“Sanat,
ekmek peşinde
koşarsa alçalır.”[1]
Paul Gauguin’in, “Sanat ya intihâldir ya da devrim”; Albert Camus’nün, “Sanat gerçeğe karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz,” diye betimlediği konuda; “Sanatın en yüce amacı, insanî formlar göstermektir, olabildiğince duyusal anlamlı ve olabildiğince güzel,” notunu düşer W. Goethe de…
Bu uğurda “Ne”yi ve daha çok da “Nasıl”ı düşünen; “Taze bir öz eski biçime uymaz,”[2] diyen sanatçı için Pablo Picasso da, “Her yandan gelen duyguları algılayan bir anten gibidir,” der…
Yaygın anlatıyla; Michelangelo’ya sormuşlar: “Bu kaya parçasından muhteşem Davut heykelini nasıl yapabildin?” O da demiş ki: “Hayalimde Davut zaten vardı. Mermerin fazlalıklarını aldım, Davut açığa çıktı…”
Yine W. Goethe’nn ifadesiyle, “Hakiki sanatlı anlatımın didaktik bir amacı olamaz. O, cevap vermez, azarlamaz, yalnızca sonuç olarak görüş ve davranışlar geliştirir ve bu yolla da aydınlatır ve öğretir.”
Ancak bunun böyle olmasının önündeki en önemli etken yine sanatı sanat olmaktan çıkaran meta fetişizmidir…
Ali Artun’un deyişiyle, “Kültürün özelleştirilmesiyle birlikte sanata yatırılan para inanılmaz ölçülerde şişmiş ve bu da bir grup müzayede zengini sanatçı yaratmış”ken; kapitalizmin “Sanat dünyası tabii ki paranın döndüğü, değerlendiği bir borsa da sayılabilir.”[6]
Oysa kendine özgü bir gücü olduğunu, bugünde yarını görebildiğini söyleyen Kandinsky’nin işaret ettiği sanat bu değildir…
Gerçekten de Paul Klee’nin, “Dünya -bugünkü biçimiyle- olabilecek tek dünya değildir,”[7] saptamasındaki bir yaratıcılık olarak sanat; örneğin resim boyutuyla bir “Biçim oluşturan düşünme”dir.[8]
“İnsanın ürettiği en karmaşık ürünlerden biridir resim. Tarihi çok eskilere dayanır. İlk insanın mağara resimleriyle başlayan bu yaratıcılık süreci aynı zamanda ilk iletişim araçlarından biridir. İnsanlığın yazıyı bulmasına da ilham vermiştir.
Aslında “Leonardo’nun dehası” da böyledir; yani ticari olmaktan uzak insanî bir yaratıcılıktır…
Bu bağlamda resmin ana öğelerinden biri değil resmin kendisidir insanîlik.
Zaten Monet’den Picasso’ya uzanan sonsuzluk da budur; buradadır…
Zaten bir sanat olarak resmin temelinde, dünyayı ve insan(lık)ı sorgulayan, inceleyen, yorumlayan bir yaratıcılık oluşumu yatar.
Çünkü Yüksel Arslan’ın, “Sanatta güncel kalabilmenin yolu, gündemdeki konuları ya da en son felsefi kavramları (üstelik beceriksizce) illüstre edebilme çabasında değil, kendi yaşam felsefeni yaratıcı bir biçimde üretebilmekten geçer. Moda diye yeni medyaya yönelen değil, kullandığı mecranın sınırlarını sorgulayabilen ve genişletebilen sanatçıdır, ‘güncel’ olan. Zamanını gününün hayhuyuyla değil, çağına tanıklıkla geçirenler ‘güncel’ kalır ve aslında bunu herkes bilir.” “Sanatta ciddi olmak kadar mizah yanını da düşünmek çok önemli. Ben buna büyük komedya ve büyük trajedi diyorum. Eğlenilecekse tam eğlenilmeli, ağlanacaksa tam ağlanmalı. Hayat böyleyken sanatın da böyle olması gerekiyor bence,” kaydını düştüğü koordinatlarda “Sözün bittiği yerde resimle diyalog başlar… Sanatın özü her zaman özgürdür ve evrenseldir…”[10]
Ardından da ekler John Ruskin, “İyi bir resimde el, kafa ve yürek uyum içindedir”; Henri Matisse, “Bir kilo mavi yarım kilo maviden daha mavidir”; Henri de Toulouse-Lautrec, “Önemli olan tek şey var: Bir şeyin özüne işlemek ve onun daha iyisini yaratmak”; Addison, “Renkler, her dili konuşurlar”; John Opice, “Ben bu boyaları kendimle karıştırıyorum”; Pablo Picasso, “Ben aramam, bulurum,” diye…
“Mit Yaratıcı” olarak anılan Paul Gauguin de Onlardan birisidir…
Gerçekten de ‘Gauguin: Maker of Myth/ Mit Yaratan Gauguin’ belli bir coğrafyanın hikâyesini, o toprağın renkleriyle bütünleşmiş efsaneleri bambaşka yerlerde yeniden anlattı hep.
“Aslında ne zaman Gauguin’i düşünsek, hep, çoğunlukla Tahitili kadınların rengârenk, göz alıcı resimlerini yapmış, burjuva uygarlığının insan ruhunu yok eden maddeciliğine karşı çıkmış bir ressam gelir aklımıza. Saçlarındaki güzelim çiçekleriyle, dudaklarındaki tarifsiz gülümseyişleriyle, hayatın ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini sorgulayan bakışlarıyla Tahitili kadınlar.
1891’de Tahiti’nin başkenti Papeete’ye varışı, Gauguin’in yaşamını değiştirecektir. Bu benzersiz varışı şöyle anlatır:
Sanatçının oluşumuna giden bu yolu yadsıyamayız. Gauguin’in, daha adının bile konmadığı bir dönemde postempresyonizmin ustası olduğu söylenebilir. Bugün bir gezgin, yazar ve ressam olarak görülmelidir Gauguin.
“Bundan böyle rengin modern resimde oynayacağı müzikal rolü düşünün. Renk, müziktekiyle aynı anlamda bir titreşimdir; o yüzden de, doğada en yaygın, ama aynı zamanda en belirsiz olan şeye, doğanın iç gücüne erişebilir.”[11]
Ve anlamanın, değiştirmenin önemli bir parçasını oluşturan resim deyince en anlamlı örnek olarak Frida Kahlo…
6 Temmuz 1907’de Mexico City’nin güneyindeki Coyoacan’da doğan Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, altı yaşındayken geçirdiği çocuk felcinin sonucu olarak bir bacağı engelli kalmış. Bu engeliyle baş etmesini bilen Kahlo, genç kızlık çağında, dönemin en iyi eğitimini veren Ulusal Hazırlık Okulu’nda okumuş. Bu okul, onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirmiş. İleride Meksika düşün yaşamının önemli isimleri olarak anılacak Alejandro Gomez Arias, Jose Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları olmuş. Okulda, anarşist bir edebiyat grubuna dahil olunca; güçlü bir kişilik oluşturmaya başlamış. 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası bütün hayatını değiştirmiş. Kaza sonrası leğen kemiği kırılıp, omuriliğinden sakatlanan ve vajinası paramparça olan bir kadın. Bu kazanın acısını bir ömür boyu çekip de ‘gık’ demeyen, güçlü kadın Kahlo, ülkenin en nevi şahsına münhasır ressamı olan Rivera’ya âşık oluncaysa kelimenin tam anlamıyla dağılıyor. Bir seferinde şöyle diyor hatta, “Ben sakat değilim, kırgınım…”
Kahlo ile Rivera’nın fırtınalı bir evlilik yaşamları oldu. Sağlık sorunları nedeniyle bir çocuğunu aldıran ve ard arda iki düşük yapan Kahlo, eşinin sadakatsizlikleri nedeniyle ondan ayrıldı ama bir sene sonra yeniden evlenip Kahlo’nun çocukluğunu geçirdiği Mavi Ev’e yerleştiler. Kahlo’nun da evlilikleri sırasında çeşitli erkeklerle ilişkileri oldu.
Frida Kahlo’nun 143 resmi var. Resimlerinin 55 tanesi oto-portrelerden oluşuyor. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, ‘gündüzlerinin ve gecelerinin celladı’ olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir. Resimlerindeki ustalık, Pablo Picasso’ya bile “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” dedirtmiş. Kahlo’nun resimleri sürrealist olarak değerlendirilse de o sürrealizmi reddetti. Resimleri aslında acı ve kesin gerçekliği yansıtıyordu. Kahlo’nun resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik tuvale aktarılmıştı.
Sonrasında… Diego Rivera 1929 yılında Frida Kahlo’yla evlendiğinde, dönemin entelektüel ve sosyal çevreleri Rivera’nın dev fiziğiyle Frida’nın küçük ve narin bedeninde göndermede bulunarak bu evliliği “bir fille bir güvercinin birleşmesi” olarak nitelemişlerdi. Diego Rivera, Meksika Devrimi sonrası hükümet tarafından başlatılan kültür programı kapsamında resimler yapmakla görevlendirilmiş, Meksika duvar resmi geleneğinin kurucuları arasında yer alan bir figürdü. Komünist Parti’ye yazılmış, 1917 devriminin kutlama törenlerine katılmak için Sovyetler Birliğine gitmiş, sürgündeki Lev Troçki’yi evinde konuk etmiş ve André Breton’la birlikte devrimci sanat manifestosunu hazırlamıştır.
Frida’nın eserleri acılarla ve çileyle doludur çünkü Frida mutluluğu yaşayamamıştır. Daha 18 yaşında geçirdiği trafik kazası hayatının akışını değiştirdi. Hayali olan tıp okumak yerine yatağa mahkûm olan Frida’nın belki de çizmekten başka şansı yoktu. Frida, bu sakat bedene hapsedilmiş asi, âşık ve devrimci bir kadındı. Parçalanmış bedenini resimleriyle bir araya getiriyordu. Yaşadığı acılar, geçirdiği 22 ameliyatın fiziksel çöküntülerinin, gerçekleşmeyen annelik isteğinin ve çalkantılı bir birlikteliğin karşımıdır. Otoportrelerinde izleyiciye çevirdiği sorgu dolu bakışlar, Frida’nın iç dünyasının aynasıdır.
Bu metalaştırmadan fazlasıyla payını alan sanatçılardan biri de Frida Kahlo’dur. Günümüzde altın çağını yaşayan kapitalizm, Kahlo’nun özellikle sosyalist ve feminist yönünü törpüleyerek talihsizliklerle geçen hayatının acılarını ve ayakta kalma mücadelesini melodrama dönüştürerek pazarlamaktadır. Bu pazarlamayı yapan kültür endüstrisinin en önemli ayaklarından biri olan medya, özellikle sermaye medyası, Kahlo’nun nasıl bir tutkuyla hasta yatağından kalkıp mitinglere, eylemlere gittiğini, ne kadar sıkı bir devrimci ve feminist olduğunu ve kapitalizme nasıl kafa tutuğunu anlatmazlar. Onun sosyal içerikli ve protest resimlerini öne çıkarmazlar. Bütün bu çabalara rağmen kültür endüstrisi pazarlayıcıları, Kahlo’nun politik ve feminist kimliğini görmezden gelme ve içini boşaltma konusunda başarılı olamamışlardır. Çünkü Kahlo, tüm dünyada ‘inadına aşk, inadına devrim, inadına sanat’ diyerek yaşamış ve varoluşunu bunun üzerinden gerçekleştirmiş bir kadın sanatçı olarak hâlen devrimci mücadelenin önemli bir temsiliyetidir. Sanatçı, tüm hayatını ve kimliğini üzerine oturttuğu bu sac ayağını kendi sözleriyle şöyle özetler.
Birincisi aşkım Diego,
İkincisi sanatım,
Üçüncüsü ise Komünist Partisi’...’[12]
Kahlo için devrimcilik öyle büyük bir tutkudur ki varoluşunu onunla başlatır; 1907 yılında Coyoacan’da dünyaya gelmesine rağmen bu tarihi asıl doğum tarihim dediği Emiliano Zapata önderliğindeki 7 Temmuz 1910’da Meksika devrimi tarihiyle değiştirmeyi isteyecek kadar büyüktür devrim tutkusu…
Kahlo’nun Meksika yerli kıyafeti içindeki otoportresi olan ‘Tehuana’ protest bir resimdir. Parlayan modernizm, beyaz adamın sömürgeci iktidarını cilalamaya devam ederken sanatçı, koloniciliğin yerlileri aşağı gören beyaz ırkçılığına karşı çıkar. Bu ırkçılığa Amerikanın asıl sahibi olan Latin Amerika ülkeleri ve onların yerli halklarını temsil eden geleneksel giysilerle cevap verir. Kendi ırkını üstün gören Avrupa kökenlilerin, yerli ırkların geleneksel kültürlerini yok etmek istemelerine ve kendi kültürlerini dayatmalarına karşın, Meksika’nın geleneksel giysilerini giyerek protestosunu görsel bir manifestoya çevirir…
“Evet sanat tarihçisi Dr. Helga Prignitz-Poda’nın, “Frida’nın tablolarını anlamak için zaman ve çaba harcamanız gerekir. Diego’nun tabloları ne görüyorsanız onu anlatır ama Frida’nın tabloları sadece iki değil, üç ya da dört boyutludur. Bu tabloların gerçekte ne anlatmak istediğini anlamak uzun yıllarımı aldı ama hâlen tam olarak çözümleyemediğim tablolar var,” diye betimlediği O; “Hayatını anlatımsal özgürlüğe, özgünlüğe, cesurluğa ve meydan okumaya adamış, duygularına çığlık attıran yenilikçi bir ressamdı; ‘Uçmak için kanatlarım varken ayaklarıma ne gerek var ki!’ deyişindeki üzere…”[13]
Diyeceklerimi sonluyorum.
Eğer W. Goethe’nin, “Sanat sınırsızdır,” saptaması doğru ise -ki buna kuşku yok-; o hâlde sanat ticari değil, insanîdir…TEMEL DEMİRER
[1]Aristophanes.
[2]W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.480.
[3]Abidin Kumbasar, “Sanat, Sanatçı ve Toplumlar”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2011, s.2.
[4]Jacques Ranciere, Özgürleşen Seyirci, Çev: E. Burak Şaman, Metis Yay., 2010, s.67-68.
[5]Don Thompson, Sanat Mezat, Çev: Renan Akman, İletişim Yay., 2011.
[6]Bedri Baykam, “Sanat Piyasası, Polemik ve İçerik”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2010, s.17.
[7]Paul Klee, Günlükler 1898-1918, Çeviren Selahattin Dilidüzgün, YKY, 2005.
[8]Nazan İpşiroğlu, “Klee’nin Dünya Görüşü ve Sanatı”, Cumhuriyet Kitap, No:1102, 31 Mart 2011, s.16-17.[9]Filiz Gencer, “Resim Sanatına Dair”, Tavır, Mart, Mart 2011, s.46-58.
[10]Canan Atalay, “Sözün Bittiği Yerde Resimle Diyalog”, Radikal, 5 Mayıs 2009, s.21.
[11]Hande Eagle, “Uçacak Kanatlarım Varken”, Cumhuriyet, 22 Mart 2011, s.16.
[12] Lütfiye Bozdağ, “İç Gerçekliğinde Yaşayan Devrimci Bir Kadın Ressam: “Frida Kahlo” http://emeginsanati2.blogcu.com/lutfiye-bozdag-devrimci-bir-kadin-ressam-frida-kahlo/9742574
[13] Hande Eagle, “Mit Yaratan Bir Ressam”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2010, s.17
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder