Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mayıs 2012 Perşembe

ÖZLEM KESKİN:Öpersen Uyanır



ÖPERSEN UYANIR




—Havaş da tavşanlay da öley mi?
—Ölür.
—Kelebikley de öley mi?
—Ölür.
—Kuşlay?
—Ölür.
—O şaman kablumbolayla çocuklay keşin öley. İlk başta onlay öley. Hışlı koşanlayla uçanlay ölünce onlay hemen öley.
—Ölür. Herkes her şey ölebilir.
—Halak mısın havaşı öldüyhene o şaman.
—Oğlum saçmalama. Yeter!

Kendimi bile ürküten bir tonda çıkarıp sesimi püskürttüm. Derin bir oh çektim sonra; benim gördüklerimi görmüyor, benim bildiklerimi bilmiyor ve benim kadar sözcüğü yok diye. Yoksa bana daha neler yapabilirdi; düşünmesi bile felaket.

Yarım yamalak üç beş sözcüğünü öyle bir birleştirdi, beni tek hamlede devirip odanın benden en uzak köşesine gitti. Savaşı öldürmemi istedi sabah sabah benden. Korktu da öfkemden, gitti. Bakmıyor bile. Oyuncak cenderesi yaratmaya çalışırken tınısı yüksek bir mırıldanma boşaltıyor.

Bütün bir haftanın yorgunluğu omuzlarımdan kalkmamış daha. Benim miskinliğim yorgun düşüyor onun doludizgin telaşında. Öyle büyük bir gürültü ki varlığımız; tıka basa dolduruyoruz odamızı. Oysa ben pek konuşma taraftarı değilim ama o hiç susmadı kalktığımızdan beri. Odanın içinde sessizce gezinen ana oğulluğumuzu seyrediyorum ona hissettirmeden. Az önce birbirimizi öyle büyük acıttık ki; şaşkınlığımızın yanında küçük ve savunmasız duruyoruz ikimiz de.

İzin verseydi çayımı içecektim, hafta sonu dinginliğini yudumlayarak. Şimdi çayı düşünmek ne, bir kalkan arıyorum kendime. Kalabalık sözcüklerimi yokluyorum; onun sakin, dingin, eksik ama sağlam çarpan üç beş sözcüğüne yanıt olsun diye. Yorgunluk çöküyor üzerime. O mu bıraktı bana her yerime batıp çıkan bu dikenleri.

Bağırmayıp da ne deseydim ona:

“Savaşın canı yok oğlum, öldürülmez. Herkes bir parça savaş. Herkese biraz yutturuyorlar. Herkes giriyor işin içine. Herkes biliyor aslında. Ya da herkes, herkes, herkes…”

Yok toparlayamazdım. Yıkamazdım güçlü anne görüntümü. Ne derdim o zaman; “Rahat ol oğlum sen korkma. Öldürürüm ben o canavarı boş bir vaktimde.”

Bırakmazdı ki peşimi. Her gün sorardı. Her gün yoklardı. İnsanları kucak kucağa, kahkaha fırtınasında görmedikçe inanmazdı. Yürüyen, büyüyen, gülen, nefes alan bir barış isterdi benden.

Gök gürültüsü konusunda başıma gelenleri unutmadım henüz. Onu da öldürmemi istemişti. ”Öldürdüm” demiştim. Yeniden duyduğunda “Yalancı, yalancı” diye dönmüştü etrafımda. İsteklerinin peşini sürüyor o. Ayrılmıyor yanıtların ardından.

Yeni bir hamle planlıyor olmalı. Gözlerini dikmiş bana. Odanın ortasında çarpınıyor bakışlarımız. Tedirginim. Bekliyorum.

Sekerek geliyor yanıma. Az şişirilmiş bir balon yumuşaklığında değdiriyor elini yüzüme. Sanırım arayı düzeltmeye çalışacak.
—Anne. Şaykımı höyliyim mi hana?

 Neyse ki biliyorum bu sahneyi:
—Söyle oğlum sen. Dinliyorum ben seni.

Şarkı söylüyor bana. Mırıldanmıyormuş. Demek bozuştuğumuzdan bu yana dönüp dolaşıp aynı şarkıyı söylüyormuş:
“Elleyim tombih tombih,
Kiylenince çoh komik”

Sesi rahatlatıyor beni. Eşlik ediyorum şarkısına. Gülümsüyoruz birbirimize.
Rastlantısal bir ayrıcalığı bölüşüyoruz ikimiz. O bundan habersiz. 
—Höyliyim mi yine? Diyor.
—Söyle oğlum, diyorum.
Şarkı söylüyoruz.

—Anne, anne.
Ne zamandır dürtüyor bu parmaklar beni?
—Anne eymek vey.

Ekmek istiyor. Çoktan bitmiş şarkısı. Mutfağa yürüyoruz beraber. Büyükçe bir ekmek parçasına çikolata sürüp veriyorum. Seviniyor çikolatalı ekmeğine. Bana neler yaptığının farkında değil. Kocaman açmış gözlerini, kucaklıyor sanki beni. Ben ekmekle onu resimliyorum bir kerede.

İçeri geçiyoruz el ele. Onun yarım kalmış bir oyunu var belli. Hemen ayrılıyor yanımdan. Ben koltuğa oturur oturmaz ana olmazdan çok önce analığıma açılmış yaranın ekmekle anacağım acısını duyuyorum. Zilan’ın gülüşü gelip oturuyor karşıma. Benim bildiğim yerlerden çok uzakta başka bir toprakta yaşıtımdı Zilan. Dilimi bilmezdi ama su gibi, kuş gibi, aydınlık gibi bir sesi vardı. Kalabalığımdı o benim. Beni severdi. Çok uzaklardan geldiğimi, dilini bilmediğimi, onu hiç anlamadığımı bile bile. Hatta onun olmasa bile çocuklarının dilini değiştireceğimi bile bile severdi beni. Dillerinin ötesinde bir şey vardı onun gözlerinde. Candı, canımdı Zilan.

Yaşıtlarımız genç kızdı daha. O tam beş çocuk doğurmuştu on dördünden bu yana. Biri de karnındaydı onu tanıdığımda.

Bir gün düşüp yandı bir tandırda. Çocuklarına yavan ekmek yapmak adına... Burnumu sızlattı köye dolan yanmış Zilan kokusu. Canımı en yakanı, o akşam çocukları analarını yakan tandırda analarının pişirdiği ekmeği yediler. Anasız uyunuyordu. Uyunacaktı. Ama aç uyunmuyordu.

O günden sonra da gördüm, hep gördüm ben onları. “Katil” demediler yediler ekmeği.

Zilan analığa açılan yaram, Zilan yavan ekmek için ölen anam. Zilan gelmiş oturuyor karşımda. Gülüyor bana. Bakıyor. Gülmenin, bakmanın, sevmenin dili yok. Silinsin diye içimden yanık kokusu, gülüşünü kokluyorum.

Zilan’ın küçük oğlu; Şivan, benziyor muydu benim oğluma? Hatırlayamıyorum. Oysa ezberlemiştim ben onun yüzünü. Annesinin öldüğü gece sararken onu acemice “Nan bukhe mualim”[*] demişti durmadan. Yeni konuşuyordu. Benim oğlum yoktu o zaman. O büyümüştür şimdi. Unutulmuş köyünde patlayan bombalara anlam veremeden. Unutmuştur çoktan anasının dilini. Büyümüştür tabii; yarı kâbus uykularında her gece duyduğu silah seslerinden kendi içine sinerek Kim bilir baskın gelip silahlara, gök gürültüsü avutmuştur onu belki. Oysa yıllardır uyutuyorum ben oğlumu sessizce. Ne çok isterdim oğlumu Şivan’la yan yana görmeyi. Ama bu süreç yaşanırken korkutuyor beni onların yan yanalığı.

Ya bir gün birileri, bu lanet kıyımın bir parçası yaparsa oğlumu? Oğlum neden gittiğini bilmediği bir toprakta öldürürse Şivan’ı? Şivan vurursa oğlumu? Bilmezlerse analarının birbirini, konuşmadan gözleriyle nasıl sevdiğini?  Korkuyorum.

Ya bir gün insan bedeninin kopan parçalarından zevk almayı öğretirlerse oğluma? Parmak koleksiyonu yaparsa benim renkli ve küçük kâğıtları biriktirenim. Kendinin olmayan bir savaşta soyunursa oğlum ölü sayısına endeksli bir kahramanlığa?

Ya da; en az oğlum kadar umutla büyütülen başkalarına parçalatırlarsa oğlumu. Toplayıp parçalarını bir merasim tabutuyla gönderirlerse küçük kuğumu? Ya bozarlarsa bizim sevdayla düşlediğimiz oyunu. Ben oğlum Şivan’la hiç acemilik çekmeden oynasın istiyorum.

Nereden getiriyorum bütün bunları aklıma. Nefesim daralıyor. Oğlum gözümün önünde oynuyor. Caniye benzer bir yanı yok. Oynuyor pamuk yumuşaklığında.

Bu yetmiyor ama. Şimdilik benzemiyor caniye ve Şivan’dan habersizim hâlâ.  Zilan bu işi bana bırakıp gitti. Ondan devraldım ben çocuklarımıza öğreteceğim kardeşliği.

İçimi kendime sığdıramıyorum. Yapmam gereken bir şeyler var eksik kalan. Evin dağınıklığını, işi gücü, alışverişi bırakıp bir kenara, dışarı atmalıyım kendimi. İnsanları bir bir dürtüp haykırmalıyım:

 “Eğer hiç rahatsızlık duymuyorsanız olan bitenden, yılan size dokunmamışsa henüz; ninenizi bir mülteci kampında saydam gözleriyle bakınırken düşünün. Annenizi getirin aklınıza, alyansını bozdurup üstüne para vererek kendini insan tacirlerine satarken. Ya da bunları yapamadan her ikisinin de kıskıvrak öldüğünü. Sevdiğinizin güzel bedenini getirin aklınıza, içini organ soyucular boşaltmış. Sonra can parçanız çocuğunuzu düşünün; ölmüş varlığının başında onu içinizde saklayacak yer bulamadığınızı ve ellerinin ellerinizde soğuduğunu. Binbir renkli sesinin sustuğunu düşünün. İnanın o zaman bin yaşatamazsınız o yılanı.”

“Çocuklarımızı katil yapacaklar ya da kuytularda vuracaklar, oyunlarına kan bulaşacak”diye bağırmalıyım.

—Halaklay öldüyhenişe havaşı.

Akıl almaz bir titreme sarıyor bedenimi. Ana oğulluğumuz yok ortada. Korkup sinmiş bir kenara. Oğlumun gürültülü varlığı bile bulanık gözlerimde.

Bakıyorum sadece. Görmek işini beceremiyor gözlerim. Odamızın bir saat önceki dinginliğine dönmeye çalışıyorum. İplerim gerilmiş, elimde değil beceremiyorum.

Hayal meyal görüyorum oğlumu. Zeliş’i tutmuş elinden sürükleyerek getirip çarpıyor kafama. İlgi istiyor. Halen farkında değil nelere sebep olduğunun. “Ah bana neler yaptın çocuk? Ne acımasız sorguladın. Söyler misin içime ne batırdın? Acıya acıya eriyorum ben.”

Zelişli darbeler iyi geliyor biraz. Aydınlanıyor görüş alanım.

Kara derili oyuncak bir et bebek Zeliş. Doğduğunda babasıyla aldığımız ilk oyuncaktı. İnsanları renklerinin dışında sevsin, adı başka rengi başka insanlar var bilsin diye.

Zelişli bir oyun kuruyoruz hemen. Misafircilik oyununda çay içiyorlar şimdi.

Tam o anda dehşet bir patlama saldırıyor kulaklarıma. Duman ve barut kokusu kaplıyor her yanı. Akıl almaz bir ağırlık çarpıyor bedenime. Sıcacık bir şeyler akıp gidiyor içimden. Yavaşça açıyorum gözlerimi. Bir elinde tabanca diye kullandığı bir sopa, bir eli Zeliş’in kara eliyle el ele yıkılıyor ayaklarımın dibine. Filmlerde gördüklerini oynuyor şimdi.

Sanki çok uzaklardan koşarak geliyorum. Soluk soluğa varıyorum yanına. Sanki neden ve kimler arasında yapıldığını bilmediği bir savaşta biri vurmuş bebeğimi. Sanki kana karışmış yatıyor bebeğim elini tuttuğu kara derili bebekle.

Her yanı kan yatıyor bebeğim. Peki hangisi benim bebeğim? Hangi acı benim? Hangi cinayet? Ölmüş çocukların açık kalan gözleri hep aynı bakıyor. Seçemiyorum. Feryadım dili başka kadınların feryadına karışıyor.

 —Pomba geydi öydük. Öpeysen uyanıyış.

Öpüyorum, milyon kere öpüyorum. İkisini de öpüyorum. Bütün insanları, insanlığı, tüm dünyayı öpüyorum. Fotoğraflamak kaldırıyor mu acıyı? Hangi intihar bitirebilir utanca tanık olmanın ağırlığını? Kana kana emziriyorum Sudan’da akbaba tarafından ölümü kollanan kızı.

Yaşlar sel oluyor gözlerimde. Hıçkırığımda boğulmak üzereyim. Saldırıyorum acemi analığıma. “Neden?” diyorum. “Neden ölü doğurmaya devam ediyoruz sancılarda kıvrana kıvrana? Barışı mayalasa ya rahmine her ana.”

-Öşüy dileyim annecim. Şaka yaftım.Şaka.

Durduramıyorum kendimi. Korkarak bakıyor bana. Yaşadığı üç yılın sağlamlığıyla sımsıkı tutuyor elimi.

-Şiiy yaş hadi, güyütü yafmam, höş.

Payıma şiir düşüyor, şiir yazıyorum.

“İkimiz” diyorum.

“Geceleri gizlice kalkalım oğlum
Yeryüzündeki bütün silahları kukla yapalım
Renk renk boncuktan gözleri olsun
İplerden saçaklı saçlar takalım
Kocaman gülen ağızlar boyayalım
Öpmeler konduralım  herkese
Öpmeler uyandırsın sevgiyi”

Oğlum, şiirimin bittiği yerde başlıyor şarkısına:

“Elleyim tombih tombih,
Kiylenince çoh komik”
  
ÖZLEM KESKİN
_____________
[*] “Ekmek ye öğretmen”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder