Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Temmuz 2012 Salı

YAVUZ AKÖZEL: Ördekli Park-III (Yaşamın Tadı)


     
ÖRDEKLİ PARK-III

YAŞAMIN TADI




İçten gelen bir gülümsemeyle“Welt ist klein!”(Dünya küçük!) deyip, yanıma oturdu. Biraz kenara çekilip sevgili arkadaşıma yer açtım. Hafif bir yağmur hüzünle göle yağıyor, çınar ağacının dibindeki kanepeye oturmuş, yağan bu gözyaşı gibi yağmurun sessizlikteki senfonisini dinliyordum.

Ördeklerin bir bölümü yağmura aldırmaksızın suda yüzüyor, bir bölümü de çimenlerin üzerinde uyukluyorlar. Çınar ağacı adeta bir şemsiye gibi bizi yağmurdan kolluyor, ıslanmıyoruz. Karatavuklar da yağmura aldırmaksızın ağaçların en uç dallarına yerleşmiş aralıklarla sinyalleşiyorlar.

Yanıma oturan 76 yaşlarındaki Schäfer Werner gerçekten sohbetinden inanılmaz haz duyduğum bir arkadaşım.

Yaşamı müthiş bir savaşım ile geçmiş. Onda, bir Jack London yankısı buluyorum. Werner, yaşamından kesitler anlattıkça onun en göz alıcı renklerin karmaşasından oluşmuş evreninde adeta kendimi yitiriyorum.

 İşte yaşamın tadı bu, diyorum, kendi kendime... Evet, yaşamın tam da tadı bu olsa gerek! Ben daha söylemeden başlıyor anlatmaya.
—Dur Werner!  Bunu baştan alalım, hem de en başından! Çünkü yazacağım, diyorum.
—Ahhh. Memet! Çok acelecisin diye, söyleşisine kolay gelen ve Almanlar tarafından bilinen göbek adımla bana seslenip, şakayla karışık fırça atıyor!
—Okey, Okey! Mr. Schäfer diye, ben de onunla biraz eğleniyorum.
Ve yine her defasında olduğu gibi Nazım’dan “Mehmetçik Mehmet” Şiirinin mısralarını okuyorum:

“Tren düdükleri öter medet medet
Uzun raylar uzanır memleket memleket
Yok bu raylarda merhamet
Mehmetçik Mehmet
Mehmetçik Mehmet"

Ve her defasında da soruyor:
—Ne demek bu? Memleket memleket? Mehmetçik Mehmet?

Ben de her defasında anlatmıyorum, atlatıyorum onu... Atlatıyorum çünkü bir gün Schäfer’i, bu candan insanı alıp eve götürmek istiyorum... Ona şöyle orta şekerli bir Türk kahvesi ikram edip, Kahvelerimizi afiyetle içerken, Nazım’ı, Bu şiiri ve birkaç değişik şiirini ona tanıtmayı düşlüyorum... Çünkü Bertolt Brecht’in birçok şiirini ezbere bilmesine karşın Nazım’ı tanımıyor.

—Bak Pablo Neruda’yı, Biri daha vardı. Evet evet... Garcia Lorca’ydı ikisini de zevkle okurdum... Ah... Eski gençlik günlerim! Nasıl da hareketli, yerinde duramaz, deli dolu bir gençtim... Kitap çok okurdum... Sonunda okumak da yetersiz kaldı, dünyayı gezmeye karar verdim; param yoktu üstelik.
—Sen önce biraz savaş yıllarından anlatsana? Hatırlıyor musun? Ne yiyip içiyordunuz, yaşantınız nasıldı?
—Ah… Mehmetçik Memet! Hep konuyu dağıtıyorsun! Üstelik o yılları anımsamak içime bir korku, ürperti, acı veriyor.

Babam askerdi... Sovyet cephesine gitmiş... Gidişini falan hatırlamıyorum... Savaşın artık son aşamalarını o en korkunç, en çılgınlaştığı süreçleri bir kâbusmuş gibi hatırlıyorum. Ben, ağabeyim ve iki kız kardeşimle birlik Zittau’ya 10 km uzaklıktaki küçücük, şirin mi şirin sessiz köyümüz Dittelsdorf’ta yaşıyorduk. Savaş işte!.. Şimdi televizyondan izliyorum, Sizler de izliyorsunuz. Afganistan, Irak, Filistin, Libya, Mısır Neredeyse bütün bir Ortadoğu... Şimdi de Suriye... Ve... ve senin memleketin Türkiye! Kürtlere gökten bomba yağıyor, ölen ölene! Ya Afrika ülkeleri? Uzakdoğu, Güney Amerika... Aynı acıları, korkuları yaşayan milyonlarca insan var... Savaş hâlâ hiç bitmeden devam edip gidiyor... Kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden suçsuz insanlar acımasız katlediliyor... Ne adına? Ne için? Ah... Memet... Biz bunları yaşadık... Hitler dünyaya güya özgürlüğü ve barışı getirmek için sosyal adaleti getirmek için 

40 milyon insanın ölmesine neden oldu. Hangi özgürlük? Hangi barış ve sosyal adalet? Tröstlerden beslenen bir kaynak insanlığa, doğası gereği kendinde olmayan bir şeyi nasıl verebilir? Akrep ağu taşır, bal değil!

Televizyondan ayakları masalara uzatarak, kahve, çay, bira içerek, akşam haberlerine bakarken gönül gezdirip ne yiyip içsem acaba? Sonra... sonra... Bir savaş muhabiri bombaların patladığı yerleri, pike yapan uçakları, yanan şehirleri, ormanları, dağı, taşı ölen çoluğu çocuğu kamerasına alıp biz sayın dünya izleyicilerine ulaştırıyor.

Görüyoruz, yaşıyoruz bunları ama bunun ne demek olduğunu pek azımız taaa yürekten kavrayabiliyoruz. Yazık! Çok yazık...  Açtık... Boş tarlaları kazıp sökülmemiş, unutulmuş patatesleri bulmaya çalışırdık, bir kaç tane patates bulduğumuzda nasıl sevinirdik...  Ah... Bir bilsen!.. Bunları annem özenle haşlar ve bizlere kardeş payı yapardı. Hepsi bu değil. Tarlalarda oraktan kurtulmuş, kenar bucaktaki çavdar, yulaf, arpa başaklarını toplar, un yapardık. Yaban otları, ormanların derinliklerinden de mantar toplardık. Günlük aşımız bunlar olurdu bizim. Güzel, güneşli günlerde evimizin kapısını kitler gelir bu yemyeşil bayırlarda hem zulalanır, hem de biraz daha emniyette günlerimizi geçirirdik. zulalandığımız sırtlardan köyümüzün ve çevresinin müthiş panoramasını gözlerken kardeşlerimle birlik çeşitli oyunlar icat edip oynar, ezgiler söyler, açlığımız gelip çattığında da bir parçacık ot, patates gibi şeyler yiyip oracıkta hemen uzandığımız yerde uyumaya çalışırdık.

Şimdi düşünüyorum da o felaketin içerisinde gereklilikten dolayı kendiliğinden oluşan çok güzel şeyler, çok güzel duygular da yaşamışız. Doğanın bereket, güzellik ve sevecenliğini ruhumuza damıttık her şeyden önce...

Doğanın değerini bilmek gerektiğini, çünkü bizi bağrına basacak ve koruyacak temel güç olduğunu işte o savaş yıllarının çaresizliğinde kavradık.

Şuraya bak Memet. Nasıl da acımasızca doğayı tahrip ediyorlar... Şu şuursuzca gökyüzüne uzanan ve sadece ‘kâr’ düşünen fabrika bacaları... Atom santralleri, satın aldığımız her maddenin bilinçsizce paketlenmiş olması, şu insanların yine bilinçsizce tüketim sevdaları ve sonunda gelinen nokta... Doğa giderek bize düşman olmaya başlıyor. Kaynaklarından su yerine ağu akıyor, aldığımız her solukta oksijen yerine bize her türden ağulu madde sunuyor


Sonra “Savaş bitti” dediler... Herkeste bir sevinç, köyde bir bayram havası... Çok geçmedi Rus askerleri göründü... Evlerimizin kapılarına annelerimiz beyaz yatak çarşaflarından ‘ barış’ bayrağı yapıp astılar. Bu, yani ‘dostuz ‘anlamında bir işaret, anlatı oluyormuş!  O zamanlar annem kırk yaşlarında gibiydi... Çok güzel bir bayanmış, yani aile albümümüzdeki resimlere dayanarak söylüyorum. Bu benim beğeni zevkim tabii ki... Ama tüm anneler tüm çocuklarının gözünde dünyanın en güzel kadınıdır sanırım! Tüm çocuklar da annelerinin gözünde dünyanın en güzel çocuklarıdır! Yoksa yanılıyor muyum, Mehmetçik Memet?

Babamı sorup dururdum hep... “Artık savaş bitti ne zaman gelecek?” diye… Annem, babamın döneceğine ilişkin hiç ümidini yitirmedi sanırım. O, her sorduğumda, gözyaşlarını tutamaz ve “Gelecek bitanem, bilmiyorum ama mutlaka çıkagelecek!” der, beni tüm sevecenliğiyle bağrına basardı. Onun kokusu, sıcaklığı hâlâ şimdiymiş gibi bende... Bende, bak şuramda...

Gözlerime bak Mehmetçik Memet! Yüreğimi dinle, içime gir ve annemin sıcaklığını duy, kokusunu solu! İnsanın ümidini yitirmesi! Bunu annemde yaşıyordum... Ümidin bittiği yerde bir ümidin hâlâ var olması... Çok derinlerden bir fısıltı halinde, çok uzaklardan yavaşçacık yanaşıp duran! İşte annemde ve bende olan da buydu.

Dedim ya, açtık! Savaş biteli aylar olmasına karşın biz hâlâ açtık... Ruslar ara sıra yiyecek getirip dağıtıyorlardı ama oldukça yetersizdi... Çünkü Ruslar neredeyse tek başlarına savaşıp Nazi Almanya’sını dize getirmişlerdi... Savaş bitiminde onlarda da bir şey kalmamış gibiydi. Çünkü her taraf yakılıp yıkılmıştı. Açlık ortak yazgımız olmuştu... Oysa Amerika, İngiltere ve Fransa’nın işgal altında tuttuğu Almanya’nın diğer parçalarında yeterince yiyecek olduğunu, kıtlık olmadığını duyuyorduk.

Parkta yağmur biraz daha hızını arttırdı. Ördekler hiç oralı olmuyorlar hatta diyebilirim ki yağmurun böyle hızını arttırmasından memnun gibiler. Gölün kenarında, suyun içerisinde öyle sakin duruyorlar. Geçen hafta dünyamıza teşrif buyuran dokuz tane yavru da oturduğumuz kanepenin biraz ilerisinde adeta birbirlerine yapışmış gibi pinekliyorlar. Anneleri başında, oldukça gururlu ve kendinden emin bir şekilde yavrularının nöbetçiliğini yapıyor.

Sayıları eksilmiş gibi geldi bana. Yağmura aldırmaksızın usulcacık yanlarına gidip saymaya başladım; bir, iki üç... yedi...

—Werner, bunlar geçen hafta 9 tane değiller miydi?
—Evet!
—İki tanesi yok! 
—Geçen yıl da eksilmişlerdi, hem de beş tane birden...  
—Kala kala iki tanecik kalmıştı... Ve bu hep böyle oluyor. Geceleri gelincik, tilki gibi hırsız hayvanlar gelip onları annelerinden çalıyorlar!
—Ya anne? Anne?... Ah... Ne korkunç ve hüzün verici bir şey! Onun duyguları yok mu? Her annenin, hayvan da olsa mutlaka bir şekilde yavrusuna karşı,(nasıl anlatsam bilmem…) Doğanın ona bir üstünlük olarak armağan ettiği mantık ve bilinçten tamamen bağımsız olarak harekete geçen duygu ve analık sezileri olsa gerek!
—Eh... İşte doğanın devinimi bu... Gereksinimler şöyle ya da böyle mutlaka giderilmeye çalışılıyor. Bir patlama oluyor mutlaka ve sonunda işte bu müthiş patlama ya utku ya da ölüş ile sonlanıyor. Ve bu sonlanış yeni bir devinmenin de ilk muştucusu oluyor!

İki yavrunun eksilmesi sanki parkı biraz daha ıssızlaştırdı ve derin bir acının yağan yağmurdaki yankısı oldu. Sapsarı açmış ve suya başını uzatmış görkemli çiçeklerin yanından bir kurbağa “lup” diye suya atlayarak yüzmeye başladı. Bir ara onu izledim... Yağmur suya şiddetle iniyor, kurbağa yüzüyor, anne ördek ve yavruları yağmurun ortasında birbirlerine iyici sokulmuş öylece, sessizce duruyorlar! Biz çınar ağacının kuytuluğuna sığınmış oturuyoruz ve giderek akşam oluyor.

—Peki Werner, sonra? Sonra?..
—Sonra... Yanıma hiçbir şey eşya, çanta falan almadan, Batı Berlin'e geçmeyi başardım. Çünkü ben bir yere bağlı kalacak ‘tip’ değildim. Dünyayı gezip görmek istiyordum. Bende bir Jack London ruhu vardı diyebiliriz... Hani beni kavrayabilmen için böyle bir örnekleme yapma zorunda kaldım, Mehmetçik Mehmet!
—Doğrusu benim de aklımdan Jack London geçmişti bir ara inan ki! Onun Alaskalar’da altın arama vb. serüvenleri!
—İşte, öyle bir şey! Dünyamızın en el değmemiş yerleri, en uzakta kalmış kültürleri, insanları ilgimi çekiyordu. Ama bu içinde bulunduğum durumda olağan dışı bir şeydi. Batı Berlin'e kapağı atmam gerekiyordu. Hayır! Kapitalizmi sevdiğimden değil! Düşlerimi gerçekleştirebilmek için bir açık kapı gerekliydi. Doğu bloku sınırları sıkı sıkıya kapalı tutuyordu çünkü. Dışarıya açılan bir kapı, pencere bırakmamıştı!
—Peki annen, kardeşlerin? Üstelik bir de Rusya Cephesinde kalmış baban vardı ya? 
—Evet... Annem ve kardeşlerime dahi Batıya kaçacağıma ilişkin düşüncelerimi açmadım... Babam... Evet babam…  Annemin de kendisini ve bizi inandırdığı gibi ölmemişti... Bir gün çıkageldi... Yıl 1947’ninsoğuk bir kış gecesindeydi... Bir tek donan ayak parmaklarının tümünü Rusya’da bırakarak, yarı sakat bir durumda... Bu bile bizi sevindirmeye, mutlu etmeye yetmişti.

Babam koyu bir komünistti ve komünist bir Almanya’nın yapılanması için bizlere çok görevler ve fedakârlıklar düştüğünü söylüyor, bu yolda da canla başla çalışıyordu. Olası benim batıya kaçacağımı babam duyacak olsa kesinlikle engel olmaya çalışırdı.
—Baban? Rusya? Donan ayak parmakları?
—Evet donan ayak parmakları yaaa! Ruslar babamı yarı donmuş bir durumda bulmuşlar... Ölmüş, donmuş askerlerin arasından çıkarıp, kızıl ordu birliklerinin revirine götürüp tedavi etmiş, donan parmaklarını ameliyatla kesip almışlar.

Evet, ailemden kimseye Batı Almanya’ya kaçacağıma ilişkin bir şey söylemeden planımı uygulamaya koydum...  

Elbette ki bir yandan da çok üzülüyordum. Her hafta sonu trenle eve dönerdim... Eve dönmeyeceğim gün, onlardaki telaş, üzüntü, korkunun boyutlarını düşünürken, annemden yükselen feryatları da duyar gibi oluyordum. Acaba ilk akıllarına gelen ne olacaktı?

Ortadan aniden kaybolan diğer birçok insan gibi benim de batıya kaçmış olacağım ilk çırpıda akıllarına gelecek miydi? Yoksa... yoksa... Benim, uranyum maden ocağının 900 metre derinliklerinde bir kazaya kurban gitmiş olabileceğimi mi düşüneceklerdi? Çünkü 1955 yılından beri Vogtland, Uranbergbau’da(1) yerin 900 metre derinliğinde kömüre benzeyen, ancak kömürün aksine, oldukça ağır olan Uran madeni çıkarıyordum. Maden ocakları Rusların kontrolündeydi ve üç vardiya çalışıyorduk. Teknik olarak oldukça geriydik. Ne doğru dürüst havalandırma, ne de toz çıkmasın diye ıslatma vb. gibi olanaklar vardı... Toz-duman içerisinde çalışıyorduk. Göz gözü görmüyordu. Ah... Mehmetçik Mehmet... Bak hâlâ astım ilacı kullanıyorum... İşte bu bana, o yılların uran maden ocaklarının ebedi armağanı!
—Bildiğim kadarıyla Uranyum madeninde radyasyon da var!
—Elbette ki radyasyon taşıyor ve oldukça tehlikeli. Buna ilişkin de kayda değer bir önlem yoktu... Savaş sonrasının yoksullukları, çaresizlikleri ve teknik olarak bizden çok ileri olan Batı kapitalizminin kodamanlarının komünizmin bu kez barışçıl yollarla yıkılması için başvurduğu en sinsi yöntem, bizi uzaktan gözlemek ve önemli yardımları bizden bilinçli olarak esirgemeleriydi... Hiçbir ülke normal şartlarda biz sosyalist blok’a o dönemde kredi bile vermeye yanaşmıyordu.
—Nasıl yani?
—Onlardan bize hayır yoktu ve sosyalist sistemin kısa sürede çökeceğine iyici inanmışlardı. Tüm hinlikleri de bunun için, bilinçli yapıyorlardı... Ama gerçekten çok yalnız kalmıştık... Yol arkadaşlarımız, ya sömürgeciliğe karşı savaşım yürüten her şeyden yoksun gariban ülkeler ya da iki sistem arasında seçim arayan oldukça geri olan ülkelerin kişiliksiz erkleriydi, Türkiye gibi…
—Ama Werner? 
—Yoksa gücüne mi gitti?
—Eh biraz yani! Bir sürü devlet varken tutup da Türkiye’yi...
—Ama Mehmetçik Memet, sen Türk olduğun için, öncelikle senin memleketini örnek gösterdim! Düşünüyorum da elle tutulur en güzel örnek de bu!
—Ama gücüne gidiyorsa artık anlatmayayım ha?
—Bir takım gerçekler var tabii! Katılıyorum...
—Katılıyormuş... Sonradan NATO'ya girmediniz mi? Kore’ye asker gönderip sosyalizme karşı savaşmadınız mı? Bunları bilmediğimi mi sanıyorsun Memet?
—Ama Werner,  öykümüze dönelim...
—Nerde kalmıştık? Kaçmamla ilişkin olarak... Evet evet... Ben kaçtığımda...

Ben kaçtığımda yıl 1957’di ve henüz Doğu Berlin’i batıdan ayıran duvar yapılmamıştı. Doğu Berlin ile Batı Berlin’i S. Bahn ile birbirine bağlayan istasyon ise Friedrich Strasse’ydi. Doğu Almanya vatandaşları Friedrich Strasse’ye gelindiğinde treni terk etmek zorundaydılar ve trende yalnız Batı Alman vatandaşları kalıyordu. Elbette ki sıkı bir kontrol vardı ve hoparlörler de durmaksızın anons yapıp, Doğu Almanyalılar’ın treni terk etmesini ikaz ediyorlardı.

—Nasıl ikaz ediyorlardı ki?..
—İstasyonun hoparlörleri bas bas bağırıyorlardı:
“Achtung! Achtung! Alle Ost Berliner aussteigen! letze Station Ost Berlin, nechste Station West Berlin!”
(Dikkat! Dikkat! Bütün Doğu Almanyalılar insinler, Doğu Berlin’in son durağı, Gelecek istasyon Batı Berlin!)

Ben hiç istifimi bozmadan Batı Alman vatandaşlarının arasında oturmaya devam ettim. Yüreğim güm güm atıyordu... Bir yakalansam artık... artık... bir daha da kaçma girişiminde dahi bulunmam olanak dışı olurdu.

Bir uzanıp pencereden dışarıya bir de dönüp vagonun iyice sessizleşmiş koridoruna bakıyorum... Doğu Almanyalılar treni bu son durakta terk etmiş olduklarından ortalık bir gömüt sessizliğine dönmüş. Ara sıra hoparlörlerin içime sıkıntı ve panik veren tehditkâr bağırtısı sessizliği paramparça ediyor: “ Sayın Doğu Alman Yolcuları! Friedrich Strasse Doğu Berlin’in son istasyonudur! Vizesi olmayan yolcular derhal treni terk etsinler.”

Karşımda sarışın 20 yaşlarında bir bayan oturuyor... Alnımda tomurcuklanan terimi elimin tersiyle silerken göz göze geliyoruz. Masmavi iri gözlerinde bana yüreklilik veren, içimi rahatlatan sınırsız bir atılganlığın coşkusunu duyuyorum. Tebessüm ediyor, elindeki mecmuayı bana uzatıyor... Teşekkür edip alıyorum ve boş gözlerle sayfaları çevirmeye başlıyorum. Yine de ara sıra gözümü bir pencereden yana bir koridordan yana çevirmekten, sessizliği dinlemekten kendimi alamıyorum. Ne gelen var ne de giden!

Yan tarafımda karşılıklı oturmuş, giysileri, batıdan gelmiş olduklarını belli eden, 60 yaşlarındaki bir bay ile bayan Batı Berlin'de inmek için son hazırlıklarını yapıyorlar; çantasından çıkardığı pasaportları, bir sürü kâğıt destesinin bir bölümünü karşısındaki beye veriyor.

—Giysiler?
—Evet giysiler... İnsanı ele veriyor... Çünkü Batı Almanya ile Doğu Almanya giysileri hem kumaş olarak hem de model olarak farklı.
—Yani? Yani?  Batınınkiler daha mı iyi ve kaliteli?..
—Hayır! Doğununkiler kumaş olarak belki de daha da kaliteli... Ancak göze biraz kaba görünüyor, model değişikliği var anlayacağınız... Bir de, işte, nasıl desem? Zarafet değişikliği... Uydu mu bu anlatım acaba?
—Evet Werner... Bence uydu... Çünkü anlatmak istediğini hemencecik anlayıverdim...  
—Sorun yok öyleyse!  Devam ediyorum anlatmaya:

Bekleyiş sürüyor...  Bayan içimi ürperten fısıltılı bir sesle “Sanırım kaza olmuş, yoksa çoktan kontroller yapılmış olurdu” diyor.

Bir ümit doğuyor içimde. Güzel şeyler düşünmeye başlıyorum… Elveda demeden ayrıldığım sevgilim aklıma geliyor. Gülümsüyor, sesini duyar gibi oluyorum “Hani hiç ayrılmayacaktık” diye sitem ediyor… Sonra ağlıyor, sonra… sonra...

Tren bir ileri bir geri kıpırdıyor, lokomotifinden hışırtılı sesler çıkıyor ve bembeyaz bulutları andıran bir buhar silsilesi ortalığı kaplıyor... Pencereden dışarıya bakıyorum... Bembeyaz sis kaplamış her yanı, göz gözü görmüyor.

Karşımda oturan bayan, “Tren hareket ediyor galiba” diye bana manalı manalı bakıp ellerini çırpıyor... Sevindiği her halinden belli... Yüreğimin en son perdeden atışlarını iyi ki benden başka kimsenin duyma olanağı yok.
“Galiba” diye yanıt veriyorum. Ama tren, bir iki silkelendikten sonra yeniden duruyor. Yüreğim ağzıma geliyor, içimi yeniden bir boşluk, bir çaresizlik, bir karanlık kaplıyor.

Gölün tam karşı kıyısında bir ağaç olanca görkemiyle çiçek açmış, bembeyaz bir gelinliği andırıyor adeta. Gözlerim Werner’den kayıp bu güzelliğe takıldı. Ne ağacı acaba bu görkemli ağaç? Werner’e soruyorum, ”Holunder” (mürver) ağacı olduğunu söylüyor. Sıklıkla rastladığımız çok ağaç ve bitkilerin adını bilmiyoruz. Bu bizim doğayla aramızdaki İletişimimizin iyi olmadığı anlamını taşır diye de manalı manalı konuşuyor... Ve soruyor:
—Sözgelimi şu ağaç!  Adı ne?

Aptallaşıyorum! Çünkü her zaman gözümün önünde dikilen bir ağaç... Öyle dikkatleri üzerine çekmeden varlığını sürdürüyor.
—Bilmiyorum, hiç dikkatimi çekmemişti.
—Peki, şu gölün tam kıyısındaki sapsarı açmış çiçeklerin adı ne?
—Nergis değil mi?
—Yanıldın dostum! Bunları bilmek için önce doğayla haşır neşir olmak, onunla ruhunu iyice yoğurman gerekir. Ama yine de bir çiçek adı söyledin! Hahh... hahh...  haaaa!.. Nergis değil, Waserlilie(Nilüfer) onlar!.. Suyu bol olan yerlerde yetişirler.

Oysa ben kendime güveniyordum... Bitki ve hayvanlar evrenimin geniş ve yeterli olduğuna ilişkin kendime güvencim vardı. Oysa en basit gibi görünen ve bildiğimi sandığım her gün gözlerimin önünde olan birçok kuş - bitki adlarını bilmediğimi, bunların —üstün körü de olsa— özelliklerini tanımadığımı ürküntüyle fark ettim.

Kişi bazen farkında olmayarak kendisini kandırabiliyor.    “Ben bunları biliyorum, bilirim bunlar basit şeyler canım.” Aslında durum hiç de öyle değildir; gerçek şu ki, bunları kişiye kabul ettiren, kendine olan aşırı güven ve kişinin kendini aşırı yüceltmekten ötürü kaf dağına ulaşmışlığıdır. Yapılacak yegâne şey ise bu kaf dağından usulcacık inip, herkesin üzerinde mütevazi bir şekilde yürüdüğü zemine sağlam olarak basmaktır.

Park, günün bu saatinde oldukça sakin oluyor. Bir de hava yağmurlu olunca parkta neredeyse hiç insana rastlanmıyor. Werner’le ben böylesine sessizleşmiş parkın içerisinde bir yandan yağmurun göldeki çiselemesini, bir yandan da kuşların ötüşlerini dinlerken Büyük bir hazla sohbetimize devam ediyorduk.

Her taraf yıkılmıştı... Berlin! Taş taş üzerinde kalmamıştı... O günleri şimdi anımsıyorum da yaşadıklarımız sanki bir korkunç düştü, hayır biz onları yaşamadık, sadece korkunç bir düş gördük gibi geliyor bana. Çünkü yaşadıklarımız insanların yaşayacakları, katlanabilecekleri şeyler değildi. Bunları anlatmak, kelimelere dökmek... Hayır, hayır olanaksız!

—Nerde kalmıştık? Haa... evet... O dönemde Almanya’nın doğu yakasında olduğu kadar batı yakasında da insana olağanüstü bir gereksinim vardı. Çünkü savaşta kırk milyona yakın insan yok edilmişti ve şimdi de her bakımdan bir insan kıtlığı vardı. Neyse uzatmayayım. Beni, Doğu’dan kaçmayı başarabilen toplama kampı gibi bir yerdeki diğer insanların yanına götürdüler ve birkaç gün sonra da uçak ile diplomalı mesleğim olan fırıncılıkta çalışmak üzere Saarbürüken’e uçtum. Dünyaya, tüm yaşanmakta olan değişik kültürlere ve en önemlisi de her renk her ırk ve dilden, bizim insanlarımıza açılmamın ilk ön adımını atmıştım böylece...

Akşam iyice çökmüş, yağmur da hafiflemişti. Yol boyu tek tük de olsa şemsiyelerine sığınmış insanlar gelip geçiyorlardı. Oğul otlarından, yaban nanelerinden, sağa-sola ekilmiş ada çaylarından ve ‘filipindulla ulmaria’nın fışkıran çiçeklerinden enfes, karmaşık bir koku yayılıyordu. Açtığım şemsiyenin duldasına Werner’i soktum ve Konuşmaksızın, yağmuru, kuşları ve akşamın inişini dinleyerek eve doğru yürümeye başladık.

12.07.2012,Bad Endbach
YAVUZ AKÖZEL

EKLER:



Werner Schäfer, Avustralya - Queensland’da Şeker kamışı tarlalarında çalışırken.  (Her tarım işçisi resimde görülen 3 ton kapasiteli vagonlardan 3 tanesini doldurursa yeterli bir iş çıkarmış oluyor.)



Werner Schäfer Everest yolunda.1964 yılının Noel’inde... Karşıdaki karlı dağ Silsilesi Everest... Werner’in elinde tuttuğu şey ise Malezya’dan satın aldığı ney’e benzeyen bir çalgı aleti... Ama Werner, çalmasını bilmediği için bu aleti baston olarak kullanıyor!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder