Merhaba,
Yeni bir yıl daha geliyor. Her ne kadar “eskisinden ne gördük yenisinden ne göreceğiz” desek de, umut her zaman yüreğimizin bir kıyısında tomurcuklanmaya devam ediyor. Ancak son tutuklamalar, yazarlara, kitaplara yönelik yasaklar; kadına şiddet, polis şiddeti geleceğe dair ışıklı bir iz göstermiyor.
Eski yıl, dünyamıza, ülkemize kan ve gözyaşı, zulüm, baskı üstüne baskı, bunalım üstüne bunalım, zam üstüne zam getirdi. Ama götürdükleri de önemli… İnsan haklarını sildi götürdü, adalet kavramını üstünü çizdi. Bir önceki yıllarda azalan özgürlüğü tümden götürdü.
2011’de anlaşılıyor ki, yeni yıl ülkemizde ve dünyada devrimci mücadelenin yükseleceği, barış, demokrasi ve insan hakları istemlerine karşı daha fazla baskının, zorbalığın, tutuklamaların geleceği bir yıl olacak. Dileğimiz gelen, gideni aratmasın!
31 Aralık günü, umutlarımızı, dileklerimizi, arzularımızı düşlerimizin kervanına yükleyip, taşınıyoruz yeni yıla. Dağarcığımızda şiir çiçekleri, terkimizde sevdalar ve umutlar; rotamızda barış ve dostluk...
Nihat Behram’ın dizeleri ile hareket başlıyor:”Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan/ Her kuşun palazlandığı bir yuva vardır.”
Sevgi ile direnç ile yollanırken yeni yıla; Salim Çelimli’nin dizeleri bir havai fişeği gibi çıkıyor ufkumuza: ”Sevda ile patlarken tohum/yeni aydınlıklar doğurur şafak.” Hasan Hüseyin de, sevgiyi karanlıktan çıkış yolu olarak gösteriyor: “dostlarım direnin karanlığa/sevmek yapabilir bu dünyayı/yeni baştan”
Şiirler, yeni bir yıl için umudun yolunu da açıyor:
“Önce yürek, önce inanç, önce kavga/Sonra yüzün, sonra elin, saçların/Güzel olan halklarladır yalnız halklarla/Yoksa ne bir gül kalır bahçemizden ne bir iz yarına”derken Turgay Gönenç; Ahmet Telli şiir ve yaşamak adına kesin yargısını dizelerine kazıyor:”Deli bir ırmak gibi akmalı/adına yaşamak dediğimiz,/sarsıntılar kalmalı anılar diye/ve ölüm bir gök gürültüsü /gibi gelmeli gelecekse.”
Kemal Bayrakçı yeni bir yıl için şu soruyu dillendiriyor: “Gün ışığı sütüyle emzirilen yaşamak / Niçin varmasın halkla ışıklı bir şafağa” Refik Durbaş da yeni bir sabaha özlemlerini şöyle dile getirir: “acı böylesine kararmaz yürekte/umut açar yediveren güllerini/sevinç açar aydınlığımın dağlarında/sevda açar şafağımın bahçelerinde.”
Şükrü Erbaş, karanlıktan çıkış yolunu şiirde buluyor: “Gece, yalnızlığımıza çekilen gökperdeyse / Şiir içerdeki aydınlığımızdır.” Yaşar Miraç ise, nihai gerçeği daha çarpıcı biçimde dile getiriyor: “bilinç türkü olmadıkça/gürül gürül çınmadıkça,/doğmaz kurtuluş günleri.”
Yeni yılın, ülkemiz ve tüm dünya halklarına daha çok özgürlük, daha çok adalet, daha çok barış daha çok esenlik ve geçim bolluğu getirmesini; sanatın aydınlığının yaşamımıza renk katmasını diler; değerli okurlarımızın yeni yılını kutlarız.
Ali Ziya Çamur
BU SAYININ SAVSÖZÜ
Ozan ki ağıt yakıyor, toplum canevinden vurulmuş demektir. Çünkü ağıt, ortak bir ezgiye katılmadır. Toplumun yürek damarına seslenmedir. Toplumun ozanlaşması, ozanın toplumlaşmasıdır. Alnında namlu gölgesini duydu mu ağıt yakar ozan. Gücü dilidir ozanın. Kolda güç, yürekte bilinçtir bu dil. “Kurt izi”nin, “sırtlan kokusu”nu ozanlar duyar toplum adına. Analara, harlı yanan gevrek tezekten el çektirir ozanın dili. Kara kıyma gözlü gelinlerin gözlerine yaş yürütür. Bebeleri ezgiye katar. Ozanın yaktığı ağıt, bir hançer ağzı gibi biler insanın yüreğini. “Güçlülerin düşmanlığı”nı onlar duyurur. Alıçları, söğütleri onlar dile getirir.
… Ozan ağıt yakıcı olunca Christopher Caudwell’in şu görüşü daha da doğruluk kazanır: “Şiirin kaynakları üzerine yapılacak bir inceleme toplumun incelenmesinden ayrı düşünülemez.” Ozanın ağıtıyla toplumun ağıtı da birdir. Ozan ağıt yakıyorsa, toplum da ağıta durmuştur. Çünkü bizim insanımızın en büyük sığıntı yeridir ağıt, güçlülüğünü gösteren bir anlatım biçimidir. Ozan, bireysel ağıtı toplumsallaştıran bir dil bilinçlenmesidir.
…İnsanımız ağıta mı sığınıyor, ağıtımız ozanlarda mı dile geliyor, yüreğimizde bir sızı başlamıştır. Biz yürek toplumuyuz. Yüreğimizi sızlatmasınlar… Toplumun türküsü, insanımızla, ozanımızla toplumun türküsü dağ ardlarından, tüm acıları aşarak gelir. Bu türkü, türkü olmaktan çıkar, keskin bir bilinç hançerine dönüşür. ADNAN BİNYAZAR (Ağıt Toplumu, May Yay.1979)
YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
DELİ DALGALAR DER Kİ:
“KAMPANYAMIZ SONA ERDİ, AMA DELİLİK SÜRECEK!”
“KAMPANYAMIZ SONA ERDİ, AMA DELİLİK SÜRECEK!”
Dışarıda Deli Dalgalar inisiyatifi,1 Temmuz 2011 tarihinde, “Dışarıdan İçeriye Kitap Köprüsü Kuruyoruz” sloganıyla başlattıkları kitap kampanyası 6 Aralık 2011 itibariyle sona erdi. Kampanya, yoğun talep üzerine 1 ay daha uzatıldı.
Bu konuda Dışarıda Deli Dalgalar inisiyatifi’nden şu açıklama geldi:
“Dışarıda Deli Dalgalar, 4 yıldır hapishanelerdeki siyasi tutsaklarla birlikte. Dolayısıyla kampanyanın bitmesi, çalışmanın bitmesi anlamına gelmiyor. 4 senedir yaptığımız “delilik”, kampanyanın bitimi sonrasında da, daha büyük bir coşku ve enerjiyle sürecek. Kampanya, zaten senelerdir yapılagelen çalışmanın kamuoyuyla, vatandaşlarla paylaşılmasına dönük özel bir süreçti. Hapishanelerde yaşanan hak gasplarını, insan hakları ihlallerini, belki bunlardan da önemlisi “içeride” siyasi duruş ve düşüncelerinden dolayı “ceza”larındırılan binlerce insanın olduğunu gündemleştirmek, F tipleriyle birlikte yaratılmaya çalışılan tecrit politikalarına bir karşı duruş yaratmaktı. İnsanlar bir kitap verdiklerinde, üçüncü sayfa haberlerinde bile yer bulmayan hapishane haberlerini daha dikkatli izleyecek, kayıtsızlığı sorgulayacak, “içeri” ile bağ kurmuş olacaktı. Kısacası amaç, “Dışarıdan içeriye kitaplar üzerinden bir köprü kurmak”tı.
Kadınlar, erkekler, duyarlı insanlar beklemediğimiz kadar kitap bağışladı. Kitap yağdı desek yeridir. Hummalı bir çalışma, tatlı bir yorgunluk ama şenlikli bir süreç oldu. Kitap bağışlayan, paketlemeye gelen, hatıra kalsın diye ayraç tasarlayan, siyah çöp poşetlerini sırtlarına vurup postaneye götüren, mektuplara cevap yazan “deli”ler “mektuplar, yüzlerce kitapları aldık”, “Sizi seviyoruz”, “İyi ki varsınız” diyen, mektuplar aldılar bizim “içerideki deliler”den?
Kitaplar dalgalar halinde gitti hücrelere, koğuşlara? Kamuoyunun kulağı deliktir “dalgalar”a. Ama bu kez “dalgalar” sevinç dalgalarıydı, coşku seliydi, duvarlara rağmen birlikte çekilen güzelim bir deli halaydı. Tam on bir dalga ulaştı içeriye. Saydık gönderdiklerimizi, 9634 kitap göndermişiz duvarların ötesine. “On bin tutsağa on bin kitap” demiştik, hissesine düşen kitapları almadı diye üzülen, öfkelenen içerideki deliler bizden umut kesmesinler. Ansızın açılır mazgal, girer içeriye sonbahar yaprakları gibi bir sürü deli düş?
Kitaplarına kıyan herkese teşekkürler. Hep birlikte başardık.
Büyük bir iş değildi yaptığımız, fakat bize iyi gelen, bizi çoğaltan, içerideki arkadaşlarımızı çoğaltan, tecrit politikalarını boşa çıkarmayı amaçlayan bir çalışmaydı. Katılan, destek veren herkese yürekten teşekkürler? (E. S.)
KADIN YAZARLAR: “ŞİDDETİ BEN DOĞURMADIM”
Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi yazarlar, son zamanlarda artan kadına yönelik şiddete ilişkin bir basın açıklaması yaptı. Kadıköy İskelesi’nde toplanan özellikle kadın yazarlardan oluşan topluluk, bu toplumsal yaraya dikkat çekmek için ilginç bir eyleme de imza attı.
Kadın yazarlar, şiddete uğramış kadın görüntüsü verilen makyajlı yüzleriyle ve gelinlikli bir çocuk gelinle, “Şiddeti Ben Doğurmadım “ pankartını açarak Kadıköy İskelesi’nden vapura bindiler. Vapurda sendikanın bu konudaki sonuç bildirgesini ve basın açıklamasını dağıtan yazarlar, halkın yoğun ilgisiyle karşılaştılar.
Kadıköy’den Karaköy’e, oradan da Taksim’e doğru yola çıktılar. Galatasaray Lisesi’nin önünde basın açıklaması yapan sendikalı yazarlar, “Şiddeti ben doğurmadım”, “Acı çiçek açmaz”, “Acıyı bal eylemeyelim”, “Kadın intiharı cinayettir” gibi sloganlarla Taksim Meydanı’na geldiler. Meydanda Nâzım Hikmet, Melih Cevdet Anday gibi şairlerin kadın temalı şiirlerini okudular.
TÜYAP Kitap Fuarı’nda da kadına yönelik şiddete ilişkin bir basın açıklaması yapan TYS, 27 Aralık’ta Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Yerleşkesi’nde kadın yazarlarının konuşmacı olacağı bir panel de düzenledi.
Öte yandan da İstanbul’un iki yakasında gecekondu mahallelerinde halkla “alan çalışmaları” yapan TYS’li kadın yazarlar, çalışma ve eylem sonuçlarını düzenleyecekleri bir geceyle kamuoyuyla paylaşacak. Daha sonraysa talep ve önerilerini Meclis’e taşıyacak.
Türkiye Yazarlar Sendikası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Sonuç Bildirgesi
“Kadınlara acımasızca zarar veren saldırıların engellenmesi, öncelikle bir yasa ve yasanın uygulanması sorunudur. Aile içi ve aile dışı şiddeti ancak yasalar caydırıcı kılabilir. Yasalarda kadını korumaya ilişkin düzenlemeler ivedilikle yapılmalıdır. İkinci adım ise bu yasaların denetimi olmalıdır. Şiddet gördüğünü ilgili mercilere bildiren kadın, daha kısa bürokratik süreçlerle korunmalıdır. Yargı da kendi süreçlerinde koruma önlemlerini arttırmalı ve şiddet gören kadının beyanını yargılamada esas almalıdır.
Şiddetin önlenmesi için basına da önemli görevler düşmektedir. Görsel ve yazılı basın, kadına yönelik şiddet haberlerinin kullanımını gözden geçirmelidir. Haberlerin veriliş ve ayrıntılandırma şeklini kışkırtıcı, teşhirci yapıdan arındırmalıdır. Çünkü medya, tiraja dayalı teşhirin ayrıntılarını yok ederse kadını cinsel bir özne olmaktan uzaklaştıracaktır. Kadının cinsellikle, cinselliğin de şiddetle bu denli ilişkilendirilmesinin şiddeti kanıksattığını düşünüyoruz.
Biz yazarlar,” kadın-yazın atölyeleri” açıp kadınları uğradıkları şiddeti ve onu ele alış biçimlerini ifade etmeye yönlendireceğiz. Basın açıklamaları, bültenler, paneller ve “alan çalışmaları”yla bu soruna çözümler arayacağız. Böylesi çalışmalarda her türlü işbirliğine de açık olacağız. Çünkü toplumun şiddete karşı duyarlılığının arttırılmasını ve kadınların uğradıkları saldırıların ve namus, töre, kıskançlık cinayetlerinin olağanlaştırılmamasını istiyoruz.
Biliyoruz ki kadının uğradığı fiziksel şiddet, buzdağının yalnızca görünen kısmıdır. Kadının hâlâ kimlik sorunlarıyla cebelleştiğinin, ikinci cins olmayı sürdürdüğünün elbette farkındayız. Bu ülkede her gün en az beş on kadın, kadın olduğu için can veriyor. Kız çocukları alınıp satılıyor. Çocuklar, ağır koşullarda çalıştırılıyor.
Biz TYS’li yazarlar; bu köleleştirmeyi, kadına yönelik şiddetin artışını endişeyle izliyoruz ve bu toplumsal yıkımın önlenmesi için sürekli eylem kararlılığımızı kamuoyuna bildiriyoruz.
ÖLDÜRÜN, ÖLDÜRÜN / DOLSUN ALTIN TASLARINIZA O ZALİM MUTLULUK
Ölümü bilmeyen ilk insan, Habil’di, ölümü son bilen insan, kadın.
Her gün üç kadın öldürülüyor,
her gün beş kadın öldürülüyor
ölümün, öldürülmenin korkusu ölümden de kötü
her gün bu korkuyla yüz yüze kadınlarımız
töre, namus, tahrik, taciz, vahşet, cinnet ve cehalet…
“Dünyanın en tehlikeli hâli, cahilliğin örgütlenmesidir.” diyordu Goethe.
Eylemli cahillik yönetiyor ülkeyi,
çıkmayan yasalar, çıkan tahrik indirimleri, her eve üç çocuk buyruğu
hangi cahillik yıkayabilir bunca kanı, hangi cahillik onarabilir örselenmiş saf onuru?
Annelerimizin, kız kardeşlerimizin, sevgililerimizin kanları dolduruyor
kör inançların, tüzelerin, göreneklerin, iktidarların boşalttığı beyinleri
sonsuz bir sürek avıyla öldürülüyor kadınlarımız
gazeteler, radyolar, televizyonlar kurbanı katil, katili kurban gösteriyor
şiddetin dili onların da dili, onların da taş vicdanı
çözümsüzlük onların ar kapıları değil, kâr kapıları
dağları öfke ve kin bekliyor, kuzu kurdun ağzında, sürününse gözü yılmış cellattan
zorbanın, kıyıcının değirmenlerine su taşıyor celladın yasaları, borsaları, plazaları
Biz yazarlar,
Okulda, sokakta, fabrikalarda, bulvarlarda, yatak odalarında akan bu yoksul kanın bizim kanımız olduğunu, kadınlarımız özgürleşmedikçe özgürleşemeyeceğimizi söylüyoruz.
Kadının evde, erkeğin avda olmadığı eşit, özgür bir dünyaya inancımızı yineliyoruz.
Ağıt ve savaş şiirleri değil, aşk şiirleri yazmak istiyoruz.”(TYS)
her gün beş kadın öldürülüyor
ölümün, öldürülmenin korkusu ölümden de kötü
her gün bu korkuyla yüz yüze kadınlarımız
töre, namus, tahrik, taciz, vahşet, cinnet ve cehalet…
“Dünyanın en tehlikeli hâli, cahilliğin örgütlenmesidir.” diyordu Goethe.
Eylemli cahillik yönetiyor ülkeyi,
çıkmayan yasalar, çıkan tahrik indirimleri, her eve üç çocuk buyruğu
hangi cahillik yıkayabilir bunca kanı, hangi cahillik onarabilir örselenmiş saf onuru?
Annelerimizin, kız kardeşlerimizin, sevgililerimizin kanları dolduruyor
kör inançların, tüzelerin, göreneklerin, iktidarların boşalttığı beyinleri
sonsuz bir sürek avıyla öldürülüyor kadınlarımız
gazeteler, radyolar, televizyonlar kurbanı katil, katili kurban gösteriyor
şiddetin dili onların da dili, onların da taş vicdanı
çözümsüzlük onların ar kapıları değil, kâr kapıları
dağları öfke ve kin bekliyor, kuzu kurdun ağzında, sürününse gözü yılmış cellattan
zorbanın, kıyıcının değirmenlerine su taşıyor celladın yasaları, borsaları, plazaları
Biz yazarlar,
Okulda, sokakta, fabrikalarda, bulvarlarda, yatak odalarında akan bu yoksul kanın bizim kanımız olduğunu, kadınlarımız özgürleşmedikçe özgürleşemeyeceğimizi söylüyoruz.
Kadının evde, erkeğin avda olmadığı eşit, özgür bir dünyaya inancımızı yineliyoruz.
Ağıt ve savaş şiirleri değil, aşk şiirleri yazmak istiyoruz.”(TYS)
2012 NECATİGİL ŞİİR ÖDÜLÜ BAŞVURULARI SÜRÜYOR...
13 Aralık 1979 perşembe günü yitirdiğimiz şair Behçet Necatigil adına, yılda bir kez verilmek koşuluyla, ailesi tarafından bir şiir ödülü konuldu. Ödül, seçiciler kurulunun yapacağı değerlendirme sonucunda, çoğunluk oyuyla kazanan kişiye, şairin doğum günü olan 16 nisan veya bu tarihi izleyen uygun bir günde düzenlenecek anma toplantısında sunulacak.
Verilecek ödül, kazanan kişinin adını, eserini ve kazandığı yılı belirleyen bir plaketle, 2012 yılı için 2.000,- TL'dir. Seçiciler Kurulu'nda ilke olarak edebiyat eleştirmenleri, şairler, roman ve/veya öykü yazarları ile Necatigil ailesinin bir temsilcisi yer alır. 2012 yılı seçiciler kurulunda yer alan üyeler: Cevat Çapan, Refik Durbaş, Turgay Fişekçi, Doğan Hızlan, Mehmet Taner, Tahsin Yücel ve Necatigil ailesini temsilen Selma Necatigil. Seçiciler Kurulu'nda yer alanların eserleri, ödüle aday olamaz.
Her yılın mart-aralık aylarında ve takip eden yılın ocak-şubat aylarında yayımlanmış bütün şiir kitapları ödülün doğal adayı olabilir. Adaylığın geçerliliği için; yazarı veya yayınevi tarafından sekiz adedinin "Necatigil Şiir Ödülü Seçiciler Kurulu Sekreterliği, P.K.109, Beşiktaş-İstanbul" adresine gönderilmesi ya da seçiciler kurulunun kendi içinde görevlendireceği saptama komitesince kurula aday olarak önerilmesi gerekmektedir. Ancak hangi yolla olursa olsun; aday olan eserlerin adları açıklanmayacaktır.
Ödül sunulacak eser, seçiciler kurulunun kanı ve yargılarıyla yılın en iyi şiir kitabı sayılmaya hak kazanacaktır. Bu açıdan, ödülü bir kez kazanmış olmak, başka yıllarda da aynı başarıya ulaşmaya engel değildir. (NECATİGİL.COM)
AHMET NECDET ŞİİR ÖDÜLÜ DÜZENLENDİ…
Ailesi, 4 Mayıs 2010’da yaşamını yitiren şair Ahmet Necdet adına bir şiir ödülü düzenledi. Ödül için son başvuru tarihi 30 Eylül 2012, ödül töreni ise 2012 TÜYAP Kitap Fuarı’nda gerçekleştirilecek.
Türkiye edebiyatına şiir, çeviri, deneme kitapları, günlükler ve hazırladığı antolojilerle önemli katkılarda bulunan Prof. Dr. Ahmet Necdet Sözer’in ailesi, 4 Mayıs 2010’da yaşamını yitiren şair adına bir şiir ödülü verecek.
Ödül için Ekim 2011 – Ekim 2012 arasında yayınlanan şiir kitapları, 30 Eylül 2012’ye dek başvuruda bulunabilecek. Ayrıca jüri başkanı ve jüri üyeleri, herhangi bir nedenle başvuruda bulunmayan kitapları aday gösterebilecek. 3 bin TL tutarındaki ödül, tek bir kitaba verilecek ve paylaştırılmayacak.
Jüri başkanlığını Leylâ Şahin’in yaptığı ödülün jüri üyeleri: Eray Canberk, Prof. Dr. Cevat Çapan, Prof. Dr. Gertrude Durusoy, Prof. Dr. Nejat Gacar, Tarık Günersel, Tuğrul Keskin, Leyla Şahin.
Ödüle aday kitapların 8 adet olarak,Batı Karadeniz Caddesi Filizkent Sitesi, Karasu / Sakarya adresine gönderilmesi gerekiyor. Bilgi ve iletişim için: nilgundemirag@hotmail.com, (EDEBİYAT HABER)
EĞİTİM SEN KIRIKKALE ŞUBESİ
2. ÇOCUK ÖYKÜ YARIŞMASI...
2. ÇOCUK ÖYKÜ YARIŞMASI...
Eğitim Sen Kırıkkale Şubesi tarafından çocuklarda kitap okuma alışkanlığını kazandırmak için ülke genelinde ödüllü öykü yarışması düzenliyor.
İlki 1997 yılında gerçekleşen ödüllü öykü yarışmasının ikincisi 2012 yılı içerisinde gerçekleşecek. ‘Çocuk okuru olmayan bir toplumun büyük okuru olmaz’ adı ile başlatılan projenin sorumluluğunu Eğitim Sen Kırıkkale Şube Başkanı Yüksel Şahin yürütecek. Başvurular son olarak 31 Mart 2012 tarihinde sonlanacak. Jüri üyelerinin belirleyeceği 3 ödül 1 Eylül 2011 tarihinde basın yolu ile duyurulacak. Ödül sahipleri 15 Eylül 2012 tarihinde Kırıkkale’de gerçekleşecek tören ile ödüllerini alacak. Yarışma sonunda birinciye 5 bin, ikinciye 3 bin, üçüncüye ise 2 bin TL para ödülü ile 500’er TL jüri özel ödülü olmak üzere ödüller verilecek.
Yapılan açıklamaya göre; yarışma yapıtlarında çağcıl değerleri, çocuğa göreliliği, evrensel eğitbilim ilkelerini ve çağdaş bir dil bilincini gözeten amatör- profesyonel tüm yazarlara ve Eğitim Sen üyelerine açıktır. Katılımcılar için yaş; yapıtlar için konu sınırlaması yoktur. Yapıtlar, 9-12 yaş çocuklarına yönelik olmalıdır. Katılımcılar, diledikleri sayıda yapıtla katılabilirler. Yapıtların daha önceden kitap halinde yayımlanmamış ve ödül almamış olması gerekir. Yapıtlar, bilgisayar ortamında arial karakteri ile çift aralıklı yazılmış, en az kırk sayfa uzunluğunda ve tek öykü bütünlüğünde olmalıdır. Yapıtlar, 9 kopya olarak, CD'si ile birlikte gönderilmelidir; katılımcılar bu gönderilerine, imzalı bir başvuru yazısıyla birlikte, özgeçmişlerini ve bir fotoğraflarını eklemeli; başvurularına açık adres, telefon ve e-posta adreslerini yazmalıdırlar.
Başvuru adresi Eğitim Sen Kırıkkale Şubesi, Yenidoğan Mah. Barbaros Hayrettin Cad. 29. Sok. Kutay Apt. Nor:1/23 Kırıkkale. Tel: 318 2242432, kirikkale @egitimsen.org.tr
SOSYALİST ŞAİR SERVET ZİYA ÇORAKLI
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!
12 Eylül öncesi Sinematek başkanlığını yapan, 12 Eylül sonrası Almanya’da sürgün yaşamı süren Şair Servet Ziya Çoraklı, 60 yaşında, 29 Aralık’ta Hamburg’da aramızdan ayrılmıştı.
1 Şubat 1946 Ağrı doğumlu olan Çoraklı, İlk sürgünlüğünü daha lise yıllarında yaşadı. Ağrı Lisesi’nden Trabzon Lisesi’ne komünistlik yaptığı gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Dev-Genç, TKP-B hareketlerinde yer aldı. 12 Eylül cunta döneminde ağır işkencelere maruz kaldı. 1981’de yurt dışına çıktı. 1985’te tekrar döndü. Mücadeleye atıldı. O zaman basında çok meşhur olan Türk-İş İzmir mitinginde işçilere şekerli bildiri eyleminin içinde yer aldı. Bu mücadele dönemi bir operasyonda yakalanmasıyla sona erdi. Mücadeleyi işkencede, zindanda sürdürdü. Zindan yılları biter bitmez devrimci mücadeleye devam etti. Parti kongresi nedeniyle yeniden yurtdışına çıkan Servet Ziya için bu ikinci mültecilik dönemi oldu. Bu defa Hamburg’a yerleşti. Son nefesini verene kadar da orada yaşadı. Hem şiirlerine hem de devrimci mücadelesine orada devam etti. Barış için sanat girişimi imzacılarındandı. Bir yoldaşı onu tanımlarken, “O gerçek bir komünistti” dedi. “İşçilerle işçi, Kürtlerle Kürt, Ermenilerle Ermeni, kadınlarla kadın, Alevilerle Alevi idi. Yani bütün ezilenlerle birlikte olmak, onların mücadelesinde yer almak onun göreviydi.”
Bu mücadele içinde onu ve eşini en çok yaralayan herhalde biricik kızları UMUT’un amansız hastalığı oldu. Tam da bunun üstüne 12 Eylül faşizmi gelince hem kaçaklık hem parasızlıkla boğuşa boğuşa Servet Ziya kızı UMUT’u kaybetti. Ama devrime ve devrimci mücadeleye olan UMUT’u hiç azalmadı. 1981 sonlarında iyice bastıran polis operasyonlarından sonra örgüt kararıyla sürgün dönemi başladı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Hatay’dan sınırı yürüyerek geçip Şam’a ulaştılar. Oradan da bir yıl sonra Berlin’e... Açlık ve yokluklar içinde sürgün macerası başladı. Yoldaşlarının ve devrimci çevrelerdeki emekçilerin sahiplenmesiyle mücadeleyi sürdürdü.
Çevresinde “Servet Hoca” olarak tanınan Çoraklı, zaman zaman çeşitli dergi ve gazetelere makaleler yazdı. Sosyalistlerin hak mücadelesi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin birçok etkinliğinde yer alan Çoraklı, ‘Düşler-Trâume’ adlı Türkçe ve Almanca şiir kitabının önsözünde şunları yazmıştı: “İnsanlık çok şeyler borçlu düşçülere/düşlere... Düşçüler düşleriyle yeninin yenisini aramasaydı, insanlık belki de var olanla yetinip karınca adımlarla yollar katedecekti... Genel olarak sanat, özel olarak şiirin kısaca tanımını yapmak kolaycılığına düşmeden sanatın başeğmez çocuğu şiirin önemli yanlarından olan; daima muhalefette kalışını, gerçeğin gerçeğini, yeninin yenisini aramasını, var olanla barışık olmaması yanlarının altını çizmek gerek diye düşünüyorum. Bu bağlamda şiir asidir, kalıpları reddeder, resmi olanla sürekli kavgalıdır.”
Servet Ziya Çoraklı, son konuşmalarından birinde, bize şu sözleriyle yol gösteriyordu: “Yoldaşlar, faşistlerin işkence merkezlerinde direnmek yetmiyor, namuslu olmak gerekir. Ezilen halkların yanında olmak, hayatın her alanında direnişler örgütlemek gerekir. Biz aydınız. Faşistlere boyun eğmek bize yakışmaz. Bizim tarihsel görevlerimiz vardır. Aydın demek, halkının öncüsü, yol göstericisi demektir. Kürt aydınları bunu başardı. Türk aydınlarının da başarmasını istiyoruz…..Gün ülkesini sevenlerin ülkesinin özgürlüğünü, halkların özgürlüğünü savunma günüdür. Gün faşizmin ülkemizdeki kalelerini yıkma günüdür.”
Anılarını kavgamızda yaşatacağız.
SONBAHAR
Sonbahar kuşlarını gördüm
uçuyorlardı
Soğuk rüzgarlar yaladı yüzümü
Bulutlar vardı
beyaz olmayan
Ve düşlerim yirmiye
Otuz adımlık havalandırmada
Bahara
sevdalara
ve de çocuklara dair
büyüyorlardı...“
uçuyorlardı
Soğuk rüzgarlar yaladı yüzümü
Bulutlar vardı
beyaz olmayan
Ve düşlerim yirmiye
Otuz adımlık havalandırmada
Bahara
sevdalara
ve de çocuklara dair
büyüyorlardı...“
SERVET ZİYA ÇORAKLI
EMEĞİN VE DİRENCİN ŞAİRİ ŞÜKRAN KURDAKUL'U ANIYORUZ!
Şükran Kurdakul için ilk söylenecek şey, onun bir “kararlılık ve direnç anıtı” olduğudur. Yaşamıyla ve yüreğiyle direnen bir anıt... Düşünceleri doğrultusunda yaşayan, düşüncelerinden ödün vermeyen, düşüncelerinin eyleme ve yaşama geçirilmesi için örgütlü savaşımlarla dolu bir anıt… O, acıyla, dirençle, sevgiyle, coşkuyla ve bilinçle yükselen bir anıttır. O’nu tanımak için, genç yazarların, şairlerin örnek alması gereken yaşamından yola çıkmak en doğru yoldur. Şükran Kurdakul, devrimci, sınıf bilincini yaşamı ve yapıtlarıyla içselleştiren bir insandı.
Bu şairliği, öykücülüğü, edebiyat tarihçiliği ağır basan bir yaşam ustasının kimliğine baktığımızda gördüğümüz şunlardır: 1927 doğumlu Şükran Kurdakul, “Kırk Karanlığı” içinde, “Fedailer Mangası”nın bir genç savaşçısı olarak henüz 19 yaşındayken (1946’da) TCK’nın ünlü 142. maddesinden tutuklanır. Şükran Kurdakul’un bu tutuklanması belki de yarım yüzyıllık bir onur ve direnmenin habercisidir. Bir yıl sonra tahliye edilir ve öğrencisi olduğu İzmir Karşıyaka Lisesi’nden Bakanlık kararıyla çıkarılır. Genç Kurdakul’un “Mahpushane saksılarındaki baharı benden sor” dediği bu günlerden sonra yaşamındaki zorluklar başlar. Zorlukla ve zorbalıkla savaştır bu aynı zamanda. 1948’den 1950’ye kadar Maraş “sürgün alayı”nda askerdir. 1953’te 141. maddeden yargılanır ve 1955’e kadar Harbiye cezaevinde tutuklu kalır: “Acıların sütüyle büyüttüğü umutlar/Mahpushane avlularında boy verir...” der, 1956’da aklanır.
Şükran Kurdakul’un yaşamını anlamada bu özetleme yetmez elbette. Bir başka açıdan baktığımızda onun örgütçülüğünü görürüz. Onun örgütçü bir edebiyat adamı olarak tanınmasının başlangıcı 1964’te “Türkiye İşçi Partisi” (TİP) üyeliğiyledir. İki yıl sonra partinin Balıkesir il başkanlığına ve Genel Yönetim Kurulu yedek üyeliğine, ardından da 1967’de Merkez Yürütme üyeliğine seçilir. Örgütçülüğünü edebiyat örgütlerinde sürdürür ve 1964’te “Türk Edebiyatçılar Birliği” Genel Sekreterliği’ne seçilir. 1976’dan sonra, “Türkiye Yazarlar Sendikası” (TYS) ikinci başkanıdır ve 12 Eylül döneminde yine 141. maddeden TYS davasından yargılanır. “PEN Yazarlar Derneği”nin kuruculuğu (1988), ikinci başkanlığı ve genel başkanlığı (1991-1997 arasında), “Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı” yöneticiliği, 1995’ten itibaren “Özerk Sanat Konseyi” ile “Ulusal Sanat Kurulu”nun da kuruculuğu ve ilk başkanlığı da Şükran Kurdakul’un yaşamının dönemeçlerindendir.
Şükran Kurdakul’un yaşamında süren yalnızca bunlar değil elbette. Öncelikle bir şair yaşamı vardır onun. Üstelik, şiire çok erken yaşta başlar. 1943’te 16 yaşında bir lise öğrencisiyken Tomurcuk adlı ilk şiir kitabını çıkarır. Şiire yeniden yoğunlaşması 1950’li yılların başındadır. Bu dönem yazdığı şiirlerin çoğu içine sinen bir yapıda değildir. Daha sonra, bu şiirleri için, “toplumsal duyarlılıkları olan dizelerin yer aldığı şiirlerde kendi sesini bulduğu...” söylenince çok sevinir. Cezaevi yıllarındaki çalışmalarının bir kısmı Giderayak’ta (1956) yer alır. Kurdakul’da şiir, sanki özgürlük, doğa, dostluk, sevgi özlemiyle kuşatılmıştır ve bu kuşatmaya karşı bir direniş boy vermektedir sürekli.
İçerikle biçimin bütünleşmesinin Şükran Kurdakul şiirindeki ilk örnekleridir ve kendi şiirine doğru önemli adımlar atmaktadır. Kurdakul, 1942-52 dönemini kendisi şiirinin çıraklık dönemi olarak tanımlar. İyimserlikle, aydınlıkla dolu Nice Kaygılardan Sonra (1963) adlı kitabıyla ise şair kimliğini doğurmaya başlar. Onun şirinin doruğuna çıkmaya başlaması, bir şair duyarlılığının ve inadının olanca görkemiyle ortaya çıkması, 1970’lerden sonraki şiirlerindedir. Usta şair ürünlerini, örneğin “Sözcüklerle büyüdük, ezgiler yarattık/Düşlerle saltanat kurduk, benzetiler yarattık/ Kurtuldum sandığın gün Pir Sultan’dan/Sevdamızla Yunus, hüznümüzle Fuzuliler yarattık.” dizeleriyle karşımıza getirmeye başlar: Acılar Dönemi (1977). Şükran Kurdakul, daha sonra çıkardığı ve 1983 Nevzat Üstün Şiir Ödülü’nü alan Bir Yürekten Bir Yaşamdan (1982)’da “Al Beni Sevecenliğine” der ve yine kendini koyar ortaya: “Ben sevdayım, al beni sevecenliğine/Ben gülüm, dallarına aşıla beni/Çocuğum ben, göğsünde büyüt/Umudum ben, düşüncende geliştir./Acıyım, gerçeği ararsan bende/İnancım, coşkuyu ararsan bende.”
Şiirle anlatamadığı temaları öykülerde işler. Toplumdaki adaletsizlik ve yargının sorunları, hapislikler, Kurtuluş Savaşı’nın insanları, beyaz yakalılar dediği kafa emekçileri onun öykülerinde işlediği konulardır. Şükran Kurdakul’un edebiyat tarihçiliği de bir başka özelliğidir. Onun bu kimliği araştırıcı bir edebiyat adamını çıkarır toplumun karşısına. 12 şiir kitabı ve beş öykü kitabının sahibi olan bir şair ve öykücü olmaktan başka özgün bir edebiyat tarihçisi ve düşün adamı olarak da devrimci kültürümüze ışık tutmaya devam ediyor.
ARMAĞAN
Bunca yıl çok ışık birikti avuçlarımda
Senin olsun
Esinlen sevgi dokuyan ellerimden
Bunca yıl şiirin, kardeşliğin, kavganın
Has bahçelerinde yarattım bu gerçeği,
Sabrım senin olsun.
Aşkım senin olsun.
Senin olsun
Esinlen sevgi dokuyan ellerimden
Bunca yıl şiirin, kardeşliğin, kavganın
Has bahçelerinde yarattım bu gerçeği,
Sabrım senin olsun.
Aşkım senin olsun.
Acıların sütüyle büyüttüğüm umutlar
Mahpushane avlularında boy verdi,
Dolunay menekşelendi kirli kara camlarda.
Her görüşte yeniden vurulduğumuz ana evren
Özgürlüğe boyadık saksıdaki çiçeği
Senin olsun.
Mahpushane avlularında boy verdi,
Dolunay menekşelendi kirli kara camlarda.
Her görüşte yeniden vurulduğumuz ana evren
Özgürlüğe boyadık saksıdaki çiçeği
Senin olsun.
Biz ki acılar döneminden
Ellerimizi kirletmeden geçtik.
Direncim senin olsun,
Sevgim senin olsun.
Ellerimizi kirletmeden geçtik.
Direncim senin olsun,
Sevgim senin olsun.
ŞÜKRAN KURDAKUL
19 ARALIK KATLİAMI UNUTULMADI, UNUTULMAYACAK!
11 yıl önce 19 Aralık 2000’de en vahşi hapishane katliamlarından biri yaşandı. Katliamın hemen ertesinde bu dört yıllık zaman diliminde hapishanelerde, tecrit ve izolasyona karşı direnişlerde, ölüm oruçlarında 117 devrimci yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı.
Ama devrimcilerin savaşım azmini kıramadı bu katliam... Onur ve siyasi kimlik mücadelesinde son derece zengin bir savaşım geleneğine sahip olan devrimciler bu saldırıya karşı da ölümüne direndiler. 100’ü aşkın şehit, yüzlerce sakat verildi bu uğurda. Binlerce tutsak F tipi cezaevlerinde ölüm hücrelerine kapatıldı ama yine de teslim alamadılar devrimci iradeyi. Direniş bugün farklı biçimlerde de olsa sürüyor, sürecek de.
19 Aralık 2000... Bu tarihi zihnimize iyi belletmemiz gerekir... Bu tarih nasıl bir zamanın üzerine kıvranıp uyuduğumuzun çıplak gerçekliğidir. Bu tarih tek bir zaman kesitinden geçmişimizin bize adeta ispatıdır... Bu tarih bu coğrafyada yaşayanların miladıdır.. Bu tarih koyaklarımıza ölüm rüzgârlarını savuranların pervasızlıklarının resmidir. Bu tarih yaşadıkça öğretecek olan bilge bir andır.....
19 Aralık 2000, bu ülkede an gelince adaletimizden, güvenliğimizden, haber alma özgürlüğümüzden sorumlu bulunanların yekvücut olarak, koro halinde yalanlarıyla bizi karşıtları olarak dışarı atabileceklerinin tarihidir.
19 aralık 2000, tarihi devlet şefkati ile karşılaşmamızın ürkütücü kesişmesidir..
19 aralık 2000 tarihi, belleğimizin zaman ayracında soluyarak her an kendini bize hatırlatan vicdanımızdır....
19 Aralık 2000 tarihi, zihnimizin sokaklarını kan ile yıkayanların cellat takvimidir.
19 aralık 2000 tarihi içimizin şiarıdır: ''Unutma, unutturma!''....
33. YILINDA MARAŞ KATLİAMINI
UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ…
UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ…
Yakın tarihimizin en acımasız, insanlık adına en utanç verici kitlesel katliamı olan Maraş Katliamı’nın üzerinden 32 yıl geçti. Katliamda, resmi rakamlara göre 114 insan katledilmiş, 1000’nin üzerinde kişi yaralanmış, 552 ev, 289 işyeri yakılıp tahrip edilmişti. Katliamdan sonra Alevilerin yüzde sekseni kenti terk etmişti.
Maraş Katliamı neydi? Katliamdan bir hafta önce görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerekten konutları dolaşıp evde kaç kişinin oturduğunu tespit edip, kapıları kırmızı boyayla işaretlediler. 19 Aralık günü Çiçek Sinemasında, ÜGD tarafından getirilen filmin gösterimi sırasında patlama olur. 20 Aralıkta Alevilerin kahvesi bombalanır. Polis olaya el koyar, bombalamaların ülkücüler tarafından yapıldığı ortaya çıkarılır. Yine ifadeler sonucu İstasyon Caddesi üzerindeki bir caminin avlusunda gömülmüş, patlamaya hazır beş adet dinamit de ortaya çıkarılır. Tutuklananlar arasında MHP milletvekilinin oğlu da vardır. Gelişmelerden kaygı duyan halk, sol Partiler ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri aynı gün valiye, emniyet müdürüne ve jandarma alay komutanına endişelerini belirtip, önlem alınmasını isterler. Alınan cevap; “Devlet güçlüdür, önlemler alınmıştır. Vatandaşlar emin olsunlar” olmuştur.
1 Aralıkta iki TÖB-DER’li öğretmen öldürülür. Cenazelerin kaldırılması sivil faşistlerce engellenir. Alevilere ait işyerleri tahrip edilir. 22 Aralık günü üç insan daha öldürülür, aynı gün sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Polis, can güvenliğini gerekçe göstererek kenti terk eder. Çevre illerden gelen sivil faşistlerce tam bir katliama girişilir. Alevilerin yoğun yaşadığı mahallelere saldırılar yapılır. Sonuç; insanlık adına utanç vericidir. Tablo; Maraş’ta devletin gözü önünde insanlık suçu işlenmiştir. Devlete güvenmek hatasına düşenlerin cesetleri sokaklarda kokuşuyordur. İnsanlar yaralı, aç ve sefil durumda kalmışlardır.
Maraş’ta olan bir iç savaş değildir, bir katliamdır. Bu, Alevi-Sünni çatışması da değildir. Bu planlı ve örgütlü bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil çetelerine belli hedefler gösterilerek, her şeyi hesaplanan bir planla yürürlüğe konan faşist bir eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, “Milli direnme hakkı doğmuştur” diye bildiri dağıtanların eseridir. Maraş Katliamı, “Müslüman Türkiye, Milliyetçi Türkiye, Allah İçin Cihad Başına” sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden katliam yapanların, “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezseniz” diyenlerin ve bundan destek görenlerin eseridir. Maraş Katliamını yaratan zihniyet ve destekleyicileri bugün de iş başındadır. O gün “devlete yardımcı güçler” olarak desteklenenler, bugün de “duyarlı vatandaş” olarak sahnededirler. Yine katliamlarına ve linç girişimlerine devam etmektedirler.
Maraş Katliamı ve sonrasında yaşanılan katliamları unutmadığımızı ve unutturmayacağımızı belirtmek istiyoruz. Maraş Katliamının 32. Yılında yaşamını yitiren canlarımızı saygıyla anıyor, katilleri, koruyucularını ve onları yönlendiren insanlık dışı gerici faşist ideolojilerini nefretle kınıyoruz.
ERDAL EREN KAVGAMIZIN YÜREĞİNDE YAŞIYOR...
Sadece Türkiye tarihine değil, dünya tarihine de kara bir leke olarak geçen 12 Eylül askeri cuntası, 17 yaşında idam sehpasına yolladığı Erdal Eren adıyla da lanetlenmeye devam ediliyor. Bir askeri öldürdüğü iddiasıyla, “jet hızıyla” yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edilen erdal eren, idamının 31. yılında tüm devrimciler ve kavga arkadaşları tarafından anılıyor.
Askeri Yargıtay 3. dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren “TCK’nın 59’uncu maddesinin uygulanmaması” nedeniyle usulden bozmasına rağmen, daireler kurulu iki kararı da reddetti. red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat toktay, kararı, “yargıtay içinde bitirildi” diye değerlendirdi. Güvenlik konseyi tarafından onaylanan karar, dünya çapında yürütülen “idamı engelleyelim, Erdal Eren idam edilemez” kampanyalarına rağmen 13 aralık 1980’de ankara merkez cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, “asmayalım da besleyelim mi?” sözleri zihniyetlerini özetledi.
17’sinde yiğit, genç devrimci Erdal Eren’in idamını, basit bir hukuksuzluktan çok, sınıf mücadelesinde önemli bir uğrak, durak, nokta olarak görüp, öyle değerlendirmek gerekir. Zira, o işçi sınıfının bu mücadelede en önde çarpışan, çarpıştırılan ve her türlü yiğitlik, kahramanlığı hak etmiş bir militanıdır. Sınıf mücadelesinin ne kadar keskinleştiğini gösteren bir tanıktır. Mahkemelerdeki, işkencehanelerdeki, mahpushanedeki duruşu bunu gerektiriyor. O bir mazlum olmaktan çok, sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir dönemde saflarda yerini almış, devrimci, yiğit bir gençtir. Böyle anılmayı hak ediyor. Erdal da mahkemede söylediği şu sözlerle bu savı doğruluyor: "Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir!"
Ailesine gönderdiği son mektuptan:
“Cezaevinde yapılan (Neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda Ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak, ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile. Sizlere bunları anlatmamın nedeni yaşamaktan bıktığım ya da meselenin önemini, ciddiyetini kavramadığım gibi yanlış bir düşünceye kapılmamanız içindir. Bütün bu yapılanlar, başımdan geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder