Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mayıs 2012 Perşembe

YAVUZ AKÖZEL: Kapitalizmin Kalesi Fyodr Mihayloviç Dostoyevski



KAPİTALİZMİN KALESİ
FYODR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ
HAYATI-SANATI-YAPITLARI

( 30 Ekim 1821- 28 Ocak 1881 )




“Dostoyevski’de hiçbir olumlu düşünce bulamıyorsak,
şimdiye kadar toplumda çoğunlukta olmadığımızı anımsamalıyız.
Toplumumuzun çeşitli öbekleri ve katmanları
Dostoyevski’de düşüncelerine destek aramaya
ve onun hastalıklarından acı çekmeye devam edeceklerdir.
   Dostoyevski henüz ölmedi, ne burada ne de Batı’da,
çünkü henüz kapitalizm ölmedi.”
    (Anatolu Vasilyeviç Lunaçarski,
Sanat ve Edebiyat Üzerine, Kırmızı yay.S.142)
                                                   


Kapitalizm can çekişirken azgınlaşıyor, sağa, sola saldırıyor, geriye iyi bir şeyler bırakmamak ve dünyamızı özdeksel ve tinsel olarak korkunç bir savaş sonrasının yıkıntısına, sömürülmüş bir bedenin oluşmuş kupkuru kadavrasına dönüştürdükten sonra çekip gitmek için elinden gelen tüm ‘hin’likleri deniyor.

Bu giderek yok oluşa doğru giden kendi geleceksizliğinin yarattığı en gerici intikam duygularından ve tamamen bireyselleşmişliğin endekslediği egoizm batağına yuvarlanmışlığından kaynaklanıyor.

Bu olguda Dostoyevski’nin rolü nedir? İnsansal tin’in bir mimarımı, yoksa çöküntüye uğratan, bir ortaçağ engizisyon rahibimi?

Marksist eleştirmenler ve burjuva eleştirmenlerin Dostoyevski değerlendirmesinde birleştikleri yegâne nokta, Dostoyevski’nin kahramanlarının edilgenliği üzerinedir. Olumlu kahramanları yok denecek kadar az olan yapıtlarında, insanlığın içerisinde sürekli bir şiddet, kıskançlık, bilincin önünde yürüyen hırs olduğunu vurgulamıştır. Bu motivasyonun bir köşesine de zayıf insanın ezilmişliğini koymuştur. Ancak bu ezik insandan yana, ezilenlerden yana bir tavır içerisine asla girmemiştir.

Dostoyevski’nin sanatsal bakış açısında olan ‘sevgi’ maskesine gizlenmiş ‘nefret’ duyguları onun gerçeğin İçerisindeki yüce olanı bulup çıkarmasına engel olmaktadır. Bu yüzden yapıtlarında çizdiği kahramanları yaşamsal gerçekleri yitirmiş kurgusal tiplerden,(Budaladaki Mişkin) veya yüce olan her şeyi kirleten, yıkan olumsuz tiplerden oluşmaktadır. Suç ve Ceza’daki Raskalnikov gibi.

Ancak, insana özgü, abartısız, doğal bir biçimde -yüce- olanı kendi benliğinde bir töz durumuna getirip çözümlemeye sosyalist gerçekçilikte ve sosyalist gerçekçiliğe esin kaynağı olan devrimci-demokrat yazında ulaşılır ve rastlanır.

Kötümserlik, burjuva dünyasının temelini oluşturmaktadır. Her iyi şeyin giderek yok edildiği dünyamızda sosyalizmin kapitalizm karşısında aldığı geçici yenilgi sonrası umutsuzluk ve yazgıya boyun eğiş 21.yüzyıl entellektüalizyonunun kitlelere sunduğu eski bir biçimin yeni seksiyonları şeklinde kendini göstermektedir. Umut, iyimserlik ve güzel bir geleceği yaratmanın olanaklı olacağını ancak az bir aydınlar gurubu, bilinçli proletarya, hâlâ sömürgeciliğe, işgalciliğe ve emperyalist talana karşı savaşım yürüten ezilen ulus ve halklar dile getirmektedir.

Olgu bu bakış açısıyla irdelendiğinde 21.yüzyıl entellektüalizyonunun Dostoyevski’ye neden böylesine dört elle sarıldığının ve onu kitlelere taşıdığının anlamı da anlaşılır olmaktadır.

20. yüzyıl, dünyamızda kötü şeyler kadar güzel şeylerin de yaşandığı bir yüzyıl oldu. İki tane dünya emperyalist savaşını yaşadık. Ve her iki savaşın ardından da proletarya önderliğinde, neredeyse dünya’nın yarısını oluşturan sosyalist ve demokratik devrimlere tanık olduk.

Çürüyen burjuvazinin çöküşmüş sanat ve edebiyatının karşısına güneş ve gelecek ile beslenmiş; yepyeni bir anlayışın, toplumcu sanat ve edebiyatı da bu güzel oluşumlarla birlik artık giderek etkin bir konuma geliyordu.

Gelinen yerde sosyalizm, yapılan yanlışlıkların, ML’den sapmaların ve ML’i gelişmelere entegre etmedeki beceriksizliklerin en önemlisi de ML ile alakası olmayan burjuva ideolojisinin, ML adına sosyalist ve demokratik halk cumhuriyetlerinde uygulanmaya sokulması sonucu gürültüsüz, kansız, soluksuz, sessizce çöktü, gitti.

Ama o dönemden kalan, örnek alınmaya değer çok önemli atılım ve pratikler, kültür -sanat yansımaları, tüm  dünya Proletaryası’nın ve ezilen halklarının demokratik - sosyalist hareketinin hala bir yol göstericisi, bir pusula- sı olmaya devam ediyor.                                       
                   

DOSTOYEVSKİ’NİN YAŞAMINDAN KESİTLER,
ÖNEMLİ YAPITLARINA İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELER:



BAŞLICA YAPITLARI:

Romanlar:İnsancıklar (1846), Netochka Nezvanova (1849), Ezilmişler (1861), Ölüler Evinden Anılar (1862), Yeraltından Notlar (1864), Suç ve Ceza (1866), Kumarbaz (1867), Budala (1869), Ecinniler (1872), Delikanlı (1875), Karamazov Kardeşler (1881)...                    

Öyküler:Öteki (1846), Dokuz Mektupları Romanı, Mr.Prokharçin, Hozyajka (1847), Polzunkov, Bir Yufka Yürekli, Kıskanç Koca, Namuslu Bir Hırsız, Bir Noel Ağacı ve Düğün (1848), Beyaz Geceler (1848), Küçük Kahraman (1857), Amcanın Rüyası, Stepançikevo Köyü (1859), Tatsız Bir Olay (1862), Timsah (1865), Ebedi Koca (1870), Bobok (1873), Uysal Bir Ruh, Köylü Marey (1876), Bir Adamın Düşüşü (1877)...

Kurgusal Olmayan Eserler:Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları (1863), Bir Yazarın Günlüğü (1873-1881)...         
                                                            
Dostoyevski’nin babası Michael Dostoyevski 19.Yüzyılın ilk yıllarında Ukranya’dan Moskova’ya gelip, Moskova Üniversitesinde tıp okudu.1812(1) seferinde askeri doktorluk yaptı. 1819 yılında Moskovalı bir bayanla evlendi, askeri doktorluktan istifa ederek Moskova’da özel bir hastahaneye doktor olarak girdi. 30 ekim 1821’de ikinci çocuğu yani Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski doğdu. Daha sonradan doğan kardeşleriyle beraber 8 kardeştiler ve hastahanenin bitişiğindeki küçük bir evde yaşıyorlardı. Oldukça disiplinli olan baba Michael Dostoyevski, çocukların başka çocuklar ve insanlarla oynamalarını ve konuşmalarını yasaklamıştı. Çocuklar kent dışındaki gezilerde dahi oynamaya, koşmaya kalkışamazlardı. Baba, sürekli çocukları fikren geliştirici konuşmalar yapar, onların çocukluklarını yaşamalarını engellerdi. Çocuklar ciddi konuların içerisinde –geometri, matematik vb gibi-  “sözde” eğitilirlerdi. Fyodr Mikhailoviç çocukluk yıllarında Moskova dışına hiç çıkmadı. O bir kent çocuğu olarak doğadan uzak, doğaya yabancı olarak büyüdü, dolayısiyle yapıtlarında, doğa betimlemelerine az rastlanır; rastlanıldığı yerde de karamsarlık egemendir:

“Sabaha doğru, hasta kendine gelir gibi oldu. Babasını çağırdım. Genç Potroviski’nin bilinci yerindeydi. Hepimizle vedalaştı. Sonra tekrar ağırlaştı. Boğuk sesiyle bir şeyler demeye çalışıyor; yalvarıyordu. Su götürdüm, başını çevirdi. İstediği su değildi. Bakışlarından pencereyi işaret ettiğini anladım. Gidip perdeyi açtım. Hava ışımıştı; ama güneş yoktu. Gökyüzünü sisli bir bulut perdesi sarmıştı. Yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları cama vurarak kirli sızıntılar halinde aşağı kayıyordu.”(İnsancıklar, antik batı klasikleri yay. Say.48)

Dar ve penceresiz bir odada çocukluk yıllarını tamamlayan Michael ve Fyodor Dostoyevski kardeşler daha sonra da yine 3 yıl gibi hatırı sayılır bir süre yatılı okulda kaldılar(1834). Dostoyevski’nin okul yıllarında da fazla arkadaş içerisine giremediği, arkadaş edinmeyi de başaramadığı gözlemleniyor. Fyodor Dostoyevski’nin içinde yaşadığı, soluk aldığı ve kendini ispat etmeye çalıştığı toplumdan soyutlanmasında, kendisini  çevresinden ve insanlardan uzak tutmasında, dünyaya, yaşama ve yaşam içinde gelişen tüm olgulara hastalıklı bir ruhun, hastalıklı coşkularıyla bakmasında, çocukluk yıllarında ona sunulan,verilen acımasız disiplinin önemli etkenleri olmalı:

“Büyük çocukların eğitimi şehir dışına yapılan bu yıllık gezilerin ilki sırasında başladı. Daha küçük yaşlarda anneleri alfabeyi öğretmişti. Ailedeki akşam okumaları onlara, İncil’i ve Karamzin’in tarihinin bazı önemli bölümlerini tanıtmıştı. Daha sonra iki öğretmen gelmeye başladı.---bir papaz ve bir Fransız – (............) ( Drashusov adındaki Fransız) ufak bir özel okul açmıştı. Michael ve Fyodor, 1831’de bu okula gönderildiler. Burada Latince öğretilmediğinden, bu görevi baba üstlendi; çocukların, yemek masasının yanında dimdik durmak zorunda oldukları bu derslerde babanın sertliği, hoş görmezliği üzerlerinde kuvvetli bir etki bıraktı.”(E.Hallett Carr, Dostoyevski, iletişim yay.S.17.)

Bu etkenler, yine birazdan değineceğimiz yaşamındaki diğer mutsuz etmenlerle de birleşince, ışıksız ve çalkantılı yaşamının oluşturduğu ruhsal dengesizlik, kin, nefret,  aşağılık duygusu, Dostoyevski’nin tüm öykü ve romanlarında belirleyici bir rol oynayacak, her yarattığı kahramana kendi gerçeğinden bir şeyler ekleyecektir. Gerçek yaşamda bir “anti-kahraman”  motifi çizen Dostoyevski, bu kendine ilişkin özsel özelliği, ustalıkla yapıtlarına aktaracaktır. Hangi yapıtını elinize alırsanız alınız orada birden fazla Dostoyevski bulacaksınız.Her değişik anti-kahraman Dostoyevski’nin birbiriyle çarpışan tin’lerinin birer nesnel’leşmiş  karikatürleri olarak karşımıza çıkacaktır.. Kapitalist toplum’un umudunu yitirmiş, yıkılmış ve çıkışsız kalmış insanının hem topluma hem de kendine olan yabancılaşmasının en karanlık kesitlerini verirken, yürünen upuzun yaşam yolunun sonunu da yine karanlık ve karmaşık bir tinsel girdabın içerisine ulaştırarak oradan Ortodoksluğun en ikiyüzlü kurtuluş öyküsünü fısıldamaktadır.                                                     

Yatılı okulda sıkıntılı, parasız geçen üç yılın ardından 1837’de annelerini kaybettiler. Anneleri öldüğünde Fyodor 15 yaşındaydı. Annelerinin yası içerisindeyken Puşkin’in bir düello sonucu öldüğü haberi yayıldı; birçok şiirini ezbere bilen ve Puşkin’e tapınırcasına hayran olan Fyodor, ağabeyine “aile yasımız olmasaydı, Puşkin için yas elbisesi giymek üzere babamdan izin isteyecektim” diyecektir.

Dostoyevski bir Puşkin hayranıdır ve çok şiirlerini ezbere bilir. Bu hayranlık aslında “haklı “ bir hayranlıktır. Puşkin’in yazıları ve eylemleri Rusya’nın yetişmekte olan yepyeni bir aydınlar generasyonu üzerinde müthiş etkilidir ve bu generasyonun yetişmesinde Puşkin’in önemli bir payı olduğunu söylersek, abartı yapmış olmayız.

Bu yepyeni generasyon Puşkin ile birlikte, Rus halklarına ve Rus halk diline yönelip, gerçekçi yapıtlar yaratmaya başladılar.

Dostoyevski, 1838’de Askeri Mühendislik Akademisi’ne girer.  Kardeşi Michael, hastalık nedeniyle okula alınmaz. Kardeşinden ayrı kalmak Dostoyevski’ye ağır gelir, okula ve arkadaşlarına bir türlü ısınamaz. Kendisini kitap okumaya verir. Shakespeare, Schiller, Hoffmann, Balzac, Gogol, Puşkin okudukları arasındadır.

1839’da babası köylüler tarafından öldürülür. Dostoyevski bunalımlar geçirir. 1843’de okulu bitirir ve teğmen olarak İstihdam dairesinde göreve başlar.1844’de Balzac’ın “Eugenie Grandet” Ve Schiller’in “ Don Carlos”unu çevirir, Bir yandan bunları çevirirken bir yandan da “İnsancıklar”ı yazar. Ordudan da ayrılır.

1845 yılında bitirdiği romanı Belinski’ye götürülür ve bir akşam toplantısında okunur. Belinski romanı çok beğenir; üç gün sonra da Dostoyevski, Belinski ile tanıştırılır. “İnsancıklar” romanını gereksiz uzatmalar olmasına karşın, “olağanüstü”  bulur ve heyecanla Dostoyevski’ye şöyle konuşur:

“Anlıyor musun? Yazdığın şeyin ne olduğunu, anlıyor musun? Yirmi yaşındayken bunu anlaman olanaksız .”

Ancak 1846’da yazdığı “Öteki, Ev Sahibesi, Mr.Prokharcin” öyküleri, Belinski tarafından beğenilmez, eleştirilir. Bundan sonra Dostoyevski, giderek Belinski’den uzaklaşır.

Avrupa’daki 1848 devrimlerinin(2)  yenilgisi Batı Avrupa’daki devrimci harekete büyük bir darbe vurur ve gericilik doruk noktasına ulaşır,  ideolojik gelişim sekteye uğrar. Buna karşın Rusya’da devrimci hareket canlanır, Çar I. Nikola’nın despotizmi iki kat artar. Dostoyevski, Petrashevski(3) çevresinde kurulan gizli siyasal örgütle yakın ilişkiler kurar, yine bu tarihte “Beyaz Geceler’i kaleme alır.

“Beyaz Geceler” melankolinin ve yalnızlığın romanıdır. İnsancıklar gibi, natüralizm (doğalcılık)  ile gerçekçilik arasında bocalayan ve romantik bir karşı çıkışın derinden gelen fısıltısını yansıtıyor. 50 sayfalık, romandan ziyade bir uzun öykü özelliğini taşımaktadır. “İnsancıklar”ın başarısından sonra kaleme aldığı öyküler; “Öteki”, “Bir Yufka Yürekli”, “Kıskanç Koca”, “Beyaz Geceler” ve o tarihlerde yazdığı diğer öyküleri ses getirmez. Hatta beğenilmez. Bugün burjuva eleştirmenleri ve yazarları tarafından sözgelimi “Beyaz Geceler” sınırsız övülmektedir; peki anlattığı konu nedir? Teması nedir? Okuyucuya, kitlelere ne vermek istemektedir?

Beyaz Geceler (1848):
Öykü, Petersburg’da geçen dört gece ve bir günle sınırlı. Adını bilmediğimiz konu kahramanı, yapayalnız bir kişidir, hiç arkadaşı falan yoktur. 8 yıl arkadaşsız olarak geçirdiği Petersburg’da, onun arkadaşları; geceler boyu gezintilerindeki hayalet binalar, boş yollar ve karşıdan gördüğü, sürtünerek geçtiği insan siluetleri, gölgeleridir.

O, hemen hemen her gün çıktığı Nevski Bulvarında bir yıldan beri sürekli karşılaştığı bir ihtiyarla selamlaşmaktadır.   İnsanlarla olan en yakın ilişkisi de işte bu, konuşmasız, sessizce eğilerek, şapka çıkararak yapılan merhabalaşmadan oluşmaktadır. Ama kahramanımız her gece önünden geçtiği ve artık iyice tanışık olduğu evlerle konuşmaktadır:

“Petersburg’un evlerini de tanıyorum. Sokaktan geçerken her ev öne uzanıp pencereleriyle bana bakıyor, neredeyse şöyle diyor sanki: ‘Merhabalar; nasılsınız? Tanrıya şükürler olsun, ben de iyiyim. Mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar..’ Ya da ‘Sağlığınız nasıl? Yarın onarım var bende.’ Veya: ’Dün az kaldı yanıyordum, öyle korktum ki.” (Beyaz Geceler, Bilge-Kültür-Sanat Yay. S. 8)

Adsız kahramanımız böyle bir “beyaz gece”de kanal boyu yürürken rıhtımın parmaklığına yaslanmış ağlayan bir bayan ile karşılaşıyor,  arkadaş oluyorlar. Yaşamı yalnızlıkların derin bunalımlarında geçen adsız kahramanımız bayana hemen sırılsıklam aşık oluyor ve dört gün devamlı buluşuyorlar… Bayan bir başkasını sevmektedir. Ancak bizim adsız kahramanımızı da sevmeye başlamıştır ve onunla evlenmeye karar vermiştir. Çünkü sevdiği kişi söz vermiş, –bir yıl sonra gelirim ve evleniriz – demesine ve bir yılı çoktan geçmesine karşın, hâlâ gelmemiştir.

Nastenka: “Onu seviyorum; ama geçecek bu, geçmek zorunda, geçmemesi olanaksız. Evet geçecek, hissediyorum bunu. Kim bilebilir, belki bugün bile bitebilir; çünkü siz burada benimle birlikte ağladınız, çünkü onun gibi terk etmediniz beni, çünkü siz seviyorsunuz beni, ama o sevmiyor... ve çünkü ben de sizi seviyorum! Daha önce de söyledim bunu size bunu, biliyorsunuz… seviyorum sizi, çünkü ondan iyisiniz, çünkü ondan dürüstsünüz, çünkü ,çünkü o...”.....”...sevgim de her zaman layık olacaktır sevginize. Peki, istiyor musunuz beni şimdi?”  (ay.yapıt.S.71-72)

Sonra birleşmenin düşlerini birlikte kuruyorlar… Adsız kahramanımız mutlu, Nastenka mutlu, sevinçli görünüyor. Ama sonra?..

“ o sırada genç biri geçmişti yanımızdan. Önce bir an durmuş, bize dikkatli dikkatli bakmış, sonra yürümüştü. Kalbim duracakmış gibi çarpıyordu..

Alçak sesle,
—Nastenka, dedim. Kimdi o, Nastenka?

Ayakta zor duruyordu Nastenka, şimdi daha çok titriyordu, bana daha da sokulup fısıldadı:
—Bu o!

Arkamızdan bir ses duyuldu:
—Nastenka ! Nastenka ! Sen misin ?
Ve genç bize doğru birkaç adım attı.

Tanrım, nasıl bir çığlıktı o öyle! Nasıl ürpermişti Nastenka! Nasıl kollarımın arasından koparcasına sıyrılmış, ona doğru atılmıştı… Ölü gibi ayakta duruyor, onlara bakıyordum. Ama Nastenka tam elini uzatmıştı ona, tam kollarına atmıştı kendini ki, birden durmuş, dönüp bana bakmış, ben daha kendime gelmeden rüzgâr gibi, yıldırım gibi yanıma koşmuş, kollarını boynuma dolamış, beni sıcak, içten öpücüklerle öpmeye başlamıştı. Sonra, bir şey söylemeden tekrar döndü, gence koştu, ellerini tuttu, birlikte uzaklaştılar..”(ay.yap.S.71-72-75-76)

O sabah, beyaz geceleri bitiyor adsız kahramanımızın, yine yalnızlık ve acılarla dolu bir yaşamın başlaması!

Kitap şöyle bitiyor:

“Nastenka, sevimli gülümseyişin hep mutlulukla ışıldasın. Yapayalnız, soylu bir yüreğe tattırdığın o bir dakikalık mutluluk için her zaman şükranla anacağım seni! Tanrım! Tam bir dakikalık mutluluk! Bir insana ömür boyu yetmez mi böyle bir mutluluk?”(ay.yap.s.80)

Dostoyevski’nin beyaz geceleri gelecekte yazacağı öykü ve romanların yaratacağı  “yeni insanının”(anti-kahramanının) az çok motifini çiziyor. Söz gelimi “Suç ve Ceza” romanının birinci karakteri kabuğuna çekilmiş, insanlardan kaçan, kendini yalnız kalmış bulan, yitirdiği gerçekleri Sonya’da yakalayıp ona dört elle sarılan, ruhunda aşağılanmanın çalkantılarından gelen çelişkili kompleksleri yaşayan Raskalnikov’un benzeş portresi, “Beyaz Geceler”deki adsız anti-kahramanımızda çizilmiş. Varoluşçuluğun ve yabancılaşmanın salgıladığı uyumsuzluğun, başkaldırısı olmayan, yazgısına çoktan razı edilginliğin hatta buhurdanlığından dinsel gizemciliğin dumanları tütsüyen bir absürd anlayışın ilk filizlerini bu öyküde yakalayabiliyoruz.

Kapitalist ilişkilerin kişileri birbirlerine yabancılaştırdığı, insanları pısırıklaştırdığı, ürkekleştirdiği ve kendi kabuklarına çekilme zorunluluğunda bıraktığı, bu romanda ifadesini bir ilk adım olarak duyumsatıyor. Art arda yaşadığı ve gerçekliği yakaladığı dört beyaz gecenin ardından gerçekliğin yeniden yitirilmesi betimlenirken bunu yaşama karşı bir dirençsizliğin ve savaşımsızlığın erdemsizliği olarak değil de bir erdemmiş gibi mantık dışı gizemciliğin kalıplarına uydurmaya çalışılmaktadır. “Beyaz Geceler”de, kişilerin mutsuz oldukları, oysa yaşamlarında oluşacak bir dakikalık mutluluğun bile insana bir ömür yetebileceğinin felsefesi yapılmaktadır. Her şeyin ‘Ben’ için var olduğu, herşeyin bireysel mutluluğu hedeflediği ve acılarla geçen bir ömrün ardından gelen sadece bir dakikalık mutluluğa dahi ‘Çok şükür’  demeyi haince, insanlara layık gören bir varoluş anlayışı etiyle, kanıyla gözlemleniyor. Dostoyevski’nin “İnsancıklar”ında da olduğu gibi  “İsavari” acıları yüklenme ile burjuva hümanizmasının en iki yüzlü olanı öne çıkıyor.

İnsancıklar(1846):

İnsancıklarda da, Makar Devuşkin acıları yüklenmeye hazır, acıları istemle yükleniyor. Belinski tarafından övülen “İnsancıklar”da da mektuplaşan fakir bir genç kız ile (Varvara Alekseyevna) onu korumak isteyen Makar Devuşkin üzerine öykü kurulmuş. Ancak “İnsancıklar”, anlatımında içinde bulunulan zamanın sosyal betimlemesini, kapitalist ilişkilerdeki acımasızlık, küçük burjuvazinin içinde bulunduğu ağır koşulların tinsel ve özdeksel motiflerini başarıyla veriyor:

 “Dediğim gibi odamdan memnunum; ama ev için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Öyle bir eve düştüm ki, ev demek için bin şahit lazım; yol geçen hanı gibi. Gürültüden durulmuyor.....

Hayatımdan yakındığımı sanma. Hikâyecilerden esinlenerek evin tasvirini yapıyorum. Dış kapıdan girince burnunuza ekşi bir rutubet kokusu geliyor. Duvarlar kim bilir kaç seneden beri badana yüzü görmemiş. Karanlık koridor boyunca karşılıklı odalar sıralanıyor. Kapılar birbirine bakıyor. Odalar küçücük, mahkûm hücresi gibi.

Çocuk bağrışmaları, kadın çığlıkları, sarhoş naraları birbirine karışıyor. Kadınlar bile ağıza alınmayacak küfürler ediyorlar. Bir odada en az iki üç kiracı oturuyor. Düşünebiliyor musun, Bir odada üç kişi… Ne can sıkıcı bir hayat! Biri kitap okumak, diğeri uyumak istiyor, üçüncüsü bir arkadaşını davet etmiş, içki içip şarkı söylüyorlar.” (İnsancıklar, Antik batı klasikleri yay.S.8)

Natüralizmin başarılı bir örneği burada yansıyor. Bana, Emile Zola’nın ‘Meyhane’ romanında başarıyla anlattığı kapitalizmin kusmuğu olan o, Paris’in kenar mahallelerindeki sefil evleri ve sefil yaşamları anımsattı. İnsancıklarda kapitalizme bir yergi var. Okuyucu bunu kendisi bulup çıkarabiliyor:

“—Bay Bıkov! Dedim; bazı şeyler vardır ki para ile ödenmez.
Güldü:
—Saçma! Dedi; bu dedikleriniz şiirlerde ve romanlarda olur. Siz galiba çok roman okumuşsunuz.” (Ay. Yap.S.156)

Kapitalizmde para her şeydir. Erdemlilik ve dürüstlük, artık her şeyin  ‘para’ ile ölçüme vurulduğu bir devirde anlamsız ve faydasız şeylerdir. Kapitalizmde para insana güç ve cesaret verir. Toplum içerisinde onu, beş kuruşluk kişiliği olmasa dahi, kişilikli ve erdemliymiş gibi gösterir. Para, çok kere kişilikli ve erdemli insanları da kendi girdabına alarak kişiliksizleştirir ve erdemsizleştirir.

Kapitalist düzende parası olmayan insan, sık sık çaresiz kalarak başkalarının yardımına muhtaç kalır. Onurlu insan kendisine yardım eden kişinin karşısında borcunu ödeyemediği süreç içerisinde sürekli bir eziklik duyar. Ve sonra bir yer gelir ki, bu onurluluk ve eziklik duyma duyguları, düşkünlüğün sonucu başkalarından borç isteye isteye silinir gider, onun yerini, sözüne güvenilmeyen, parayı tanrı olarak görmeye başlıyan, kişiliksiz, onursuz ve namussuz bir tip alır.

Her ne kadar roman için “Bizdeki toplumcu gerçekciliğin ilk örneğidir” övgüsü Belinski tarafından yapılmışsa da aslında, M. Gorki tarafından ilk kez 1934 Sovyet Yazarlar Kongresinde ortaya konan anlamda bir “toplumcu gerçekçilik” değildir. “İnsancıklar”, natüralizmin başarılı bir örneği olarak ancak değerlendirilebilir. Elbette ki, bu natüralizmin içerisinde toplumu biçimlendiren sistemin kişiler üzerindeki yansımaları anlatılmaktadır. Zaten gerçekçi bir romanın da yapmak istediği budur. Ancak bunu yaparken diyalektik yöntem göz ardı edilemez. Romanı toplumcu gerçekçi kılan hem o yapıtın diyalektik hem de materyalist olma özelliğidir. Natüralizm, eleştirel gerçekçi yapıtlar bu özelliklerden yoksun veya bu özelliklere tam uyum içerisinde değildirler. Bu yapıtları toplumcu gerçekçilikten ayıran ayırıcı özellik de budur. Bundan dolayı Dostoyevski’nin “İnsancıklar”ını da içine alacak şekilde 19. yüzyıl Rus yazınında toplumcu gerçekçiliğe açılan pencerenin öncülleri diyebileceğimiz birçok yapıt vardır. Önemli örnek olarak da Gogol’ün  “Ölü Canlar”ı başta olmak üzere birçok yapıtları, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”sı gösterilebilir.

“ 16 Eylül

Benim Talihsiz Kızım Varvara Alekseyevna,
Bugün bizim evde hiç umulmadık şeyler oldu. Açıklaması ve yorumlaması zor şeyler, anacığım. Anlatayım da dinle: Bizim zavallı Gorşov beraat etti. Son duruşmaya katılmak için gitmişti. Hakim sonunda insafa gelip memur Gorşov’un lehindeki bütün delilleri değerlendirmiş ve tüccarı suçlu bulmuş. İftiraya uğrayan Gorşov’a hemen ve defaten ödenmek üzere tüccarı yüklü bir tazminata mahkûm etmiş. Böylece, zavallı memurun hem şerefi kurtuldu hem de hatırı sayılır bir paraya kavuştu. Kısacası adamcağız sonunda muradına erdi.

İnanabiliyor musun anacığım; adamın ilk işi bana uğrayıp yirmi kopek borcunu ödemek ve teşekkür etmek oldu. Ben çoktandır unutmuştum; zaten borç olarak vermemiştim. Beti benzi uçmuş, gözleri yaşlı, dudakları titriyordu;
—Sağolun iyi bir komşusunuz, dedi. Bana yaptığınız iyilikleri nasıl unuturum?
—Beni mahcup ediyorsunuz dostum; size ne iyiliğim dokundu ki?
—Ah, sevgili Makar Alekseyeviç! Ben nankör bir insan değilim. Yaptığınız iyilikleri hiç unutur muyum? Çocuğumun ölüsüne gelip acımı paylaştınız. Kimse benim suçsuzluğuma inanmazken, siz inandınız ve mutlaka sonunda adaletin tecelli edeceğini söyleyerek ümit verdiniz. Kapınıza geldiğimde beni boş çevirmediniz. Kendiniz aç kalma pahasına, elinizdeki bütün parayı bana verdiniz.

Adam o kadar içten konuşuyordu ki, dayanamadım. Birbirimize sarılıp ağladık. Akşam bütün apartman halkı toplanıp kendisini tebrike gittik. Bu hareketimiz kendisini çok duygulandırdı. Teker teker ellerimizi sıkıp teşekkür etti. Kamburu düzelmiş, boyu uzamış, omuzları dikleşmişti. Ancak hâlâ ilk şaşkınlığının şokunu yaşıyordu. Ne söylediğinin, ne konuştuğunun bilincinde değildi. “Çocuklarım, karım, şerefim, namusum” sözleri dilinden düşmüyordu.

Hepimiz çok duygulandık. Bir ara Ratazyev, havayı yumuşatmak için olacak:
—Aman kardeşim, dedi para olmayınca şeref ve namusun ne faydası var? Her şeyin başı para… Paraya kavuştuğun için şükretmelisin.

Sonra sanırım, Gorşov’u neşelendirmek için, omzuna bir şaplak indirdi. Gorşov bundan hoşlanmadı gibi geldi bana. Bunu açıkça söylemedi, ama Ratazyev’e tuhaf tuhaf baktı ve elini omzundan indirdi.

Eskiden olsa bunu yapmaya cesaret edebilir miydi? Hiç sanmıyorum. Ratazyev haklı galiba; para insanı değiştiriyor.

.........Ratzev’in şaplağı boşa gitmemişti, anlaşılan. Gorşov, ’karım, çocuklarım, namusum, şerefim’ sözlerini unutmuş; bunların yerine; ’Evet, diyordu, parasız olmuyor… Şükürler olsun, artık param var.’ Biz odadayken hep aynı sözleri tekrarlayıp durdu: ’Çok şükür, çok şükür! Artık param var.

Gorşov’un karısı ev sahibesini çağırıp akşama yemek hazırlamasını söyledi. Paranın kokusunu alan ev sahibemiz, bir zamanlar bu zavallılara ettiği hakaretleri unuttu: ‘Emredersiniz hanımcığım, mutfağa girip kendi ellerimle pişiririm’ demez mi!”(Ay. Yap.S.149,150,151)

Kapitalizmin, insanları nasıl değiştirip dejenerasyona uğrattığını, feodal dönemin ahlak anlayışını bir darbe ile ayaklar altına alıp çiğnerken, kendi ahlak anlayışını nasıl da geçer akçe durumuna getirdiğini, aynı zamanda Rus ulusal kültürünün de içerisinde bulunan sosyalist ve demokratik kültür birikimlerinin nasıl giderek yok olduğunu eleştirel bir bakış açısıyla ve oldukça canlı, sahici aynı zamanda akıcı bir anlatımla betimliyor.



YAVUZ AKÖZEL

(DEVAM EDECEK….)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder