Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Aralık 2011 Cumartesi

YAVUZ AKÖZEL: Anka Kuşu



 ANKA KUŞU

Hava yine puslu. Gri bir sis tabakası, uzaklarda görüleşen kentin birbiri üstüne abanmış evlerini gizemli bir tabloya dönüştürüyor. Kahırlı, acı veren bir tablo! "Kahırlı ve acı veren" diyorum, çünkü bu koca kentte yaşayan insanların ezici çoğunlu kıt-kanaat geçinen insanlar.

Şu, yüksek yüksek binaların dıştan yansıyan görkemli görünümleri de sizleri aldatmasın. Küçücük küçücük odacıklara sıkıştırılmış milyonlarca insan açlığın sınırında korkunç bir boğuşmanın içerisinde insanlıktan çıkıyorlar.

Yine de bu milyonlarca insanın yaşam standartları bizim için kıskanılacak bir durum! Biz, geriye kalan milyonlar, daha da altı, en alttakileri oluşturuyoruz. Şöyle başınızı kaldırıp, kentin dağını taşını dolduran bizim yıkıntılarımıza bakınız! Kentin en dışına dek, uzaklarda görüleşen yüksek dağların yamaçlarına dek, sel yataklarına, korkunç yarların en uç noktalarına dek ulaşmışız.

Bunları neden yazıyorum ki? Bu bir öykü girişi değil gibi! Ama artık gizli-kapaklı bir şey kalmadı! Her şey ortada ve şimdilik herkes kendi hesabına düşene gönlü yatmış gibi görünüyor. Bu olanaksızlıklar içerisinde çırpınan, çaresiz kalan ve acı çeken milyonlarca yüksek binaların ve gecekonduların insanlarının karşılarında en donanımlı lüks içerisinde yaşamlarını sürdüren insanlara, ufacık da olsa bir tepkileri olmuyor! Anlayacağınız, zengin ve fakir, kurt ve kuzu gibi değil, kardeş kardeş bir arada yaşıyorlar! Biri yiyor, diğeri de melül melül bakıyor!

Parasızlık ve kimsesizlikten, zar zor girmeyi başardığım üniversiteyi bırakmak zorunda kaldım. Şimdi yana yakıla iş arıyorum. Doğrusu babam öldükten sonra, beş nüfuslu ailemizin tüm yükü benim üzerime kaldı. Esmer olduğum için değil, Roman olduğum için iş bulamıyorum. Sahi benim Roman olduğumu nerden anlıyorlar? Bunu bir çözebilsem! Hayır, hayır! Bu sadece kurguladığım bir kuruntu bence. Ama garsonluğa bile razıydım. Şöyle tepeden tırnağa beni süzen patron düşündü, düşündü, sağa sola döndü, alttan üstten aldı, çarptı, böldü sonunda “Hayır!” dedi! Peki buna ne demeli?

İçimde bir kuş, bir serçe kuşu çırpınıyordu… Bu çırpıntı giderek büyüdü, büyüdü, kocaman kanatlarını çırpan bir Anka kuşuna dönüştü. Anka kuşu, uzun kış gecelerinde sobanın etrafına sıra sıra dizilip de ninemin anlattığı ve yalvararak tekrar tekrar anlatmasını istediğimiz o mest olduğumuz masaldaki kutsal kuştu. İnsanları sırtına alıp, kocaman kanatlarını çırpa çırpa, açlığın, yoksulluğun olmadığı, oyuncakların, her türlü yiyeceğin, hatta çikolatanın bile istemediğin kadar bol olduğu mutluluğun ülkesine uçurup götürüyordu…

Orada, bütün bir kış boyu soğuktan titreme, ev kirası, dayak, babaların işsiz kalması, elektrik, su faturaları yoktu. Üstelik o ülkede biz Çingenelere de oldukça değer verirlermiş. Babam orada hemen iş bulabilir, eve her gün gülücükler saçarak ve dilediğimiz her şeyi alarak gelirmiş. Üstelik, artık ne bize ne de anneme tek fiske bile vurmazmış! Yalnız o ülke çok çok uzaklardaymış. Anka kuşunun yemek gereksinimini karşılamak için tonlarca et ve suyu kanatlarının köşeciklerine yüklemek, sonra da ‘gak’ deyince et, ‘guk’ deyince de su vermek gerekirmiş!.. Ninem böyle anlatıyordu. Ama biz de Anka kuşuna verecek ne et, ne de su vardı. Aradan yıllar geçti... Sürüne sürüne, ama o çocukluk yıllarımıza özgü güzel düşlere yata yata bugüne dek geldik!

Evet, havanın puslu olması yetmiyormuş gibi aynı zamanda soğuk! İnsanı iliklerine dek donduracak bir soğuk yani. Kentten böylesine uzaklaşmama ve bu soğuğu iliklerime dek duyumsamama aslında otobüs beklerken başımdan geçen bir olay neden oldu. Anlatayım: Aralık ayını da geride bırakıp kapkara bir Ocak ayını, hep birlikte, yani biz, zar zor geçimini temin eden insanlar kapıda, anlatılması güç bir acı ve ümitsizlikle karşılıyoruz!.. Gerçekten de kapkara bir aya ve tamamen umuttan soyutlanmış bir yeni yıla giriyoruz… Acı ve ümitsizlik dolu bir yeni yıl! Daha şimdiden gökyüzünde rengârenk parlak ışınlar, göz kamaştırıcı yıldızlar saçan havai fişekleri bir biri ardı sıra patlıyor.

Bu bana zevk değil, keder veriyor. Demek ki diyorum, ”Bir yıl daha boşu boşuna, bir yıl daha çaresizlik ve acılarla, üstelik öğrenimini de yarıda bırakmış olarak geldi ve geçti!” Ama içimde ekolaşan bir ses şöyle konuşuyor benimle: “Haydi, haydi, bu kadar karamsar olma!” diyor!  “Güzel şeyler olacak, çok güzel şeyler! Bugüne bakıp da yarın için kesin yargılara varma! Yanardağlar aniden patlayıp, püskürmüyor mu?”

Ekolaşan bu ses, çok uzun sürmüyor. Şöyle geçmişe dönüp bakıyorum, şu bas bas bağıran karanlığın bizde uğrattığı yıkımlara dönüp, bir yol bakıyorum!

Her acıya ve soruna, asla pabuç bırakan cinsten değilimdir… Neşeli türküleri severim! Gönlümü ferah tutmak için uzun havalara, mayalara ve “beklerim her gün bu sahillerde“ gibi hüzünlü şarkılara yan çizer, gidip mastikanın, çiftetellinin yanına demir atarım.  İşte ben ve bizim gibi olanlar böyleyizdir… Unuttum söylemeyi, ben Çingene veya bir başka deyişle Roman’ım

Babam anlatırdı, eskiden bize ‘Kıpti’ derlermiş ve nüfus cüzdanlarında da ‘Kıpti’ yazarmış. Elbette ki söylenenlere aldırmıyorum. Roman, Çingene veya Kıpti söyledikleri için değil, hayır! Aşağı gördükleri için de değil; iki gözüm önüme aksın, yaşamamız için en ufak bir şans tanımak istemedikleri için gönül koyuyorum.  İnsan hor görülmelere, aşağılanmalara, tepeden bakılmalara, kovulmalara, küfür edilmelere bir yerde katlanıyor ve artık umursamıyor. Bir yerde ekmeği kapabilmek için küfre karşı gülücükle yanıt veriyorsun, kovulmalara karşı sırnaşıklaşıyorsun!

Benliğime dokunmuyor mu peki? Elbette dokunuyor! "Katlanmak" ile “benliğine dokunmak” ayrı şeyler olsa gerek. Her kovuluş ve aşağılanmaya bilerek kendi ayaklarınla gidiyorsun. İçinde bir umut vardır sürekli, güzel bir şey olacak duygusu anlıyacağın… Ama her şeye hazırlıklısındır da… Çünkü aslında ne olacağını az çok tahmin edebiliyorsundur. Buna “katlanmaya hazır olmak” denir. Ama kovulduktan, aşağılandıktan sonra, ne kadar gülmeye çalışırsan çalış, ne kadar insanı hop hop oynatan türküler söylemeye çalışırsan çalış; yüreğinde bir kan seli akıyor, bir acı şey içini kavuruyor. Sonra kan seli sanki soğuyan bir lav gibi donuyor, taşlaşıyor. Taşlaşan bir kin yumağı oluyor...  Siz dağlardan denize doğru akıp da donmuş lav yataklarını hiç gördünüz mü? Önce kıpkızıl ha bire akmışlar akmışlar, sonra da yavaş yavaş, usulca taşlaşmışlar.

Akşam bitişiydi. Güneş, İzmir körfezini tam arkasına almış, tepede bulanık görüntüsü içerisinde görüleşen Kadifekale’nin hizasında kızılı ağır basan bir renk karmaşası ile batmak üzereydi. Akşamın ayazı, insanın iliklerini adeta donduruyordu... Otobüs durakları ana-baba günüydü. Seyyar satıcılar arabalarına yükledikleri sebze, meyva, plastik eşya, tekstil gibi mallarını son bir hamleyle durakta birikmiş, otobüs, minibüs bekleyen insan kalabalığına satmak istiyordu. Herkeste bir telaş ve bir an önce evlerine ulaşabilmenin sabırsızlığı vardı. Satıcıların birbirine karışan bağırtıları, arabalardan çıkan homurtuyla karışık korna sesleri gerçekten bu kızıl ve bir renkler tayfına bürünmüş akşamın içerisinde insana yine de garipsi bir hüzün veriyordu. Çünkü satıcıların haykırışları titrek ve yalvarıcı oluyor bu soğukta. Onların bu titrek ve yalvarıcı haykırışlarında hemen kentin en sonuna, en ıssız yerlerine atılmış yıkıntı evler ve babalarını bekleyen aç ve perişan çocuklar, çaresizlikle onları avutmaya çalışan anneler gözlerimin önünde görüleşiyor.

On sekiz, yirmi yaşlarında benim gibi oldukça esmer bir bayan, topuklarına kadar uzun kırmızı bir entarinin üzerine dizlerinin hizasında siyah, eski bir manto giymiş; ince, beyaz bir lastikle bağladığı gür, simsiyah saçları neredeyse belinin hizasında. Bizim tarzda yani, alacalı bulacalı giyinmiş olmasına karşın, (biz Çingeneler, alacalı bulacalı, canlı, parlak renkleri çok severiz! ) endamı, güzelliği tüm ilkelliklerini ört bas etmeye yetiyor da artıyor bile. Roman olduğu her halinden belli. Göz göze geldik… Gülümsedim. Tam o sırada yanına sokulan 15–16 yaşlarında yine Roman olduğu, adeta paçalarından akan genç, bayana yaklaşarak usul usul bir şeyler anlatmaya başladı. Ama genç kız hep omuz silkiyor, başını olmaz gibilerinden yukarı doğru kaldırıp indiriyordu. Elinde taşıdığı tıka basa dolu poşetle beraber sürünürcesine gencin yanından bana doğru üç-beş adım attı. Ama genç, bir kez bayanın başına dolanmıştı ve rahat bırakmaya hiç de niyetli değildi.

Durakta bekleşen kalabalığa hiç aldırmadan bayana daha da yaklaşıp, sigarasını yere attıktan ve diğer elini de cebinden çıkardıktan sonra, kızın bileklerine yapıştı. Kızın bir elinde tuttuğu tıka basa dolu poşet yere düştü, bileğini kurtarmak istediyse de oğlanın iri, güçlü, bir pençeyi andıran elleri buna izin vermedi.— Hadi gel, eve gidiyoruz!
— Hayır, gelmiyorum!
— Geleceksin!
— Ben kendi yoluma gitmek isterim!
— Eve gel de, bunları kendin söyle!
— Nedenmiş o? Her zamanki gibi değil mi? Sabahın köründe düş yollara, taaa gecenin körüne kadar çalış, son kuruşuna kadar getir ver! Gecenin körüne kadar çalıştığım yetmiyormuş gibi, evde de yatağı boylayana dek eşekler gibi hizmet et. Yetti artık arkadaş, ben yokum, benden buraya kadar!
— Anne, iki gözü iki çeşme, yatakta hasta yatıyor. Baba, hiç kimseyle konuşmuyor, lal oldu, lal! Ya ufaklıklar? Gel de gözlerinle gör, acınacak durumdalar!
— Anne çok mu hasta? Ya Bayramşah? Salih?
— Anne çok hasta valla… Bayramşah ve Salih tam perişan oldular senin yokluğunda! Her şey sana bağlı Gülendam! Her şey sana bağlı! İstersen gelme!

Kalabalığın içerisinde, olaya kulak verip izleyenler tartışmanın bir rahatsız etme, sürtünme olmadığını çok geçmeden anladılar. Başı örtülü, elli yaşlarında gösteren bir bayan, yanındaki aynı yaşlardaki bir başka bayana;
— Çingene ama güzel, dedi. Yanındaki bayan da
— Güzelliğine güveniyor, evden kaçmış herhalde, diye yanıtladı onu.
— Ah bu kışın ayazında evden mi kaçılırmış? Tam geri zekâlılık yani diye, bir başka bayan kafasını uzattı duraktaki akşam ayazının bu ayaküstü muhabbetine.


Uzanan dördüncü başörtülü, yine elli yaşlarında gösteren, uzun karga burunlu, kısık gözlü, cırtlak sesli bayan,
— Amann, kaçarsa kaçsın! Alt tarafı bir çingene değil mi? Çene yormaya bile değmez ayol, şunların kılıklarına bir baksanıza!

O sırada gelen otobüse, durakta bekleyenler en önce binmek için saldırıya geçti. Kadınlı erkekli, çoluk çocuklu, bebekli bir insan yığınağı birbirlerini ezmeye, iteklemeye başladılar. Kimsenin kuyruğa girmeye, beklemeye tahammülü artık kalmamıştı. Delikanlı, Gülendam’ı otobüse doğru çekmeye çalışıp,
— Haydi, haydi gelsene, sonra yer kalmıyacak, diye üsteleyince dayanamayıp yanlarına gittim:
— Arkadaş rahatsız etmesene bayanı. Hem bileğinden tutmuşsun, ne hakkın var böyle hırpalamaya?
—Sana ne? Senin üstüne vezife değil! Çek git yoluna!
—Sen bayanı rahatsız etme, bileğini de bırak öncelikle. İşte o zaman ben de yoluma çeker giderim!
—Bileğini tuttuğum bayan, benim bacım!
—Neyin olursa olsun! Böyle bileğini tutmaya, sıkıştırmaya, zorlamaya, zorla otobüse bindirmeye çalışmaya hakkın var mı?
— Amma da kafa ütüledin ha birader! Bu bayan benim bacım diyorum! Kaç hafta oldu eve gelmiyor. İş yerinden de izin almış! Üff... Be! Neye anlatıyorum ki?..

O sırada otobüs tepeleme dolmuş ve zar zor kapılarını kapatıp hareket etmişti. Ama yine de durak hınca hınç doluydu. Sanki otobüs gelmemiş ve tıka basa yolcu yüklenip gitmemiş gibiydi. Akşam, yerini, giderek ayazı daha da keskinleşen bir geceye bırakıyordu. Durağın önüne tezgâhını kurmuş olan simitçi, bir yandan arta kalan simitlerini ara sıra üşümüş, çok derinlerden çıkan bıkkın sesiyle “taze gevrek” diye satmaya çalışıyor, öte yandan da bize laf yetiştirmekten geri kalmıyordu:
— Sen ne karışıyon gardaşım? Oğlan bacısını eve götürmeye çalışıyor, sen de tutmuş pişmiş aşa çomak sokmaya çalışıyon. La hevlevela!
— Bayan gördüğüm kadarıyla on sekiz yaşını çoktan geçmiş ve kendi sorumluluğuna girmiş. Gitmez gitmez! Zorla götüremez ya! Hem belki gitmek istemeyişinde bilmediğimiz nedenler vardır?
—Zorla veya iyilikle! O erkek kardeşiymiş duydun ya! Götürmeye de, vurmaya da tutmaya da hakkı var. Kızın avugatlığını yapmak sana mı kaldı?

Sözüne devam edecekti ki, başımıza üşüşmüş olan ve merakla bu çekişmenin sonunun neye varacağını ilgiyle izleyen kalabalığın arasındaki altmış yaşlarında kelli felli, gri fötr şapkası yine aynı renk ipek atkısıyla emekli bir bürokrat görünümündeki bey:
— Elbetteki tutar, deyip bana haince baktı ama ortaya konuştu. Sonra bacısının bileğini hâlâ bırakmamış olan delikanlıya dönüp:
— Bırakma evladım, gerekirse iki de tokat at, kız kardeşini al ve eve götür!
Sonra Gülendam’a dönüp :
 Kızım eve git ev! Bak, güzelmişsin de! Vallahi kaparlar, kaparlar!
Delikanlıyı bu otoriter ses daha da yüreklendirdi ve bana doğru haince bakarak, beye yanıt verdi:
— Evet beyamca! Gerekirse döverim de. Bacım değil mi? Evet gerekirse döverim de!

Kalabalıkta karmaşık sesler çıkıyordu. Kimi dövebilir, kimi dövemez diye düşünce belirtip, ne kadar bilge olduklarını gösteriyorlardı. Yaşlı bir bayan:
— Bıraksın bayanı ayol! Gitmez gitmez. Zorla güzellik olur mu,  diye kestirip attı.
Bir başka yaşlı bayan,
— Kötü yola düşebilir, diye işaret parmağını sinirli sinirli sallayarak itiraz etti.

Elindeki şemsiyeyi baston gibi kullanan, sinekkaydı tıraşlı, ince bıyıklı düz siyah saçlarını briyantinle adeta zamklamış, kırk yaşlarında bir bay:
— Ben böylelerini çok gördüm! Hırsızlık, gizli zina, kaptı-kaçtı… Her şey beklenir bunlardan, bu çingeneler yok mu? Ihı ... Ihı... Belki de bu yaptıkları bile rol, polim!

Adam resmen açıktan açığa tüm zehrini kusarak, bizlere hakaret ediyordu. Artık bu kadarı fazlaydı. Karşısına dikilip:
—Senin yaptığına resmen terbiyesizlik denir, diye adama yumruklarımı gösterdim. Hiçbir şey olmamış gibi nikotinli dişlerini açığa çıkaran ukala bir sırıtışla kalabalığın arasına karıştı.

O sırada gelen otobüsü gören kalabalık, bizi bırakıp itişe kakışa otobüse saldırıya geçince, Gülendam, ben, delikanlı, bir de simitçi kısa süre baş başa kalmış olduk böylece.

Şemsiyeli adamla tartışıp ardından da yumruklarımı gösterdiğimi Gülendam'ın kardeşi görmüştü. Delikanlı bana dönüp,
— Sen de bizdenmişin be abe? Yani Roman, diye ezik ve ürkek bir ses tonuyla sordu. Sonra,
— Kusura bakma be abe! Yani benzettim de, diye yutkunarak biraz da mahcup konuşmasını sürdürdü.

O bana haince, hırsla bakan genç gitmiş, aniden yerine mahzun, çaresiz bir çocuk gelmişti:
— Annem hasta, çocuklar perişan, odun yok, ekmek yok, Gülendam’ı götürmem gerek, diye bir mırıltı şeklinde usulca konuştu.
— Ben de Roman’ım dedim. Bir kilometre uzaktan bakan bile ne olduğumu hangi milletten olduğumu hemencecik anlar!

Birazcık da şakayla karıştırıp, yumuşak, sevecen bir tonla söylemiştim.
Araya Gülendam girerek, yalvarıcı bir ses tonuyla:
— Abe be. Bak sen de bizdenmişsin, zaten ilk gördüğümde anlamıştım. Bak ben kardeşimden büyüğüm, yine de erkek olduğu için bana hükmetmeye çalışıyor… Söyle de beni eve götürmeye kalkmasın! Gitmem!
— Peki, gideceğin, kalacağın yerin var mı?
— Var! Uzundere’de bir gecekondu odası… Kardeşim tanır onları, Fatmagül ablaları yani. Bir odasını bana verdiler ucuza…
Dönüp Gülendam'ın kardeşine:
— İşte duydun! Evi de varmış. En iyisi sen şimdi...
Genç ne söylemek istediğimi henüz son sözcükler ağzımdan dökülmeden anladı ve karşı durdu:
— Hayır abe be!.. Şurdan şuracığa gidersem namerdim! Bacım eve gelecek, annem hasta!

Aslında ben da Gülendam'ın eve gitmesini, annesine, babasına, kardeşlerine kol-kanat germesini istiyordum, ama sakıncalar da görüyordum. Gazetelerde okuyor, televizyonlarda gözlüyorduk:
“Kızını zorla pazarlayan hain anne suçüstü yakalandı!”
“Çocuklarına zorla hırsızlık, kaptıkaçtılık yaptıran baba yakayı ele verdi.” vb.
Gülendam’a dönüp:
— Gülendam bak, annen hastaymış, küçük kardeşlerin de perişan! Sakıncası yoksa git eve, ha, diye usulcacık kulağına fısıldadım.

Annesinin hasta, kardeşlerinin de bakıma muhtaç oluşları gerçekten Gülendam’da daha ilk duyduğunda bir etki bırakmış, onu bir ikilem içerisine sokmuştu. Şimdi de benim üstelemem ve anımsatmam üzerine, yanıt vermeden, direnmeden başını öne eğip sessizleşti. Yine de huzursuzdum. İçimdeki bir ses ‘Sen de git,  gözlerinle gör ki huzura kavuşasın’ diye fısıldıyordu. Ama asıl bu değildi beni gitmeye zorlayan neden. Gülendam’daki bir giz, içime ılık ılık akan bir iksir, beni ona doğru sürüklüyordu. Ona doğru koşan bir coşku, sevinç hemen oluşmuştu içimde! Gülendam’da kendime ilişkin bir şeyler yakalamıştım. Mutlaka yaşamını da görmek istiyordum. Mutlaka kendime ilişkin acı fakirliğimin yankısını onların bu otobüs durağına dek yansıyan fakirlikleriyle karıştırıp yoğurmak istiyordum. Ondaki bu küçücük isyan korunu, içimde kıvılcımlanan sessiz isyanla birleştirip müthiş bir aleve dönüştürmek istiyordum.

Gencin de duyacağı tonda:
— Kabul ederseniz ben de gelip ailenizle tanışmak isterim, dedim ve sorgulu gözlerle iki kardeşin gözlerinin içerisine baktım.

Tepeleme birbirimizin üzerine abanarak gidiyoruz. Bir bakıma da iyi oluyor. Üşümemiz geçti, ısındık. Otobüs her durduğu durakta biraz daha hafifliyor. Sonunda kentin son evlerini de geride bıraktık. Karanlık iyice çöktü, sessiz bir gecenin içerisinde otobüs bir durup bir kalkıp tıslıyarak gidiyor. Düz yoldan sola kıvrılarak uzun bir sırtı tırmanıyoruz, yamaç olduğu gibi iğreti yapılmış gecekondularla dolu. Pencerenin buğusunu silip bu yarı karanlık, paslı ışıklarla aydınlanmaya çalışan garip yıkıntılara bakıyorum. Yolların kenarı su birikintileriyle dolu ve otobüs birikmiş suları savurarak yoluna devam ediyor. Ara sıra balçıklara batmamak için sekerek yürümeye çalışan insan siluetleri karanlığın içerisinde. Bir hayalet gibi görünüp yitiyorlar. Yıldızsız, soğuk ve karanlık gökyüzüne bakıyorum. Kentin bir ucunda, dağların ardına gizlenmiş bir gecekondu yığınağı! Ne zaman gelmişler? Ne zaman kondurmuşlar?

Sonunda otobüsten iniyoruz. Gülendam bana bakıp gülümsüyor,
— Evimiz hemen şu yolun kıvrımında, diye eliyle çamurlu sokağın sonunu gösteriyor. Evlerin hepsi birbirine benziyor, öyle iğreti ve iniltili. Çıtı çıkmayan bir sessizlikte ve yorgun düşerek gecenin karanlığına yaslanmış. Sokaktaki bozuk florans lambası pır pır yapıp, bir yanıyor, bir sönüyor ve çamurlu yolun öbür ucunda, beş-altı tane sokak köpeği, kuyruklarını apış aralarına sıkıştırmış hırlaşıyorlar.

Ev gerçekten soğuk. Gülendam’ın babası benimle toka yapıp, merakla beni incelerken, bir yandan da çatırtılarla kırdığı sebze ve meyva kasalarını, iğreti kurulmuş bir saç sobaya tıkmaya çalışıyor. Dört-beş yaşlarında gösteren ve her haliyle de ikiz oldukları belli olan biri kız diğeri oğlan iki sevimli çocuk, bana yabansı yabansı, simsiyah gözlerini dikerek, ürkek ve merakla bakıyorlar. Köşede, pencerenin dibindeki divanda hasta yatan anne, kızını ve beni görünce doğrulup kalkıyor. Hâlâ güzelliğini yitirmemiş yüzünde içleri ferahlatan bir tebessüm ve mutluluk dolanıyor.

Yanan soba, odanın soğuğunu bir parça olsa da kırıyor. Sonra Gülendam annesinin duldasına oturup ellerini tutuyor, saçlarını okşuyor ve yüzünü yüzüne sürüyor. Pencerenin kenarına gidip perdeyi aralıyorum. İçimden ‘artık gitme zamanı geldi’ diye düşünüyorken, Gülendam’ın babası:
— Bu soğukta yollara düşüp de rezil olma, hem bu saatten sonra otobüs de olmaz! İstersen bu gece burada kal evladım, diye üsteliyor.

Yanıt vermiyorum. Dışardaki karanlığı ve uğuldayan soğuk rüzgârı dinliyorum. Derinlerden gelen bir çocuk ağlaması rüzgârın uğultusuna karışıp yitiyor.  Gülendam, gözlerimin içine bakıp “Gitme!” der gibi oluyor! Yüreğindeki bu fısıltıyı, yüreğimde duyuyorum.

Sonra çocukları usulca yanıma çekip, iştahla yanan sobanın yanında, dizlerimin dibine oturtuyorum. Ve başlıyorum anlatmaya. Anlattıkça coşuyorum ve sıcacık, masmavi bir gökyüzünde, mutluluğun ülkesine doğru uçuyoruz. Anka kuşuna 'gak' dedikçe et, 'guk' dedikçe de su veriyoruz! Bayramşah ve Salih ile beraber.


YAVUZ AKÖZEL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder