olacaksa olacak
er geç küçük çöp büyük çöpten
hakkın alacak


BEKİR KOÇAK
 

SERDAL GÖÇMEN: Bir Ceninde Bir Ana}{AHMET YILMAZ TUNCER: Arşın Üstüne



BİR CENİNDE BİR ANA



Bak anne şiirim kimlere çarptı
kırılgan olanını sevmem
camların duyguların
hayat sağlam olmalı
içinde anne geçen şiirleri de sevmem
annelik kurgulardan öte olmalı
analık çırpınmamalı
ağlamamalı
yitirilmemeli evlatlar umarsız bir kavgada
kimse görmez oysa yasını
yedi milyar insan var nasılsa
nasılsa doğar bir ceninde bir ana...


SERDAL GÖÇMEN




ARŞIN ÜSTÜNE



Çoğalacak sesin kızım
Sabırla bekle o sabahı
Özgürlük bayrağı çıkıp
Gözlerimizden
Asılırken arşın üstüne
Bizim olan bu memlekette
Gülecektir
Doğan bir bebeğin
Sessiz kartal gözleri
Gülecektir kızım

AHMET YILMAZ TUNCER