DAHA NE DURUYORSUN!
Daha ne duruyorsun gün ilerliyor yana yana
Karınca kendi macerasında bir an bile durmuyor
Ağaç suskunluğunun içinde dinlenmiyor hiç
daha ne duruyorsun bir yıldırım kahkahası, bir fırtına çığlığı kadar zaman içinde
ne duruyorsun bu rüzgâr birden bire susacak
Kamışlar şarkılarını bırakacaklar o susuşla, bulutlar kalakalacak
Kendini merkezine koyarak yaşadığın dünyada, mutsuzluklarına, yanlışlarına hep kendi dışında nedenler aramadın mı? Aslında bu değil mi, yaşamındaki en büyük arayış. Her defasında senin aradığın insanlarla dolu çevrenin kalabalığı. Her defasında aranan sensen, varlığın seni arayanlara ne katıyor onu bul. Birilerinin kupkuru zamanını yeşertiyorsan, birileri sana içlerinde hiç bitmeyen çıkmazlarını kusuyorsa ve sana bir kez bile gerçekten yaşadığın sıkıntıları çözmek amacıyla sormuyorsa, yaşayacağın hayal kırıklıklarının sorumlusu onlar değil, kendinsin.
Elmas aslında ışıltılı bir taştır, ne yaranın kanını durdurabilir, ne ölüye nefes aldırabilir. Ona değer yükleyen biziz. Put da cansızdır ve ona tapan da kendisi yonttu putunu. Çoğu insanın aslında bir değeri yoktur ve biz değerli kılarız onları. Yaşamımızda bir seyirciden öteye gitmezler ve bize dair şeyler canlarına dokununca çevremizdeki varlıkları son bulur. En yaralı zamanımızda yanımızdan kaçarlar. Hastalanıp yatalak olsak kaç kişi kalır çevremizde bunu oturup düşünmeliyiz. Çok diyorsanız, gidip yıllardır yatalak olan birine sorun. Siz sahi yatalak birini kaç kez ziyaret ettiniz…
Bu zamana kadar çevremizden gelip bir süre konaklayıp, sonra da giden onca insandan geriye kim kaldı. Yaşamın zorunlu bir gereği midir bu. Bir zamanlar aşk sanıp yandığımız nice hayal kırıklığı kalmıştır yüreğimizde, sonradan düşündükçe gülümsediğimiz.
Güzellik ve güzel, doğruluk ve doğru, dostluk ve aşk yaşadığımız dünya, yetiştiğimiz muhit, giderek izlediğimiz filmlerden kitaplara dizilerden gazetelere ne varsa onlar tarafından öğretildi bize. İlk öğrendiklerimiz eski filmlerde romanlarda kalsa da onlarda sevdiğimiz masumiyet aslında bizim masumiyetimizdi.
Bütün yaşamını öğretilmiş güzellikleri, aşkları, dostlukları arayarak geçirdin. İşte böyle yaptığın için, kendin de öğretilmiş güzelliklere, dostluğa, aşka sahip bir insan olmaya çalıştın. Oysa Leyla’nın güzelliği yalnızca Mecnun için vardı. Oysa yaşam bulut için yağmaktı, kelebek için çiçeklerin üzerinde yaşadığı şiirsel düştü, kuru ağaç için her yıl yeniden çiçek açmak, meyve vermek, bulutlara dal uzatıp, sabahları kuşlarla karşılamaktı güneşi.
Sayısız istekle dolu gönülde aşklar nasıl yer bulabilir kendine. O istekleri gerçekleştirmek için yaşamak, sahiden yaşamak mıdır? Daha da zengin olmak, daha iyi bir kariyere sahip olmak, daha çok beğenilmek, daha çok adam yerine konulmak, herkesin ulaşamadığı birinin yari olmak. Yani başkalarının istediği özelliklere sahip bir insan olabilmek için geçen ömürlerden geriye ne kalır yaşamak adına.
Öğretilmiş güzelliklere, mutluluklara sahip olmak mıdır yaşamak?
Kimi insan vardır, nefret ve benzeri olumsuz duygular üzerine kurar tüm yaşamını. Kim bilir belki de böyle bir dünyaya gelmiş veya atılmıştır. Böyle bir dünyada yaşama biçimi, kendisine mutlaka düşmanlar bularak onlarla uğraşmak, yasadır. Bütün yaşamları düşmanları, hasımları ile uğraşmakla geçer. Böyle bir dünyaya atılanlar, eğer oraya uygun değillerse uyum sağlamaları çok zor olacaktır. Nefretin ve düşmanlığın yaşam biçimi olduğu dünyalarda, buraya yabancı olanlar hırpalanarak başlarlar soluk almaya. Başlangıçta soluk alamazlar, giderek dengeleri bozulmaya başlar. Kendilerinden veya başkalarından nefret edenlere sevgiyi öğretmeye kalkmanın imkânsızlığını bilmeden durmadan çabalarlar; özverilerde bulunur, defalarca kırılıp toparlanmaya çalışırlar; mecalsiz kalırlar. Zamanla kendilerine verilen acılara ve düş kırıklıklarına tepki göstermeye başlarlar. Buraya ait, buranın kurallarına uygun davranan bir hastaya dönüşmekten kaçamazlar ne yazık. Nefretin yaşam biçimi olduğu dünyalarda herkes hasta birer mahkûmdur. Bazan en yakınlarını katlettiren cinnete dönüşür, bazen birikip toplumun en iltihaplı yerinden cellâtlar çıkartır. Gazeteler, televizyonlar onların haberleriyle doludur.
Bazıları ise olgunlaşmasını ve büyümesini orada tamamlayacaktır. Yüreğini nefretlerle, düşmanlıklarla, kinlerle, hasetliklerle donatan için bu dünyada huzur diye bir şey olur mu? Cehennemi kendi içinde taşır insan. Sürekli olarak azap çeker ve huzursuzdur. Cenneti kendi içinde taşıyanın da huzursuzlukları olacaktır elbet ama bu daha çok dünyanın eğriliklerine karşı verdiği savaştaki aldığı darbelerin acısıdır. Değilse insanlara dair bütün kapıları açılmaya hazırdır sevgiyle. Fakat kapıyı açık tutmasından dolayı defalarca darbe yemiş, iyi niyetinin acısını hep pahalı ödemiştir. Yine de insan kalabilmek değil mi aslolan ve büyümek bu değil mi?
Dünyanın hiç bir yerinde tek başına sevgi veya tek başına nefret üzerine inşa edilmiş bir dünya yok. Her ikisi de her yerde hazır,iç içe ve bizi bekliyor.Her zaman bir umut vardır.Kim bilir insanlık en çok,en zor koşullarda açığa çıkabiliyor.Özverinin en büyüğü can pazarında yani savaş alanında net olarak ortaya çıkıyor.İnsanların başkalarının canını kurtarmak için öldüğü yerde.Bu bakımdan,en yoksul yerlerde daha çok fedakârlık var oluyor.Varsıl yerlerde herkes servetinin miktarına göre dizayn oluyor.Bozkır bitkileri eski zaman dervişleri gibidir.Bir lokma bir hırkayla yaşayan derviş vakarını taşır,Yunus’un Hacı Bektaş’a meyvesini götürdüğü alıç ağaçları.Kangallar,yavşanlar,sığır kuyruğu otları neredeyse susuz büyür.Varsıllar dünyasında aç gözlülüğün sınırı yok.Dünyayı kan içinde koyan aç gözlülük emekçilerde hiç olmadı.Kaktüsler susuz açtı çiçeklerini,kuşkusuz çölün gözyaşlarıyla.Emperyalist yamyam çölün altını üstüne getirdi mavi damarlarındaki petrolü sömürmek için.
Daha ne duruyorsun ar damarı çatlamış bir gülüşle dünyaya bakan bir ırgat gördüysen yol kenarında
Daha ne duruyorsun tokaçla derede çamaşır yıkayan kadının çocuğunu emzirmesi ilişmişse gözüne
Bir yerlerde oysa, bütün bunları bir tarafa bırakıp zulme karşı savaş verenlerin var olduğunu biliyorsun sen de. Onlara dair oturup başlı başına düşündün mü hiç.
Toprağını, ekmeğini, namusunu elinden alanlara karşı kelle verenler var, senin bu yazıyı okuduğun anda bile. Birilerinin beğenmesi,”aferin” demesi için değil bu yaptıkları. Ya da ölümü kutsallaştırmak adına değil. İnsan olabilmek için verilen kavgalardır özgürlük kavgaları. Çok şey değil gibi görünen bir hak ve taleptir. Çok şey değildir yaşama hakkı insanların insanca bir dünyada.
Yeryüzündeki adaletsizliklere karşı çıkmadığımız oranda biz de insan olma noktasından uzak düşüyoruz demektir. Haksızlığa, zulme, zalime ne kadar tarafsız ve sessiz kalıyorsak, insanlığımızdan o kadar uzaklaşıyoruz demektir. Bir kişiye yapılan haksızlık tüm toplumun yarasıdır türünden törenlerde demeçlerde söylenen sözleri alkışlayarak insan olamayız. Başkalarının acısına seyirci oldukça insan olmamız mümkün değil. Katillere sustukça onların cürümüne ortak bir insanilikte yaşıyoruz demektir. Durum böyle olunca kendimize soralım. Biz ne kadar insanız?
Parasızlıktan okulunu bırakan kaç öğrenciye destek olduk ve bunu kaç kere yaptık. Destek olamamışsak destek aradık mı?
Sonbaharda turna katarları geçer bozkır gecesinin yüksek katlarından, kekre sesleriyle el sallayarak
Ve yağmur sularını kana kana içer ağaçların kökleri
Kendimizi merkezine koyduğumuz dünyada bizim dışımızda köpük köpüğe koşan bir küheylandır yaşam
Daha ne duruyorsun az önce bir yıldız kaydı
Senin gördüğün kirazın gövdesi çopur esmer ve nasırlıdır
Onun gönlündeki çiçekleri göremeden aşkı araman boşuna
Seni altunun soğuk ölü bir büyüyle yansıyan parıltıları çekmektedir
Suretten öteye geçemeden sadece bir suret olarak yaşarsın bu dünyada
Senin aradığın şey öğretilmiş, ezberletilmiş beynine kazınmış bilgileri alaşağı edecek başka bir bilgidir. Beynine kazınmış bilgilerle ne dostlukların kalıcı oldu ne aşkların aşk oldu ne de içinde huzur... Bunu beyninden kazıyacak bilgi ise aslında sözcüklere hiç dökülmemiştir.
Çünkü ne bülbüllerin şakıması, ne kuğuların dansı, ne atmacanın gözlerindeki ahenk, ne de rüzgârların dalların kulağına söylediği türkü, senin bildiğin dillere dökülmesi imkânsız olan bilgeliğin şarkısıdır. Yazılmaz ve okunmaz böylece yalnızca okuryazarların yararlanacağı bir ayrıcalık değildir. Yalnızca görenlerin göreceği, yalnızca duyanların duyacağı bir mucize de değildir. Aşkın kendi dili yalnızca âşıkların kavrayacağı bir dil olmalı.
Taştan kendine put yapan insan ne kadar özgürdü
Aşk teslimiyettir ama kölelik değil
Yaprağın yağmur damlalarına kendini teslim etmesi gibi bir teslimiyet
Su nasıl buluyor kendini arayan ağacın kökünü
Aşk suyun ağaçla buluşmasıdır
Evreni düşünürüz de bazan, bütün bu mükemmel ahenk bir rastlantıdan öte gelir insana. Aşk bizim dışımızdaki bu evrensel ahenge karışmaktır belki de. Bir ağaç dikmek evrendeki ahenge bir katkıysa nasıl, işte öyle. İyi, böyle düşününce mutlak surette, geniş anlamda aşkın içinde olan bir insan, size âşıksa, kâinatı saran aşka bir çağlayan akıtıyorsunuz demektir.
Mutlak surette aşkın yolları Galib’in “Hüsn ü Aşk”ında bahsedilen bütün yollardır ve size o yollardan gelen, yaratıcının yolundan geliyor demektir. Bunun farkında olması da şart değildir.
Elini tuttuğunuz varlık sahiden aşksa, siz evrenle el ele tutuşuyorsunuz demektir. Bu tanımlamaya göre aşk Allah’a ulaşmaktır. Böyle inananlar için Allah’a ulaşmanın yollarından biri sevgilinin gözleri oluyor. Öyleyse O sevgili, bu kadar zulme karşı savaş veren, bu kadar haksızlığa meydan okuyan bir yüreğin sahibi olmalıdır. Çağın büyük vahşetine ve dehşetine karşı sessiz kalan bir imanlı kişinin kendi içindeki aşk sandığı, ilahi aşk sandığı duygu esintilerinin tam orta yerinde onun kendi kurtuluşunu ön plana alan bencilliği oturmaktadır. Aşk ise bencilliği sevmez. Odasındaki eşyaların ilahi çektiği inancıyla onları düzenleyen, gece gündüz zikrederek Allah’a kavuşup İnsan-ı Kâmil olmaya kalkanlar, adaleti sonsuz yaratıcının, yeryüzündeki açlıktan ve katledilerek ölenlere dair savaşımı olmayanlara yüce makamlarından hangisinde yer vereceğini de hesaplamalıdırlar.
Belki bir ağaç dikmek evreni kaplayan aşka bir armağandır
Ama Mevlana’nın belirttiği gibi “Küçük bir çiçeği salla-yeryüzünün ve yıldızların temeli sallanır” iken, milyonlarca insanın katledildiği, haksızlığa ve zulme uğradığı zamanda aşk sevgilinin gözlerinden ulaşılan cennet olamaz...
Ama mutlak olan şu ki
Her aşk tüm aşkların oluşturduğu ırmağa akar
Her aldatışın tüm aşklara ihanet etmek olması gibi
Sistemin kafana zorla soktuğu olmayan hayallerini yıkmalısın önce.
Değilse bu derin ve iflah etmez yalnızlığında bekleyerek acı içinde geçecek ömrün.
Bütün anlayışlarını değiştir. Arkadaş, dost, mutluluk, iyilik, adamlık, huzur, aşk, sevgi ve bunlara benzer kavramlarını yeniden tanımla. Değilse kafandaki şablonu bu dünyada bulman mümkün görünmüyor.
Bütün bunlara dair konulmuş olan kuralları biz koymadık. Birileri koyup bizi de inandırdı. Dostluk dediklerini arkadaşlık dediklerini aradık, denedik, yanıldık.
Aşkın mutluluğun mutsuzluğun tanımları ve ölçüleri verildi.
Öğretmen kız (veya erkek) ,öğretmen eş aradı âşık olmak için, çevresinden, en yakınlarından başlayarak onların beğeni onaylarına uygun olanı aradı. Şansı yaver olup da eğer benzerlerinden daha güzelse, bu defa öğretmen, öğretim üyesi, doktor falan hayal etti, daha da güzelse –yakışıklıysa varlıklı ve kariyeri daha yukarda birini hayal etti... Kurallar yazılı değildi ama böyleydi. Zaten de aradığı ölçülere üç aşağı beş yukarı uygun olanı yakalar yakalamaz da âşık oldu. Eğer şansı yaver değil de tanımlanan ölçütlere göre çirkin sayılıyorsa, meslektaşı ama yakışıklı birini aradı, bulamayınca, kendisi gibi bulamayan birini aradı... Bulunca da âşık oldu. Komşuların, akrabaların “bunu nerden buldun ya! ” demeyeceği birini aradı.
Ortalıkta dolaşan milyonlarca aşkın, neden sonunda “aşk değilmiş” denilerek bitiş düdüğü acılı bir biçimde çalınır. Bu insanlar yıllarca birbirini hırpalayarak asıl beklentilerine uygun birer insan haline getirmeye, onun doğasını değiştirmeye çalışırlar boşu boşuna. Sonuçta da ortaya psikolojisi bozulmuş, kimliği kişiliği örselenmiş, mutsuz ve eskisi gibi gülemeyen insanlar çıkar. Seni değiştirecek olandan uzak dur, eğer kendin değişmek istemiyorsan.
Daha ne duruyorsun sen böyle ölgün bir yorgunlukta geçen demlere ağlarken
Dereler menderesler yararak ırmaklara koşmakta
Bir kısrak kulunlar ovada salkımsöğüdün altında
Sevişir eşkin bir rüzgâr çırılçıplak meyve gebesi dallarla
Daha ne duruyorsun gücenik bir yüzle kendi karanlığında ağlayan baykuşlar gibi
Bilirim kendini gerçekleştirememiş her yüz güceniktir
Ve zordur toparlamak deli suların dağlardan getirip ovaya serptiği kozalakları
Ve kurumuş yaprakları toplamak zordur
Onu rüzgâra bırakmalı bence
Çünkü imkânsızdır onu temizlemek en iyisi
Kalsın öylece zaten yeniden çiçeğe durur bu ağaçlar
bulut dağlara yar olmaz bütün zirveler ıssız
yıldız harmanı geceler kalır geride
ayrılır damla sudan -yaprak daldan
gurbet biriktirir her ömür
nere gitsek heybemizde yalnızlık
ayrılır yürek yardan
bütün aşklar kan
kavruluruz
şehirler geçer bizden yağmurlar ve gülüşler
bir daha görmeyeceğimizi bilmeden ayrılırız
soluk soluğa yanlışlarda
hep dönülmez bir yerleri ararız.
ADNAN DURMAZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder