“EDEBİYAT” DEYİNCE ANIMSANAN(LAR)…[*]
“İnsan yalnız sözle insandır ve
yalnız sözle bağlanırız birbirimize.”[1]
yalnız sözle bağlanırız birbirimize.”[1]
“Dünya nasıl yazdığınıza değil,
ne yazdığınıza bakar.”[2]
ne yazdığınıza bakar.”[2]
“Edebiyat” deyince; Orhan Veli Kanık’ın, “Zamanla anlıyor insan dünyayı”; John B. Buckstone’un, “Zaman tutsaklar için yaratılmıştır”; Goethe’nin, “Anlayamadığımız şeyler bizim olamaz”; Ferit Edgü’nün, “Önemli olan öğrenmek değil, anlamak”; Dostoyevski’nin, “Çabuk anlaşılan şeyler uzun ömürlü değildir,” sözlerinin altını özenle çizmek gerekiyor…
Çünkü “Edebiyat, kalıcı izler bırakır!
İnsanın içine işleyerek, onda adeta yeni bir insanın oluşumuna yol açar… umudu, haysiyeti ve vicdanı kurtarır adeta…
Yazar denen kişi, kalemiyle hepimizin adına, hatta dünyada yaşayan bütün insanlar adına vicdan muhasebesi yapan kişidir… her şeye rağmen umudun yazısıdır.”[3]
Başka türlü olabilir mi, mümkün mü?
* * * * *
“Edebiyatın görevi”, William Faulkner’ın 1950’de Stockholm’deki Nobel konuşmasında altını çizdikleridir:
“Bizim bu günkü trajedimiz korkudur. Çok uzun zamandır bu korkuyla yaşadığımızdan ona katlanabiliyoruz. Artık ruhun sorunları diye bir şey yok. Yalnızca şu soru var: Ne zaman patlayıp havaya uçacağım? Böyle olduğu içindir ki, zamanımızın genç erkek ve kadın yazarları kendileriyle çatışma içinde bulunan insancıl kalplerinin sorunlarını unuttular.
Genç yazar, en adi şeyin korku olduğunu öğrenmelidir. Bunu kendisine öğretirken, onun, korkuyu tümüyle unutması; çalışma odasında kalbin aşk ve onur, şefkat ve gurur, acıma duygusu ve özveri gibi eski gerçek doğruluklarından başka bir şeye yer bırakmaması gerekir. Çünkü bu evrensel gerçeklerden yoksun bir hikâye gelip geçici olmaya ve unutulmaya mahkûmdur. Bunu yapmadıkça yalnızca bir lanetin etkisi altında çalışır, o zaman aşktan değil şehvetten, hiç kimsenin değerli bir şeyini kaybetmediği yenilgilerden, umut yaratmayan zaferlerden söz eder.
En kötüsü ise eserini şefkat ve acıma duygusu nedir bilmeden yazar.
Ben insanlığın, öbür yaratıklar arasında yalnızca onun tükenmeyen bir sese sahip olduğu için değil; acıma duygusu, özveri ve dayanma gücünün ne olduğunu bilen bir ruhu, bir maneviyatı bulunduğu için de ölümsüzlüğüne inanıyorum.
Şu iyi bilinmelidir ki, insanların kalplerini yücelterek mazinin ihtişamı olan cesaret ve onuru, umut ve gururu, şefkat, acıma duygusu ve özveriyi beyinlere sokarak toplumu bu duygularla beslemek ayrıcalığı yalnızca şair ve yazara bağışlanmıştır.
Faulkner’ın bu sözleri; düşüncesini onun bunun çanağını yalayacak kadar soysuzlaştıranlarla, gerçeği göz önüne serme cesaretini gösteren yazarlar arasında nasıl bir erdem düzeyi olduğunu göstermeye yetecektir!”
Başka türlü olabilir mi, mümkün mü?
* * * * *
Evet, edebiyat yabancılaş(tır)maya karşı dövüşür…
Bilindiği üzere yabancılaşma Karl Marx’a göre insanların özündeki insansal yanlarını yadsıyarak ezen toplumsal yapıların bir sonucudur, kapitalizmin toplumsal ve iktisadi düzenlemelerine içkin olan nesnel bir durumdur.
Var olan üretim sistemi içerisinde, ödül ve cezaya dayanan işleyişin bir parçası olan birey, etki, karar verme ve sürece dahil olma niteliklerini yitirdiğinden sadece bir aracı konumuna düşmektedir (araçsallaşmaktadır). Modern kentin özellikle çalışma (iş) ve günlük sosyal yaşam ritminde, içinde büyüdüğü küçük topluluğun değerler sistemine ait bir benzerlik bulmakta zorlanan birey var olan sisteme tutunamayarak itilmekte ve yabancılaşmaktadır.
Kapitalist Endüstriyel Üretim Sisteminde yaşam monoton ve standarttır bu durum, “ortamın aynılaşması” sonucunu doğurur. Üretim ilişkileri sonucunda araçsallaşan ve değer sistemine yabancılaşan sınıflar; işçiler, memurlar, çiftçiler, öğrenciler ve küçük burjuvalar olarak adlandırılabilir.
Dünya edebiyatında da bireyin içine düştüğü yabancılaşma, tutunamama ve araçsallaşma ve yaşamın anlamsızlaşması örneklerine sık sık rastlanır.
Gustave Flaubert’in, ‘Madame Bovary’si, özendiği burjuva yaşantısının içinde hiçbir zaman yer edinemeyeceğini anladığı an, içine düştüğü çıkmazdan intihar ederek kurtulmayı seçer.
Fyodor M. Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sında, Raskolnikov’un öldürme eylemi; “Napolyon gibi bir yükseliş mümkün müdür?” sorusu yerine yabancılaşan, yaşamının anlamını kaybeden, umutsuzluğa düşen insan “Var olan sistem içerisinde, yükselebilmek için bir insanı öldürmek de dahil neleri göze alır?” sorusuna cevap bulma girişimi olarak değerlendirilebilir.
Kafka’nın ‘Değişim’indeki Gregor Samsa’sı da bürokratik çarkın memurlarından birisidir. Kendisini araçsallaştıran kapitalist toplum düzeni ve çıkar ilişkileri içinde yaşadığı açmazlar sonucu bir böceğe dönüşürken ya da dönüştüğünü hissederken (yabancılaşırken), artık işe yaramaz hâle geldiği için (üretim-tüketim sisteminin dışında kaldığından) ailesi tarafından bile ölüme terk edilmektedir. Sistem kendisine uyum sağlayamayan bireyin yerini hemen yenileri ile doldurmaktadır.
Gregor Samsa’nın bir böcek olarak uyandığında düşündüğü tek şey, bir memur olarak sadece bürokratik düzenin ona öngördüğü görevini yerine getirmektir ve o, bunu yapamadığı için suçluluk hissetmektedir.
Karl Marx, araçsallaşmış ve dolayısıyla yabancılaşmış insanların, içine düştüğü bu durumu, ekonomi ve ahlâkın birbirinden ayrılması ya da kopması olarak nitelendirken;[4]edebiyatın görevi insan(lık)ı hiçleştiren/ yok eden vahşete karşı çıkmaktır!
Başka türlü olabilir mi, mümkün mü?
* * * * *
“Edebiyatın gücü” tam da burada yani insan(lık)ı hiçleştiren/ yok eden vahşete karşı çıkmaktadır; bu böyle olursa, edebiyat “edebiyat”tır…
Ancak bunun böyle olamadığı kesit(ler) de olabiliyor; ancak bu, “Kabul edelim, artık ‘söz’, azgın bir çağın ve derisi kalınlaşmış insan türünün vicdanına işleyemiyor. Bugünün insanı, edebiyata karşı açıktan hıyanet değilse bile münafıkça bir tavır içinde,” diyen Ali Çolak gibi “edebiyatın gücü”nden umut kesmeyi gerektirmez…
Evet edebiyat, günbegün kirlenen, saflıktan uzaklaşan bir dünyada temiz ve uyanık kalmanın, vicdani ve ahlâki çürümeye karşı durmanın güçlü mevzilerinden birisidir.
Yani Mario Vargas Llosa’nın, Nobel Edebiyat Ödülü töreni konuşmasında işaret ettiği gibi: “Okuduğumuz bütün o iyi kitaplar olmasaydı, şimdikinden daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk, eleştirel ruhun esamesi okunmazdı…
“Bağnazlığın caniliğine karşı çıkarak, hayal etme ve hayallerimizi gerçek kılma hakkımızı savunmalıyız…”
Bu nedenle edebiyatı savunmak, yaşanabilir bir dünyayı savunmak demektir.
Başka türlü olabilir mi, mümkün mü?
* * * * *
Yazar iktidar karşısında dik duran, iktidara karşı diklenendir…
Yazar olmak, bu duruşun ve soldaki konumun dışındaki hiçbir pozisyona cevaz vermez!
Örneğin, 1984-1994 yılları arasında Almanya’nın altıncı cumhurbaşkanı olan Richard von Weizsaecker’in deyişiyle, “İktidar, düzeni koruyan bir güçtür, böyle olmak durumundadır. Yazar ve aydın kaosu arar. Bu ikisi birbirini hep ite gelmiştir burada. Oysa, yazar ve aydının kaosu aramasının nedeni, en mükemmeli, en güzeli aramasından kaynaklanmaktadır. Bunun için, ödün vermez,” der…
Ayrıca Doğan Hızlan’ın, “Türk edebiyatı ve sanatının önemli adları solda. Ancak solda ya da sağda olduğunu söyleyemeyeceğimiz birtakım ustaları da çekip alırsak Türk edebiyatı kalmaz,” ifadesinde dengelemeye çalıştığı gerçek şudur ki, edebiyat soldadır…
Başka türlü olabilir mi, mümkün mü?
* * * * *
Hayır ne edebiyat ne de yazarlık “çok satmak”la nitelenemez…[5]
Semih Gümüş’ün, “Çok-satan kitapların okur sayısının artışına herhangi bir katkısının olmadığını yaşadığımız deneylerden gördük. Kitabı ayağa düşüren postmodern kültür, sonunda büyük çoğunlukta kitapların yok pahasına edinilebileceği beklentisini yaratacak,” uyarısına Goethe’nin şu saptamaları da eklenmelidir:
“Yazarlığımın, çorbamın yağına katkısı olmamıştır, olmayacaktır, olmamalıdır da…
“Her yazar, eserlerinde bir dereceye kadar kendini anlatır, istemese de…
“Olmayacak şey istiyorsun: Hissetmiyorken yazmalıymışım. Doğurmadan emzirilir mi?”[6]
Başka türlü olabilir mi, mümkün mü?
* * * * *
Nihayet Ferit Edgü’nün, “Bir elinde kalem, öbür elinde silgi. İşte böyle yazılır,” deyişindeki üzere yüreği ve aklıyla kalemine sarılan yazar için “Doğal bir üslûpla karşılaştığımız zaman şaşırır ve seviniriz, çünkü bir yazar beklerken bir insan bulmuşuzdur,” der Blaise Pascal…
Hani Marguerite Duras’nın, “Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı şeyin yalnızlığıdır,”[7]saptamasına; “Varım, demek ki çevremi sarsan dünyanın, açılan bedenimin, onu şiirselleştiren ve yürürken onu egemenliği altına alan zihnimin farkına varıyorum. Düşlerimin, arzularımın, aynı zamanda sıradan, kimi zaman zorlama etkinliklerimin alanını arşınlayarak var oluyorum. Yer değiştirerek kendime ve başkalarına ilişkin bir şeyler öğreniyorum,” sözlerindeki Thierry Paquot’nun insanî coşkusuyla…
Başka türlü olabilir mi, mümkün mü?
* * * * *
Bu nedenle “Edebiyat” deyince…
“İçtendi, mesafeliydi. Samimiyet ile lâubaliliği ne güzel ayırt ederdi… Yeniden okuyun, her okuyuşta ayrı bir edebi lezzet keşfedeceksiniz,”[8]diye betimlenen Bilge Karasu’yu anımsayacaksınız…
* * * * *
“Benim kanaatimce sanat insana insanı, hayatı ve bunların manasını öğretmekle muvazzaftır. Ancak bu takdirde geniş arzuları belirir…
“İnsan başkalarına yardım ettiği, başkalarını sevdiği kadar yükselir…
“Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, biz giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, bu kadar da tehlikeli mi olmalıydı?” diye haykıran Sabahattin Ali hakkında “Nurullah Ataç, bir akşam yemeğinden sonra Sabahattin Ali’nin annesine bakın ne demiş?
‘Oğlunuzun nâmütenahi bir zekâsı var.’ Ancak zeki birinin bir başka zeki insanı anlamasına örnek gösterilebilir. Başına ne geldiyse, zekâsı yüzünden geldi.”[9]
Gerçekten de bir “faili (belli) meçhul”e kurban edilen onun politik görüşlerini[10]ve ‘Değirmen’ öyküsündeki betimlemesini nasıl anımsamazsınız: “Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?.. Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler; Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler. Dinle adaşım sana bir Çingene’nin aşkını anlatayım…”
* * * * *
“Tek suçunuz hür insanlar gibi konuşmak/ Kitaplar suç ortağınız,” diyen Rıfat Ilgaz hayatı hep mücadelelerle geçmiş bir yazar.
Yaşamı boyunca Türkiye’nin hemen her dönemine; karanlığa ve umuda tanıklık etmiş bir isim. Eserleri de yaptıkları da bunlardan derin izler taşır…
Örneğin 1944’ün Ocak ayında yayımlanan ‘Sınıf’ı, 25 gün satışta kalabilecek, sonrasında ise sıkıyönetim kararıyla ve mahkemenin şu “bilirkişi raporu”yla toplatılacaktır:
“Sınıf adlı kitabın yazarının hasta ruhlu olduğu ve kitabında edebi açıdan hiçbir değeri yok; yazar kitapta bir fakir talebenin perişan hâlini tasvir ediyor ‘ne var bunda sıkılacak, utanmak bize düşer’ demek suretiyle cemiyetimize dil uzatıyor, çocuk dersini bilmiyor, fakat her şeyin piyasasını ve karaborsayı bilip bunun kendisine yeter olduğunu söylüyor, ‘bilmediğin şahıs zamirleri olsun’ demekle cemiyetimizin iç yüzüne tarizde bulunuyor.”[11]
Mahkeme heyeti, Sınıf kitabının sıkıyönetim kararıyla toplatmasıyla yetinmez, genç öğretmenin altı ay hüküm giymesine karar verir.
O her şeye karşın olduğundan farklı olmaz, eğilmez, hep dik durur; ‘Aydın mısın?’ şiirindeki seslenişiyle: ‘Kilim gibi dokumada mutsuzluğu/ gidip gelen kara kuşlar havada/ saflar tutulmuş top sesleri gerilerden/ tabanında depremi kara güllelerin/ duyuyor musun// kaldır başını kan uykulardan/ böyle yürek böyle atardamar/ atmaz olsun/ ses ol ışık ol yumruk ol/ karayeller başına indirmeden çatını/ sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm/ alıp götürmeden büyük denizlere/ çabuk ol// tam çağı işe başlamanın doğan günle/ bul içine tükürdüğün kitapları yeniden/ her satırda buram buram alınteri/ her sayfası günlük güneşlik/ utanma suçun tümü senin değil/ yırt otuzunda aldığın diplomayı/ alfabelik çocuk ol// yollar kesilmiş alanlar sarılmış/ tel örgüler çevirmiş yöreni/ fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende/ benden geçti mi demek istiyorsun/ aç iki kolunu iki yanına/ korkuluk ol.”[12]
Nihayet 1911 doğumlu Rıfat Ilgaz, 19 Kasım 1991’de son şiirini yazmıştı: “Elim birine değsin/ Isıtayım üşüdüyse/ Boşa gitmesin son sıcaklığım…”
O sıcaklığı hâlâ paylaştığımızı, anımsayacaksınız…
* * * * *
Pakize Barışta’nın, “Türkiye’nin, bu coğrafya edebiyatının umut yolunu açan en önemli yazarlarından biridir,” diye tanımladığı Orhan Kemal’in Çukurova üzerine kaleme aldığı eserlerinde, kapitalistleşmesinin belli bir sürecinde beliren, bölgesel olmasına rağmen, Türkiye’nin hemen hemen her yerinden insanları çalışmak ve yatırım yapmak için sermayeyi çeken bölgedeki kapitalistleşmenin ülkenin her yerindeki toplumsal ve ekonomik yapıları az veya çok dönüştürdüğünü, bölgenin aynı zamanda, Türkiye’nin aynası hâline geldiğini/ getirildiğini anımsayacaksınız…
* * * * *
Edebiyat sevgisini, dil tutkusunu toplumsal duyarlılığı ile birleştirmiş, yaşadığı çağa tanıklık ederken insanca ve onurlu bir duruş sergileyerek, henüz yirmili yaşlarındayken, “İnsanın, insan kavramının bu kadar unutulduğu, ölümün bu kadar başat ve korkulu olduğu bir namussuz çağda yine de başkaldırmamız gerektiğini biraz olsun duyabilmemiz, yine de karanlık ve sonsuz büyük bir odada, el yordamıyla da olsa aralık bir kapı aramamız şaşırtıyor bizi” diyen Erdal Öz’ü anımsayacaksınız…
* * * * *
“Yüzlerce yıllık edebiyat tarihinin destansı sözlü anlatısıyla çağdaş edebiyat arasındaki en güçlü köprülerden biri”[13]olan Yaşar Kemal, “Romanlarıyla, öyküleriyle, röportajlarıyla, Türkçenin en büyük şairlerindendir...
Hatta denebilir ki onu büyük romancı yapan, konulardaki özgünlük ve kompozisyon başarısı kadar, bu şairlik yeteneğidir.”[14]
Nasıl anımsamazsınız?
* * * * *
Edebiyata felsefeden bakma ayrıcalığıyla eleştirel deneme yazarı Füsun Akatlı’lıyı anımsayacaksınız…
* * * * *
‘Önce Ekmekler Bozuldu’, ‘Suçumuz İnsan Olmak’, ‘Hiroşimalar Olmasın’, ‘Bizans Definesi’yle yeniden düşünmemizin, anlamamızın önünü açan Oktay Akbal’ı anımsayacaksınız…
* * * * *
Nihayet 12 Mart darbesiyle tutuklanıp 8 ay hapis yattığı sürede ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni, daha sonra da gönderildiği Adana sürgününe ‘Şafak’ı kaleme alan ve 22 Kasım 1976’da, 40 yaşında yitirdiğimiz Sevgi Soysal’ı…
TEMEL DEMİRER
N O T L A R
[*]Güney Dergisi, No:57, Temmuz-Ağustos-Eylül 2011…
[1]Montaigne.
[2]George Henry Lewis.
[3]Pakize Barışta, “Orhan Kemal’in Kayıp Romanı: ‘Yüz Karası’…”, Taraf, 24 Nisan 2011, s.16.
[4]Ürün Anıl Özdemir, “Tek Boyutlu İnsandan Duyulmayan Anlam Çığlığı: Yabancılaşma (1)”, Cumhuriyet Teknoloji, No:1256, 13 Nisan 2011, s.14.
[5]Burada bir Orhan Pamuk parantezi açmak gerek. Bir haberde, “Kitapları ABD’den Çin’e İran’dan Hindistan’a dünyanın dört bir yanında 50’ye yakın dile çevrilse de Orhan Pamuk, hâlâ en çok Türkiye’de satıyor,” denilen O’na Vedat Türkali, Londra’daki söyleşisinde sert eleştiriler yöneltip, “Masumiyet Müzesi’ni Mağlubiyet Müzesi olarak görüyorum,” diyor. (“Masumiyet Müzesi Değil Mağlubiyet Müzesi”, Birgün, 14 Nisan 2011.)
[6]W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s. 549-550-551.
[7]Marguerite Duras, Yazmak, Can Yay., Çev: Aykut Derman, 2. basım 1999, s.16.
[8]Doğan Hızlan, “Anılarımdaki Bilge”, Hürriyet, 17 Aralık 2010, s.24.
[9]Doğan Hızlan, “Sabahattin Ali’nin Çağrıştırdıkları”, Hürriyet, 11 Şubat 2011, s.20.
[10]“Nâzım Hikmet gibi, Sabahattin Ali de politik düşüncelerinden ayrı olarak anılmaya, sadece öykücü yanıyla anılmaya çalışılıyor. Üstüne üstlük tüm eserlerinin yayın hakkının bir banka tarafından alınması, ona yapılmış büyük bir hakarettir; bu onu bir kez daha öldürmektir.” (Mete Yılmazer, “Susturulamayan Usta Kalem: Sabahattin Ali”, Tavır Dergisi, No:102, 2010/11, s.17-18.)
[11]Aydın Ilgaz, Sınıf’ın Efsanesi, Çınar Yay., İkinci Baskı Şubat 2010, s.12-13.
[12]Rıfat Ilgaz, Bütün Şiirleri, Çınar Yayınları, Üçüncü Baskı Ocak 2010, s.210.
[13]Asuman Kafaoğlu-Büke, “Söz Ustasından Söyleşiler”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:529, 6 Mayıs 2011, s.10.
[14]Ataol Behramoğlu, “Şair Yaşar Kemal...”, Cumhuriyet Dergi, No:1288, 28 Kasım 2010, s.4.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder