KAPİTALİZMİN KALESİ DOSTOYEVSKİ – IV
İnsan doğasında pek seyrek rastlanan absürt olgular:
..........
Marmeladov odaya girdi, tam kapının ağzında diz çöktü, delikanlıyı da öne sürdü. Kadın, karşısında tanımadığı birini görünce, bir an için dalgınlıktan silkinerek, adeta bu adamın niçin geldiğini anlamak ister gibi, şaşırmış bir halde önünde durdu. Ama odalarının bir geçit yeri olması yüzünden, bu adamın bir başka odaya gitmekte olduğu, pek tabii olarak hemen aklına geldi. Bunu düşündükten sonra Raskolnikov’a daha fazla önem vermeyerek, kapamak üzere koridora açılan kapıya doğru yürüdü. Ve tam kapının önünde diz çökmüş kocasını görünce bir çığlık attı. Büyük bir öfkeyle:
—Ha, diye bağırdı. Ev kaçkını!.. Canavar herif!.. Paralar nerede? Göster cebindekileri bakayım!.. Geldin ha!.. Pranga değişmiş!.. Elbisesi de... Elbisen nerede? Paralar nerede? Söyle!..
Kadın, aramak için sarhoşun üzerine atıldı. Marmeladov ise bu arama işini kolaylaştırmak için, hemen, uslu uslu, uysal uysal kollarını kaldırdı. Ama ceplerinde bir kopek bile kalmamıştı. Kadın:
—Paralar nerede, diye bağırıyordu. Aman tanrım, yoksa hepsini de içkiye mi verdin?.. Oysa sandıkta on iki ruble vardı.
Kadın birden köpürdü, kocasını saçlarından yakaladı ve odanın içine sürükledi. Marmeladov ise uslu uslu, diz üstü sürünerek kadının işini kolaylaştırıyordu. Saçlarından sarsıla sarsıla sürüklenen, hatta bir seferinde alnı döşemeye çarpan Marmeladov:
—Bu benim hoşuma gidiyor, diye bağırıyordu. Bu benim canımı acıtmıyor, hoşuma gidiyor, saygıdeğer efendim.
(ay. yap. S.29-30)
İnsanların aşağı ve acınacak yaratıklar olduğu, bundan dolayı da ‘aşağılandıkları’ imajı, onları yücelttiği anlarda bile kendini bir fısıltı şeklinde veya bir tür sezgi yoluyla verilmektedir. Ondaki ikiye bölünmüşlüğün bir yönü de budur.
Dostoyevski, gerçek yaşamında da ikiye bölünmüşlüğünün bir yanını, sürekli kendini aşağılama, aşağı görme hatta kendinin aşağılık bir kişi olduğu kompleksi oluşturmaktadır. Bu kendini aşağı görmenin Ortadoksluk’un “alçak gönüllü ol, başını toprağa eğ” söylemi ile bağlantısı yoktur. Buradaki aşağı görme, kişinin kendinden tiksinmesini de içermektedir. Bir insanın kendinden tiksinmesinin, kendini aşağı görmesinin, bu kompleksin ve’ kişilik bozulmasının’ oluşmasının mutlaka somut nedenleri vardır. Dostoyevski, kişilik olarak aşağılık ve onursuz olan şeylere karşı bir yönelim eğilimindedir. Bu da onun yapıtlarındaki ana karakterlere yansımaktadır. Değişik kaynaklar bunun böyle olduğunu ele alıp irdelemişlerdir. Bu irdelemelerin bazıları ikinci elden öne sürülen iddialar olmalarına karşın ilginçtir, üstelik yazdıkları ve yaşadıkları ile çelişkili değil, uyum içerisindedir.
Bu konuya ilişkin bir ‘de Dostoyevski ile Turgenyev arasında geçen, “Literatüre” girmiş bir olay anlatılır:
Dostoyevski, yaptığı alçakça şeyi itiraf etme gereği duyuyordu. Tıpkı İncil'de öğretildiği gibi bir itiraf! Kendisine en çok acıyı çektirecek bir tarzda itiraf! Uzun süreden beri konuşmadığı, küs olduğu Turgenyev’e yapacağı itiraf gerçekten kendisine çok derin bir acı verebilirdi. Turgenyev’e gider ve 10 yaşındaki kız çocuğunun ırzına nasıl geçtiğini detaylarıyla anlatır. Turgenyev şok olmuştur ve içinden: “Bu Dostoyevski çıldırmış olmalı” diye geçirir. Sessizlik olur...
Dostoyevski itiraflarını bitirdikten sonra Turgenyev’e: “Bay Turgenyev size kendimden tiksindiğimi söylemek istiyorum!” diye acı ile yakınır... Yine sessizlik olur... Dostoyevski bir yanıt, belki de acılarını dindirecek, ruhunun kirlenmişliğini bir parça da olsa paklayacak bir yanıt, bir davranış bekliyordu! Ama bu yanıt gelmez, sessizlik devam eder... İşte o an İncil’in kendisine öğrettiği, “İnsanların size nasıl davranmalarını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın” (Luca,11,9-13) kutsal vecizesini de ayakları altında hırslaçiğneyerek, Turgenyev’e şu yanıtı verir: “Ama sizden daha çok nefret ediyorum!”
“Dostoyevski’nin hayatında bazı dönemlerde çok karışık durumlar vardır. Bunlardan özellikle bir tanesine Dostoyevski Suç ve Ceza adlı eserinde(8)yer vermişti ve bu olay "Ecinniler"in bir bölümünde konu olarak kullanılmıştı. Ancak bu bölüm, "Ecinniler"in Rusça baskısında dahi yer almamaktadır. Bildiğim kadarıyla, sadece Almanya’da satışı yapılmayan bir baskıda yer almıştır.(Bu bölümün bir çevirisi Nouvelle Revue Française’de (Haziran ve Temmuz 1922) çıktı. Sonra Stavrogin’in İtirafı adı altında basıldı.-Plon-Nourrit-)
Bu bölümde küçük bir kıza tecavüz söz konusudur. İğfal edilen çocuk bir odada kendini asar, yandaki odada ise kızın kendini astığını bilen suçlu, Stavrogin, onun ölmesini beklemektedir. Bu korkunç hikâyede gerçek payı nedir? Benim için bunu bilmek o kadar önemli değil ancak, Dostoyevski’nin bu tür bir serüvenden sonra, ister istemez şiddetli bir pişmanlık duyduğu bir gerçek...(Andre Gide, Dostoyevski,104)
Strokov’un 1883 Kasım ayında, Dostoyevski’nin öldüğü tarih’ten (28 Ocak 1881) 34 ay sonra Tolstoy’a yazdığı mektup da örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu mektupların ve anlatımların şanssızlığı ve ikiyüzlülüğü de göz ardı edilmemelidir. Çünkü bu mektup ve anlatımlar, Dostoyevski ölmeden de olanaklıyken, Dostoyevski yaşamıyor, artık öldükten sonra gündeme getirilmiş olmasıdır.(Bak. E.H.Carr, Dostoyevski, S 98)
Friedrich Nietzsche’nin Esin Kaynağı: Suç ve Ceza!
Dostoyevski, Suç ve Cezada Raskolnikov’a düşündürttüğü, söylettiği kendine ait öz düşünceler, sonradan Nietzsche’yi derinden etkileyerek onun öz düşünceleri durumuna gelmiştir. Dostoyevski araştırmacılarının çoğunluğu tarihte derin kötü izler bırakan ve yine bırakacak olan bu düşüncelerden ziyade, sadece ‘ mistik ahlak ‘ kapsamında olguya yaklaşmakta, Suç ve Cezayı ideolojik içeriğinden yarı yarıya kopararak değerlendirme yolunu seçmektedirler.
Ama Vladimir Nabokov bu konuya kısa da olsa değinmiş, Dostoyevski’nin bir döneme damgasını vuracak olan faşist İdeolojisinden söz etme gereğini duymuştur:
“ ....Ve o da (Raskolnikov) bu cinayeti işledi. Bu Dostoyevski’nin favori olan düşüncesiydi. Çünkü materyalist düşünceler kaçınılmaz olarak gençliğin ahlaki değerlerini yok etmektedir ve derin duyguları olan genç insanları zincirleme bu durumda kötü yola itip cani yapabiliyor. Dikkatinizi çekerim Raskolnikov kendi yazdığı bir makalede sürü insanı ve üst insan olmak üzere iki çeşit insan olduğunu gösteren garip, faşist düşünceler geliştirdi. Ahlak yasalarına çoğunluk uymalıdır. Ama yüksekte olanlar kendi yasalarını kendileri yapma özgürlüğüne sahiptirler... Newton ve diğer büyük kâşifler için onlarca, yüzlerce sıradan can feda edilebilir.”
(Vladimir Nabokov, Die Kunst des Lesens, S.167)
Bu faşist ideoloji, Raskolnikov aracılığı ile şöyle dile getirilmektedir:
“ Hatırımda kaldığına göre, makalemde şöyle bir düşünce ileri sürmekteyim: En eskilerden başlayarak Likürg’le, Solon’la, Muhammet’le, Napolyon’la sürüp giden, insanlığın bütün kurucu ve kanun yapıcıları, hiç olmazsa yeni bir kanun yaparken, toplumun kutsal saydığı eski, babadan kalma kanunları çiğnedikleri için istisnasız olarak birer suçluydular. Tabi bunlar, kendilerine yardımı dokunuyorsa, kan dökmekten – hem de bazen eski kanunlara sadık kalmaktan başka suçu olmayan, tamamıyla masum kişilerin kanını dökmekten– çekinmemişlerdir.
Hatta asıl olağanüstü olan şey, bu iyiliksever kişilerden, bu insanlığın kurucularından çoğunun özellikle korkunç birer kan dökücü olduklarıdır. Kısacası, ben şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Büyükler şöyle dursun ama toplumuniçinde biraz olsun sivrilenler yani küçücük bir yenilik yapmak yeteneğini gösterenler, yaradılışları gereğince, herhalde —tabii az ya da çok— birer cani olmak zorundadırlar. Yoksa sivrilmelerine imkân yoktur. Herkesle eşit seviyede kalmaya ise yine yaradılışları gereğince razı olamazlar. Bence zaten razı olmamak zorundadırlar. Tek kelimeyle, görüyorsunuz ki, görüşlerimin bu bölümünde hiçbir yenilik yok. Bu düşünceler binlerce sefer yazılmış ve söylenmiş şeylerdir, insanları sıradan ve olağanüstü olarak ayırt etmeme gelince, bu sınıflandırmanın biraz öznel olduğunu kabul ederim. Zaten ben kesin sayılar üzerinde durmuyorum. Ben sadece ana düşüncelerime inanıyorum. Bu ana düşünceye göre insanlar, doğa yasaları gereğince, genellikle iki sınıfa ayrılırlar:
Aşağı sınıf —sıradan insanlar— dediğimiz insanlar ki, biricik görevleri, kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görevi görmekten ibarettir. Bir de kendi çevrelerinde yeni bir söz söylemek yetenek ve ustalığını kendinde gören insanlar sınıfı. Tabii bu arada bir yığın da ara bölüm vardır. Ama bu iki sınıfın ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinci bölüm, yani kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görevi görenler, yaradılışları gereğince tutucu insanlardır. Uysal bir yaşayış sürerler, boyun eğerek yaşamayı isterler...
Bence bu çeşit insanlar söz dinler ve uysal olmak zorundadırlar, çünkü bu onların görevidir. Onlar, böyle bir yaşamada gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkinci sınıfa gelince, bunlar boyuna kanun sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar ya da buna yatkındırlar. Bu sınıf insanların suçları pek doğal olarak nispî ve çok çeşitlidir. Büyük bir çoğunlukla ve pek çeşitli sözlerle bugünün, daha iyi şeyler adına yıkılmasını isterler. Ama bunlardan birinin, ülküsüne erişmesi için bir ölünün, bir kan selinin üzerinden atlaması bile gerekse, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendinde bu kan seli üzerinden atlama iznini verebilir. Tabii bu, ülküye, ülkünün niteliğine göredir, buna dikkat ediniz! Ben makalemde, ancak bu anlamda, insanların cinayet işlemeye hakları olduğundan söz ettim.”(Dostoyevski Suç ve Ceza, S.280-281)
Suç ve Ceza’da ana konu olarak ‘ahlâk’ ele alınmış, feodal ve burjuva bakış açısıyla bir değerlendirmeye roman kahramanları üzerinden gidilmiştir. Burada asıl çaba, ateizmi ve devrimci düşünceleri çarpıtarak karalamak, Ortodoks ahlakının ‘yüceliğini öne çıkarmaktır. Bu öne çıkarış, kurtuluşun eski Rus geleneklerine dönüşte, acıda ve teslimiyette olduğu yönündedir.
Romanın başkahramanı Raskolnikov, bir üniversite öğrencisidir. Toplumun büyük bölümü gibi sefalet içerisinde yaşamaktadır. İçinde yaşadığı toplumdaki bu acımasız dengesizlik ve eşitsizlik üzerine kafa yormakta, kendini yığınlardan daha yukarı bir yerlere koyarak ve hayalinde “Napolyonvari” bir üst insan profili çizerek çözümler üretmektedir.
Üst insanlar sorunların üstesinden hep bir başlarına gelmemişler midir? Tarih boyunca geniş halk kitleleri, yığınlar uğradıkları haksızlıklara, hor görülmelere ve bu doruksal boyutlardaki eşitsizliğe hep boyun eğmiş olmalarına karşın yine bu yığınların arasından çıkan çok az sayıdaki üst insanlar yasa koyucularının koydukları yasaları çiğneyerek, her türlü toplumsal kuralı karşılarına alarak toplumların gidişatını değiştirmemişler midir?
Evet! Bu üst insanlar tarihe kendi ideallerine uygun şekilde biçim verip, yönlendirmişlerdir.
Acaba kendisi bir bit mi yoksa bitten öte bir şey midir? Bir insan mıdır? Yani üst insan!
Dostoyevski, kendi yeni insanın siluetini çizip, mutluluğun ve kurtuluşun yönünü tanrı, İsa, kilise ve Ortodoksluğa çevirirken dönemin devrimci, demokrat yazınını, materyalizmi mistisizmin karanlık dehlizlerinden eleştiri yağmuruna tutmaktadır.
“Sonya? Ben oraya aklı başında bir insan olarak gittim. Beni mahveden de işte bu oldu ya! İktidara geçmeye hakkım olup olmadığını, kendi kendime sorup soruşturmaya başladıysam, demek ki iktidara geçmeye hakkım yokmuş! Mesela, hiç olmazsa bu noktayı bilmediğimi nasıl düşünebiliyorsun? Ya da insan bir bit midir, sorunu sorarsam, demek ki insan benim için bir bit değildir. Belki aklına böyle bir soru gelmeyen, soru falan sormadan giden birisi için bittir. Napolyon gider mi idi, yoksa gitmez mi idi, diye günlerce kafa patlattığıma göre, kendimin bir Napolyon olmadığımı açıkça hissetmiş sayılırım.”(Suç ve Ceza S.458)
Gelinen yerde Raskolnikov’da artık dönüşüme uğramış, günlerce “kafa patlatarak” bir üst insan, bir “Napolyon” olmadığını duyumsamaya başlamıştır.
“Sonya:
—Sana gereken şey acı çekmek, böylece işlediğin günahlardan temizlenmektir. (Suç ve Ceza. S. 460)
Artık Dostoyevski’nin “YENİ İNSAN”ı'nın profili de yavaş yavaş belirmeye başlamıştır böylece:
“Ama burada yeni bir öykü başlıyor: Bir insanın yavaş yavaş yenilenmesinin, yeni bir hayat bulmasının, bir dünyadan başka bir dünyaya geçmesinin, hiç bilmediği yepyeni bir gerçekle tanışmasının öyküsü ve bu öykü yeni bir kitabın konusu olabilir. Bizim şimdiki öykümüzse burada bitiyor” (Dostoyevski, Suç ve Ceza. S.600)
Dostoyevski ve yabancılaşma
Kafka, Dönüşüm(Die Verwandlung) adlı öyküsünde şöyle yazmaktadır:
“Gregor Samsa bir sabah telaşlı düşlerden uyanınca kendisini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.
Zırhı andıran sertlikteki sırtının üzerinde yatmaktaydı ve başını azıcık yukarı kaldırınca yay biçiminde sert bölmelere ayrılmış kümbetimsi kahverengi karnı görünüyordu. Bu karnın tepesindeki yorgan her an kayıp yere düşmeye hazır ancak zorlukla tutunabilmekteydi. Vücudun kalan bölümüne oranla acınacak kadar küçük bir sürü cılız bacakcık, ne yapacaklarını şaşırmış, gözlerinin önünde aralıksız yanıp-sönüyordu.
“Bana ne olmuş böyle?” diye düşündü. Bu bir düş değildi. Gerçekten kendi odasındaydı. Yalnız biraz küçük; insanlara özgü bir odada, tanıdık dört duvar arasında sakin yatıyordu.”
(Franz Kafka, Gökyüzü Edebiyatı, İnt. Sitesi,)
(F.Kafka. Die Verwandlung, Philipp Reclam jun. S.5)
Dostoyevski’den esinlenerek 1916 yılında kaleme alınan ‘dönüşüm’de gerçeküstü bir öykü ile kapitalist toplumda İnsanın kişiliksizleşmesini,’bu çalışma toplumunda’ köleden de beter bir yaşantı sürdürüldüğünden insanın insanlığını ve insanlığına ilişkin erdemleri yitirdiğini anımsatır. İnsan, insan olduğunu unutur, böceğe dönüşür.
Dönüşüm, yabancılaşmanın en üst boyutudur. İnsanın kendi özüne, insanı hayvandan ayıran ideallerine yabancılaşması!
Dostoyevski’nin "Yeraltından Notlar”daki başkahramanı “Böcek bile olamadığından” yakınırken ve ne olduğunun farkında bile değilken, Kafka’nın Gregor Samsa’sı ancak böcek olduktan sonra eskiden bir insan olmuş olduğunun farkına varır.
Kafka’nın yapıtlarında değişik grotesk özellikleriyle insanlar karşımıza çıkarlar. Beckett’in insanları ise sakat, felçli, ruhsal dengesi bozuk insanlardır. Dönüp Dostoyevski’ye baktığımızda onun yarattığı insanlarda da hatta bizzat kendisinde de aynı grotesk özellikleri görürüz.
Bu, kapitalist toplum insanının başına gelen kaçınılmaz bir gerçekliğin acı sonuçlarıdır. Bunları elbette ki anlatmak, göstermek gerçekçi bir yazının olmazsa olmazıdır. Sorun, buradan çıkarılacak sonuçlara ilişkindir.
Kapitalizm bir zorunluluklar âlemidir ve insanlar yaptıkları işi sevdiklerinden değil de zorunluluktan ötürü yaptıkları için de doğal olarak hem kendine hem de çevresine yabancılaşmaktadır.Engels, Komünizmin, insanlığın zorunluluklar âleminden özgürlükler âlemine sıçrayışıdır demektedir. Bu aynı zamanda yabancılaşmanın da bitiş noktasıdır. Yapıtlarında korku, yalnızlık, umursamazlık, topluma küsmüşlük, yaşamın anlamsızlığını dile getiren burjuva sanatçıları “gerçekliği“ sadece içinde bulundukları an olarak algılamakta, onun değişebileceği, gerçekliğin sınırlarının salt ‘bugün’ ile sınırlanamayacağının diyalektiğini görmek istememektedirler.
Marks, emeği insanın karakteristik bir özelliği ve onu hayvandan ayıran etkinliği olarak görür. Ancak kapitalizm gelinen yerde bunu tersine çevirmiştir. Sorun, olguyu Marks’ın anladığı anlamda dönüşüme uğratmak için atılım yapabilmek, harekete geçebilmek sorunudur. Bu ise, geleceğe umut ile bakmak, yaşamın hiç de anlamsızlıklarla dolu durmuş bir zaman olmadığını, gelecekteki paylaşımcı yaşamın anlamlı, gerçekten özgür, aydınlık olacağını kavrayarak ancak olanaklı duruma gelir.
BUDALA : (1869)
“Yine APTAL (Budala ) romanı hakkında: Süleymaniye Camii’ni nasıl bir tane daha, bir kere daha tekrar etmek acayip bir şey olursa —acayip, lüzumsuz ve sırf mimari tekniği bakımından da hatta mürteci(gerici) aynıyla muhtevası(kapsamı)bakımından değil, tabii bu bakımdan mesele aşikârdır ve mürtecidir(gericidir). Fakat sırf roman tekniği bakımından APTAL’ı(Budalayı)tekrar ve taklit ve model almak da bence öyle mürteci olur.
Aptal’ın (Budala’nın)roman tekniğinden sonra —bu teknik senin de kaydettiğin gibi dâhiyanedir— roman tekniği kanaatimce bir hayli başkalaşmış ve tabir caizse inkılâpçılaşmış ve kuruluşunu, teknik hilesini daha az belli eder olmuş, muhteva realistleştikçe, teknik de realistleşmiştir. (...)Aptal(Budala),Dostoyevski bütün hünerine rağmen anlatılmağa değmez insanları anlattığı için nasıl boş bir emek, tek taraflı, kısır ve ölü bir doğum.”
(Nazım Hikmet, Sanat ve Edebiyat Üstüne S.223)
Suç ve Ceza’nın bitiminde Dostoyevski, romanı tam noktalamamış, Raskolnikov’un yeni yaşamındaki dönüşümünü, “yavaş yavaş yenilenmesini” anlatacağı yeni bir öyküye açık kapı bırakmıştı. Bu yavaş yavaş dönüşüme uğrayan Raskolnikov, aslında bir parça Dostoyevski’ydi. Yavaş yavaş dönüşüme uğrayan bir Dostoyevski!... Bu dönüşüm başka bir öyküde anlatılmadı ancak Dostoyevski’nin gerçek yaşamı, bunu en çarpıcı şekilde dile getirdi.
Dostoyevski, romanını 1868’in Eylülünde Cenevre’de yazmaya başlıyor. Daha yazmaya başlamadan aldığı 3.000 ruble’ye karşılık Budalanın ilk bölümünü Russky Vestnik’de yayınlanmak üzere Katkov’a ancak 1869’un Ocak ayında göndermeye başlıyor. Bu roman yazılırken de Dostoyevski’nin yaşamı çalkantılarla doludur. Beş parasızdır, ölen kızı Sonya’nın acısı vardır, sağa sola borçludur, eline geçen parayı da “belki kazanırım” umuduyla rulet masalarında kumara bırakmıştır.
Roman, işte böyle bir atmosferde, yıkım içerisinde yazılmaya başlanmış. Dostoyevski Suç ve Cezada Raskolnikov karakterini, bir bakıma ateizmi ve dönemin devrimci düşüncelerini gözden düşürmek, eleştirmek için yaratmıştı.
Bu süreç içerisinde Raskolnikov’un bir anti tezini de yaratıp romanlaştırmak düşüncesi hemen oluşmuştu. Anna G.Dostoyevski "Anılar"da şöyle yazıyordu: “Dostoyevski 1867 sonbaharında özenle hazırlanan bir planla 1868 yılında bitirmek üzere "Russki Wjestnik" için Budala’nın 1.bölümünü hazırlayacaktı. Bu romanın teması Dostoyevski’nin favori düşüncesiydi, "Mükemmel, güzel bir insan görünümünü yazmak"… Ancak bu görev ölçülemeyecek kadar zor görünüyordu. Tüm bunlar onu ciddi bir şekilde endişelendiriyordu.”
(Anna Grigorjewna Dostojewski, Erinnerungen Das Leben Dostojewskis in den Aufzeichnungen seiner Frau ) (Anılar, Dostoyevski’nin yaşamına ilişkin eşinin tuttuğu notlar)
Bu mükemmel, güzel insan kim olabilirdi? Bunu yaratmanın çok güç olduğunu bir bakıma, Mezarındaki ölü Mesih’i gördükten sonra Dostoyevski için daha da güçleşmişti. Mezardaki Mesih, şimdiye kadar ressamlar tarafından çizilmiş çarmıha gerilmiş tüm Mesih tablolarından farklı, bir sükûneti, sevgiyi, güzelliği ve durgunluğu değil şiddeti, acıyı, normal bir insanın işkencelerden sonraki korkunç durumunu anlatıyordu. Dostoyevski, Hans Holstein’in bu ürpertici tablosu ile karşılaşıncaya kadar hayalinde hep mucizevî, ölürken dahi nurlar saçan, gülen, güzelliğinden hiçbir şey yitirmeyen işkence ve ölüme istemle giden bir Mesih canlandırmıştı mutlaka. Müzede Hans Holstein’in tablosu ile karşılaşan Dostoyevski’nin adeta donup kalması bu varsayımımızı daha da güçlendiriyor. Tılsım bir bakıma bozulmuş, Dostoyevski’nin mükemmellik kıstasları dumura uğramıştı.
Yaratacağı mükemmel karaktere yeni bir bakış açısıyla bakmak gerekiyordu. Mesih’i yeniden mercek altına aldı ve kendinde bozguna uğrayan, yiten bir şeylerin yanıtını, çözümünü Juhannas’ın incilinde yeniden buldu.
Der tote Christus in Grabe
(Mezarındaki ölü Mesih )
Anna G.Dostoyevski “Anılar"da şöyle yazıyor:
“Başlangıçta, Baden Baden’den Paris’e veya İtalya’ya gitmek istiyorduk. Fakat mevcut fonlarımızı gözden geçirince, daha elverişli koşullarda, daha sonra hareket etmek niyetiyle Cenevre’ye(Genf’e) yolculuğa karar verdik.
Cenevre’ye giderken, müzedeki tabloları görmek için, bir gün Basel’de kaldık. Kocam, bu müzede bulunan bir tablodan söz edildiğini duymuştu. Bu tablo, Hans Holstein tarafından yapılmış, Mesih’in insanlık dışı işkenceye katlanmış; çürümeye yüz tutmuş durumda haçtan aşağıya indirildiği anı betimliyordu. Onun şişmiş yüzü kanlı yaralarla kaplıydı ve korkunç bir görünüşü vardı. Resim, Fyodr Michailowitsch’te şok edici bir izlenim bıraktı ve taş kesilmiş bir şekilde resmin başında kaldı. (Bu görüntünün izlenimleri sonradan yeniden Budala romanında yansıdı )
Böyle bir tabloyu uzun görmeye benim gücüm yeterli değildi:
O anki ruhsal durumum, böyle bir görüntüyü görmeye dayanamazdı ve ben başka bir salona geçtim. On beş-yirmi dakika sonra döndüğümde, Fjodor Michailowitsch resmin önünde, aynı yerinde taşlaşmış gibi duruyordu.
Telaşlı suratında, genellikle, benim dikkatimden kaçmayan, kriz öncesinin dehşetli izlerini görüp, kavradım. Gayet sakince kocamın elinden tutup, başka bir salona götürdüm ve bir bank’a oturttum. Her dakika bir kriz bekliyordum. Neyse ki gelmedi. Fjodor Michailowitsch yavaş yavaş sakinleşti ve müzeyi terk ederken, resmi bir kez daha görmek istedi. “(Anna Grigorjewna Dostojewski, aynı yapıt, S.156 )
Dostoyevski Suç ve Ceza’nın yazımına devam ederken bir yandan da yazacağı yeni romanının başkarakterinin arayışı içerisindeydi. Avrupa romanının en favori başyapıtlarını ve bu yapıtlardaki dünyaya mal olmuş karakterleri de incelemeyi ihmal etmiyordu. Budala’da yaratacağı başkaraktere Don Kişot’a özgü bazı şeyler katmış olması, bu karakteri o güne değin yaratılmış en mükemmel bir karakter bulmuş olmasından ileri gelmektedir.1867’de başladığı karakter aramaları,1868’de meyvesini vermeye başlar.
1-13 Ocak 1868’de Cenevre’den yeğeni S.A.Iwanowa’ya şöyle yazmaktadır:
An S.A.Iwanowa
Genf, I./ 13.Januar 1868
Benim sevgili, paha biçilmez arkadaşım Sonetchkam. Senin ısrarlı mektubuna karşın ben suskun kaldım.
............
Durumum doğrusu oldukça zor. Tüm kaderim çalışmama bağlı."Russisches Boten" den sadece 4.500 Ruble avans almadım, redaksiyona namus sözü vererek ve her mektupta da bu sözü yineleyerek romanın gerçekten yazılacağını vurguladım. Ama müsveddeleri hazırlayıp redaksiyona göndereceğim sırada büyük bir bölümünü yok etmek zorunda kaldım. Romanı beğenmemiştim. (Fakat, ne zaman ki kişi kendi çalışmasından memnun değilse o çalışmanın iyi olması olanaksızdır.) Dolayısıyla yazdıklarımın büyük bir bölümünü yok ettim. Oysa bugünkü yaşamım, geleceğim, tüm borçlarımın ödenmesi bu romana bağlıydı. Üç hafta önce (yeni takvime göre 18 Aralıkta) Yeni bir romana giriştim ve geceli gündüzlü bu roman üzerinde çalışıyorum.Romana ilişkin tasarımlar eskiye dayanıyor. Hep gerçekleştirmek istediğim bir tasarım ama olmadığı kadar da zor. Şimdiye kadar bu tasarımı gerçekleştirmeye cesaret edemedim.(a.b.ç ) Şayet bu çalışmaya başlıyorsam, bunun tek sebebi son derece umutsuz olmamdan ileri geliyor. Ama tasarımım Gerçekten mükemmel bir asil adamın öyküsü(a.b.ç.) Bu ise dünyada yapılabilecek işlerin en zoru, hele bu günlerde. Bütün yazarlar, sadece bizimkiler değil Avrupalılar da pozitif güzel olanı betimlemek İçin arayış içerisine girdiler ama bu çalışmalar gelişmedi çünkü bunu başarmak aşırı derecede zordur. Güzellik bir idealdir. İdeal, bizde olduğu gibi medenileşmiş Avrupa’da da uzun süreden beri hala sağlam değil.Yeryüzünde pozitif-güzel’i yansıtan bir tek kişi vardır: MESİH (Hz. İsa)(a.b.ç.) Bu sonsuz güzeli yansıtan kişi elbette ki bir mucizedir.(tansıktır). Tüm Yuhanna incili bu düşünce ile bir araya gelmiştir. Yuhannes bu güzelliğin(Mesih’in) hayalet gibi insan şeklinde göründüğü mucizesini görmüştür.
Sadece değinmek istiyorum. Hristiyan edebiyatında, tüm güzel tiplemeler içerisinde en mükemmel olarak görünen Don Kişot’tur. Don Kişot sadece mükemmel değil aynı zamanda gülünç-sıradandır. Dickens’in "Pickwickier"i de gülünçtür. (Onlar Don Kişot'tan çok daha zayıftırlar ama yine de güçlüdür) ve onların büyük değerleri bu özelliklerden ileri gelmektedir. Kendi değerinin farkında olmayan bu gülünç kişilere karşı bir merhamet ve sempati uyanmakta, okuyucuda onlara karşı bir yakınlık duygusu oluşmaktadır.(a.b.ç.) (Dostoyevski, Gesammelte Briefe S.251-252)
Dostoyevski’nin yazacağı “mükemmel bir asil adamı” betimleyecek romanın kahramanının tinsel ve özdeksel motivasyonu böylece yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Bu "mükemmel asil adam" 19. Yüzyıl Rusya'sına entegre olmuş Hz. İsa, Don Kişot ve Raskolnikov’da da var olan biraz Dostoyevski karışımı ‘Budala ‘ olarak yansıyor.
Budala: Prens Lev Nikolayeviç Mişkin!
İsa ahlakının parodisi olarak kavranabilecek özelliklere sahip “İsavari“, “peygamberimsi” bir kahraman!
Prens Mişkin, sara hastasıdır. Tedavi gördüğü İsviçre’den cebinde beş kuruş olmadan sadece giysi bohçasıyla Rusya’ya 4 yıl aradan sonra dönüyor. Bir ermiş kadar iyi olduğu için de “Budala “ olarak değerlendiriliyor. Ama bu “Budala” kin, nefret duygularını tanımaz. Hep hoşgörülü ve kabul edicidir. Mişkin’in iç dünyası sadece karşılıksız da olsa sınırsız ve coşkulu” sevmek “duygularıyla dolup taşmaktadır. Zamanın etik anlayışı ile çatışan bu olağanüstülük çevresi tarafından önce anlaşılmamakta, anlaşıldığında da artık onsuz yapamamaktadırlar.
Saflığı ve açık sözlülüğü sayesinde kapitalist ilişkilerin dejenere ettiği güvenilmeyecek insanların karşısında güvenilir bir tip olarak sahneye çıkıyor. İnsanlar daha ilk seans sonrası, birinci etapta ona güvenip sorunlarını paylaşıyorlar, evlerinin hatta yüreklerinin kapılarını ona cömertçe açıyorlar.
İsavari özelliklerle donatılmış Mişkin “budala” olarak değerlendirilmektedir. Demek ki İsa da kapitalist ilişkilerin insanı bozduğu ve parayı tanrılaştırdığı 19.yüzyıl’da yaşasaydı ancak “budala “ olabilirdi.
Dostoyevski, Hans Holstein’in tablosunun karşısında adeta taş kesilmiş bir durumda kıpırtısız duruyorken, belki de kulaklarında Belinski’nin söyledikleri yankılanıyordu:
“İnanın çok safsınız! Sizin İsa’nız zamanımızda yaşasaydı, inanın, kimsenin farkına bile varmayacağı sıradan bir kişi olurdu. Zamanımızın bilimi ve insanlığı harekete geçirenler karşısında büsbütün silinir giderdi.”
Sıradan bir kişi... Evet 19. yüzyılda yaşayan İsa ancak Prens Mişkin olabilirdi! Çünkü Prens Mişkin hem sıradan bir kişi hem de farkına varılamayacak kadar da silik. !Ama farkına varıldığında da vazgeçilmeyen, insanları adeta afsunlayan ve adeta kutsal bir tip oluyor.
Prens Mişkin’deki biraz Dostoyevski’lik:
Prens Mişkin: “Böyle bir şeye insan tabiatının aklını oynatmadan katlanabileceğini kim söylemiş? Böyle çirkin, boş, faydasız bir harekete ne gerek var? Belki de kendisine ölüm kararını okudukları, sonra da, ‘Haydi git seni affettiler ‘ dedikleri insanlar da vardır, işte böyle bir insan duygularını anlatabilirdi sanırım. Bu acıdan ve bu korkunç şeyden İsa da dem vurmuştur. Hayır, bir insana karşı böyle şey yapılmaz.(Budala, S.27)
Prens Mişkin: “- Bu şey, Hans Holbein’in bir kopyası, dedi. Gerçi büyük bir bilgiç değilim ama sanırım güzel bir kopyadır. Bu tabloyu sınır dışında görmüştüm, hâlâ da unutamıyorum... ama... sen “(Budala, S.249)
“ Çoktan beri yakasını bırakan sara nöbetlerinden biri gelmişti. Bilindiği gibi sara nöbetleri, yani düşme hali bir anda gelir. O anda birden yüz, özellikle bakışlar pek korkunçlaşır. Bütün vücudu ve bütün yüz çizgilerini ürperme ve titremeler sarar. Korkunç, akla hayale gelmeyen, hiçbir şeye benzemeyen bir çığlık göğüsten kopar.(Budala, S.267)
Yukarda, Anna Grigorjewna Dostoyevski’den, Basel’deki müzede Dostoyevski’nin, Hans Holstein’in “Mezarındaki ölü Mesih “ tablosunun karşısında 15-20 dakika çakılıp kaldığını alıntılamıştık. Ama bu 15-20 dakika içerisinde “çakılıp kaldığı yerde” neler düşündüğünü, Budala romanında kapsamlı olarak Prens Mişkin vasıtasıyla öğreniyoruz:
“Bu tablo, İsa’yı çarmıhtan indirdikleri zamanki halini görüntülüyordu. Bana öyle geldi ki, İsa’yı gerek çarmıhın üstünde, gerekse oradan indirilirken canlandıran ressamlar, sanki İsa’nın yüzünü hep olağanüstü güzel yapmak alışkanlığındadırlar. Yine bu ressamlar, en korkunç işkenceler ortasında bile İsa’nın yüzündeki bu güzelliği korumak isterler. Rogojin’in tablosunda bu güzellikten eser yoktu. Tabloda çarmıha gerilmeden önce bile, uzun süre işkence çekmiş bir insanın cesedi canlandırılmıştı. Putunu taşıdığı için halk tarafından aşağılanmış, subaylar tarafından dövülmüş ve bu yorgunluklar altında en sonunda çarmıha gerilme cezası altı saat sürmüş bitkin bir yüz taşıyordu.
Gerçekten bu resim, çarmıhtan yeni indirilmiş bir insan yüzü idi; henüz hayat ve canlılık taşıyordu.
Yüzünün ifade ettiği anlam, sanki ölünün hâlâ işkence çektiğini anlatır gibi acıklı idi. Bu hâl, ressam tarafından gayet iyi anlatılmıştı. Buna karşılık, yüz acımasızca gerçeği gösteriyordu; burada sade doğa vardı. Bu kadar işkenceden sonra, herhangi bir insanın cesedi de böyle olmalıdır. Biliyorum ki, Hıristiyanlığın ilk asırlardan beri, kilise tarafından kabul edilen dini itikada göre İsa, şeklen değil fakat gerçek bir acı çekmiş, bu şekilde de çarmıhın üstünde, vücudu tamamen doğa kanunlarına tabi olmuştu. Tabloda gösterilen yüz, kanayan yaralarla kaplı idi ve şişmişti. Patlak gözleri cam gibi parlıyordu. Fakat çok garip olarak, bu işkence çekmiş cesedi dikkate alacak olursak, akla tuhaf bir soru gelir: İsa’nın bütün öğrencileri, sonraları en belli başlı Havariyun olanlar, çarmıhın yanında ayakta duran ve onu iyileştirmeye çalışan kadınlar, bir kelime ile ona inananlar ve tapanlar mademki, onun vücudunu bu şekilde gördüler, nasıl oluyor da ona inanabiliyorlar ve bu din uğrunda ölenlerin tekrar canlanacaklarına bel bağlayabiliyorlar?.. Eğer ölüm bu kadar müthiş ise ve eğer doğanın yasaları bu kadar kudretli ise, onları nasıl yenmeli? Nasıl oluyor da, hayatında doğaya hükmetmeye çalışan ve “Talıtha Cumi” diye bağırarak bir genç kızı dirilten ve “Lazer, dışarı çık!” diyerek ölüyü mezardan çıkaran İsa, ölümün sillesi altında yere seriliyordu.
Bu tablo, doğayı iri bir hayvan, acımasız ve dilsiz olarak canlandırıyordu. Daha doğrusu, benzetme ne kadar garip olsa da, modern bir inşaat makinesi, duygusuzca bir insan vücudunu yakalayarak çiğneyip eziyordu. Bu kıymetsiz varlık tek başına, bütün doğaya ve kanunlarına, belki de onu meydana getirebilmek için yaratılmış bütün bu dünyaya bedeldi!
Size söz ettiğim bu tablo bende kör, küstah, uygunsuz bir duygu bıraktı. Bu size de aynı duyguyu verebilir. Bu havarilerin bir gecede bütün ümitlerinin ve hatta bütün güvercinlerin mahvolduğunu görerek, zor durumlara düşmeleri gerekir. Şüphesiz her biri, anlaşılmayacak kadar büyük fikirler taşıyarak dağıldılar. Hatta efendileri cezadan biraz önce kendi yüzünü görebilseydi, çarmıhın üstüne gerilmeye, böylece de ölüme kendi kendine yürüyebilir miydi? İşte bu tabloya baktığınız zaman elinizde olmadan bu soru aklınıza geliyor.(Budala. S.462-463)
Dostoyevski’nin Hans Holstein’in “Mezarındaki Ölü Mesih “ tablosu üzerine yaptığı yorum Budala romanında Mişkin’e yeniden yaptırılıyor. Mişkin, romanda yer yer İsa’yı anımsatan bazı olağanüstülükler ve benzerlikler göstermektedir. Yine yukarda ki örneklerle de gösterdik ki Mişkin aynı zamanda yer yer Dostoyevski’dir. Olayları önceden sezme yetisi bir olağanüstülük olarak karşımıza çıkıyor:
“—Evet şimdi trenden indim. Galiba, ben gerçekten de Prens Mişkin miyim diye sormak istediniz ama kibarlığınızdan sormadınız.
Şaşıran uşak:
—Hım! Diye homurdandı.” (Budala. S.21)
İsa, konuşmaları ve tavırlarıyla döneminin haksızlığa uğramış, hor görülmüş, ezilmiş insanlarını derinden etkiledi. Sadece etkilemekle kalmadı onlar için bir umut penceresi oldu. İsa, her türlü haksızlığa karşı insanları harekete geçirmek isteyen bir eylem adamı değildi. Onun kitlelere verdiği telkin, otoritenin karşısında çaresiz ve güçsüz kalan insana sunulan bir umut reçetesinden ibaretti. O, bu reçeteyi sunarken üstün konuşma ve telkin yetisiyle insanları adeta büyülüyor, onları inanç ritüellerinin en ferah en mutlu seraplarında uyuşturup, pasifleştirmeyi ustalıkla başarıyordu. O şöyle sesleniyordu:
“ Ne mutlu ruhta yoksul olanlara!
Çünkü göklerin hükümranlığı onlarındır.
N e mutlu yaslı olanlara!
Çünkü onlar avutulacaklar.
Ne mutlu yumuşak huylu olanlara!
Çünkü onlar yeri miras alacaklar.
Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara!
Çünkü onlar doyurulacaklar.
Ne mutlu başkasının acısına ortak olanlara!
Çünkü onlar acılarında destek bulacaklar.
Ne mutlu yüreği temiz olanlara!
Çünkü onlar Tanrı’yı görecekler.
Ne mutlu barışçılara!
Çünkü onlara Tanrı çocukları denecek.
Ne mutlu doğruluk yüzünden saldırıya uğrayanlara!
Çünkü göklerin hükümranlığı onlarındır.”(Luka 6.20-23)
“ ‘Komşunu seveceksin, düşmanına da kin besleyeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama size derim ki, düşmanlarınızı sevin ve size baskı uygulayanlar için dua edin. Öyle ki göklerdeki babanız’ın oğulları olasınız.”(Luka 6:27,28)
“ ‘Göze göz, dişe diş’ dendiğini duydunuz. Ama size derim ki, kötü kişiye karşı direnmeyin. Tam tersine, sağ yanağına kim vurursa, ona öbürünü de çevir.”(Luka 6:29,30)
Dostoyevski Prens Mişkin karakterini yaratırken İsa’nın söylediklerini onun ruhunun derinliklerinden kopup gelen fısıltıları kendi duygularının metafizik dehlizlerinde damıtarak neredeyse olduğu gibi kendi “yeni insan”ı’na yüklemektedir. Onun için de Prens Mişkin tıpkı İsa gibi bir eylem adamı değil, adeta tapınakta ahlak öğütleri veren bir vaizdir.
İsa peygamberin insanları telkin etme, kendini, konuşmalarıyla hipnoz edecek derecede etkileme yeteneğine sahip olduğunu Prens Mişkin’de de görüyoruz. Romanın uzun bir bölümü Mişkin’in konuşmaları ve telkinleriyle geçiyor. Kontağı olduğu çevrenin tüm insanlarını kadınlı-erkekli etkisine alıyor. Hatta bunların içerisinde’ en zor ‘sayılabilecek olan Bayan Nastasya Fillipovna‘yı, Bayan Aglaya’yı bile etkisine alabiliyor, hatta âşık edebiliyor.
Sözgelimi Nastasya’yı elde etmek için kimler savaşım vermemişti ki, romandan okuyalım:
“Ama ideal örnekler, prensler, süvariler elçilik kâtipleri, şairler, romancılar, hatta sosyalistler, hiçbir şey Nastasya Filippovna’ya etki etmedi. Sanki bağrında yürek yerine taş vardı.”(Budala, S.52)
Prens Mişkin ve Don Kişot :
Dostoyevski, Hristiyan edebiyatında tüm güzel tiplemeler içerisinde en mükemmel görünen olarak Din Kişot’u gösterir. Onu sadece mükemmel değil aynı zamanda gülünç ve sıradan bulur. Ama ‘mükemmel’likten ne anladığını ve niçin gülünç ve sıradan bulduğunu açıklamaz.
Don Kişot, kapitalist ilişkilerin giderek yok ettiği, artık geri gelmesi olanak dışı derebeylik ve şövalyelik ve o dönemin ahlâk anlayışına özlem duyuyor. Bunun için de, Don Kişot, imkânsız olanın peşinde koşan gülünç, zavallı ve deli olarak değerlendiriliyor.
Ama Don Kişot, sadece geçmişe özlem duyan bir karakter değildir. O aynı zamanda kapitalist ilişkilerin giderek yok ettiği dürüstlüğün,güzelliğin,mertliğin de özlemini çekmektedir.
Don Kişot’un zavallı, gülünç, sıradan ve deliliğinin ardında güçlü bir irade yatmakta, bu irade onu EYLEM ADAMI yapmaktadır. O, inandığı şey için dövüşen etkin bir karakterdir aynı zamanda. Boyun eğmez, direnmeyi ve haksızlığa karşı savaşmayı tercih eder. Dostoyevski, Don Kişot’un işte bu etkin yönünü görmemekte, Prens Mişkin’e imkansız olanın peşinde koşan ve onu gülünç, sıradan, zavallı ve deli olarak değerlendirmeye neden olacak Don Kişot’un burjuvazi tarafından da öne çıkarılan yönünü yüklemektedir.
Dostoyevski, romanlarında, yarattığı kahramanlarının benliğinde iyilik ve kötülüğün aynı oranda var olduğu düşüncesinden hareket etmektedir.
Budala romanı için her ne kadar ‘bir aşk romanı’ deniyorsa da aslında romanda yaşanan mahzun aşklar ve mahzun fedakarlıklar Ortadoks ahlakının erdemlerini gösterebilme çabası için kurulan çürük sahnelerden ibarettir. Güzel gibi görünen bu sahneler de aslında kartondan yapılmış dekorasyonlarla süslenmiştir. Buradaki ahlak anlayışı aslında gizli bir ikiyüzlülüğü fısıldayan ahlaksızlık örnekleri ile besleniyor. Sahneleri, bir dokunuşta yıkılacak kartondan dekorasyonlar ve bu dekorasyonun içerisinde boy gösteren gerçek dışı hayali yaratıklar!..
Üstelik bu hayali yaratıklar gerçeğe saldırmakta, ahlaksızlığı oluşturan olguların toplumsal kaynaklılığını toptan yadsıyarak onu yazgısal,tanrısal yaratılışla ilgili basit bir varoluşa indirgemektedirler.
Bu tanrısal yaradılış nihayetinde gelip mistik bir noktada kötü yaratılanlar ile iyi yaratılanlar kısır döngüsüne dayanıyor. Ve çözüm olarak da insanın önüne bir tek yol’u öneriyor: Ortodoksluk ve İsa’ya inanç!
YAVUZ AKÖZEL
(V. BÖLÜM GELECEK SAYIMIZDA)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder