SESLER VE KOKULARDAN YARATILAN DİL:
ABDÜLKADİR BULUT ŞİİRİ [*]
Abdülkadir Bulut şiiri, bir Yörük kızının çeyiz sandığında dürülü, çiçek oyalı, işlemeli, terli bir yağlıktır. Yağlık olmasına yağlıktır ama oyaları çok farklıdır diğer yalpıklardan. Suyu farklı, kökboyalı, yerel… Herkesin yaptığı desenden, işlemeden küçük bir renk tonu ile ayrılır. Renkler hazırlanırken insan teri katılmıştır içine. Bir de arkadaşların kanının rengi, kuşların sesi, tarlaya arktan akan suyu emen toprağın çıkardığı ses, kayadan damlayarak bir kaba dolan damlaların sesi… Ölen kızına yakım yakan ananın çığlık çığlığa ses… Kekiklerin, pürenlerin, sümbüllerin, nergislerin kokuları… kavlı çakmakla yakılmış kaçak tütün kokusundan biraz… Bu kokuların hepsinin bir araya geldiği arkadaş kokusu… Neler yoktur ki içinde? Bu ses ve kokuların hepsinin işlendiği bir yağlıktır Bulut şiiri.
***
Abdülkadir Bulut’un şiirindeki kokuların ve seslerin izini sürelim şimdi.
Şiirlerde geçen kokuları, sümbül, püren, kekik, dökkü, harnup, karanfil, kayısı, nergis, portakal, yarpuz, yavşan, yenidünya kokusundan oluşan bitki kokuları; arkadaş, dost, sevgiliden oluşan insan (teni) kokusu; kav, kaçak tütün, mumuran gibi nesne kokuları olarak gruplandırabiliriz.
Seslerin daha yoğun ve çeşitli olduğu görülür. Yağmur, fırtına, deniz, dalga, toprağa yürüyen, fışkırarak kayalardan çıkan, uçurumlardan düşen, damlayan, incecik akan suların seslerinden oluşan su seslerinin yanında ötüşler, cıvıltılar, kanat sesleri gibi genel kuş sesleri duyulurken, keklik, turna ve sarılık kuşu sesi özel kuş sesleri olarak karşımıza çıkar. Arkadaş sesi, dost sesi, sevgilinin sesi, hollu çeken kızın sesi, ağıt yakan, yakım yakan annenin sesi, ıslık sesi, türkü söyleyen, alkış, gülüş, bağırış, çığırışlar arasında ağlayan çocuk seslerinin birbirine girdiği insan sesleriyle ağıtlar, yakımlar, gurbet türküleri gibi ezgili sesleri de duyarız. Karaca, geyik, at, tay, sansar sesi de duyulan hayvan sesleridir. Kentin sesi ve uğultusu, deve çanı ve zil sesleri, silah ve kaval sesi de duyulan nesne sesleridir.
***
Bu söylenenleri, kitaplardan ve kitapların yayınlanış yıllarından yola çıkarak izlemeye çalışalım.
Şairin ilk kitabı olan “Sen Tek Başına Değilsin”, 1976 yılında yayımlanır. Bu kitap boğuk bir sesle başlar; boğuk olsa bile yine de bağırarak yürümek isteyen birinin sesi, su seslerine karışır. Koku olarak kav ve kaçak tütün kokusu egemendir bu şiirlere. Kavla yakılan sigaranın kokusuyla tüfek sesleri bir kayanın ardında yağmurla koşan tayların ayak sesleriyle buluşur. Dağ çiçekleri, yarpuzlar, Kürd’ün türküsünde kokar. En fazla da “çocukların ellerindeki ekmeğin” sesinden umudun kokusunu alırız.
1965-1970 yılları arasında yazılan şiirlerini topladığı “Sen Tek Başına Değilsin-2”, yayımlanış sıralamasında ikinci kitap, ama kitaptaki şiirler, hem kuruluş hem de imgeler açısından İkinci Yeni’ye yakın duran şiirlerdir. İkindi arayan türküler, iki zenciye ağıt yakan karaca, gecelerden uzanan sansar ağlamaları, kuşku ve korkuyla belki ırmaktan geçmiş ıslak geyik sesi, ölü bir kuzgun olan şafağın ses, at kişnemeleri arasında paslı çan seslerine karışan göç türküleri duyulur. Kitabın sonuna doğru nar ağaçlarında çiçeklenen türkülerin ve al bir karanfilin kokusu yayılır ortalığa.
12 Eylül’ün hemen ardından, 1981 yılında “Acılar Yurdumdur” hazırlanmıştır. Bu kitaptaki ses ve kokularda acı ve hüzün vardır: oğullar içeri düşmüştür, ama “kuşların gözünden ağlayan / suların uçurumlardan akanının” çağıltısı dinmemiştir hâlâ. Gittikçe sesler azalmaya başlar. Artık “sokaklarında geceleri insan sesi bulunmayan şehirlere alışma” zamanıdır; şairin, yaralı günnük(günlük) ağaçlarıyla kendini özdeşleştirerek yarasından sızan günnük kokusuna alışması gibi. Buradaki günnük ağacı “sığla ağacı” değil, yine Akdeniz makisi olan tespih ağacıdır (Ayı fındığı-Styrax offinalis L.) Günnük, ağacının yaralı yerinden sızar. Yine de umutlu şiirlerdir bu şiirler. Ekmek kokusu duyulur çocukların ellerinde. Çinkolu balkonunda yağmur yağarken, dağlara bakan birinin hüznünün sığdığı yağmurlar, uçurumlardan akarak şelaleler oluşturur dağlarda. “Kuşların yüzüyle ağlayan” birine benzeyen sevgilinin gözyaşlarına dönüşürler sonunda. “Acılarla böyle geçinilir.” Belki, “güllerle geçinir gibi”, Alibeyköy şiirlerinde “terleyen bir arkadaşa” sarılmanın, başları yarpuzlu sulara sarılmanın özlemi dökülür ortaya. Bağırış, çağırış içinde çamurla oynayan çocukların, uzun hava çeken köylülerin sesleri de özlenir olmuştur. İhanet de tanıktır artık, “zeytin yağında kavrulmuş andız tespihin şıkırtısı” kadar.
1982’de yayımlanan “Yakımlar”da, kırsal yaşamın betimlemeleri çok daha yoğundur. Şair kişinin yaşantısından, yaşadığı yerlerden çiçek kekiği, püren, sümbül ile nergis kokuları arasında uçan bir “bozkuş” yani keklik görürüz. Tam o sırada uzaklarda “hollu” çeken bir göçer kızın yüzündeki “mumuran”ın kokusu esen rüzgârın fısıltısıyla gelir; diğer yamaçtansa kuş seslerine karışarak akan kaval sesi dolar içimize. Örselenmiş nane, kekik ve yarpuz kokusu yayılır etrafa; devenin böğür çanı sesine bulanmış, dibi gözyaşlarıyla sulanmış bir gülün kokusu sarar etrafı. O gülün içi gibi serindir ölen kızın çeyiz sandığının içi. Bir ağaç dalına oturmuş türkü söyler iki çocuk. Bu ses ve kokuların tümü, ucu yanık bir mendile çıkılanmış ve bir ananın yakım yakarkenki yanık sesi olmuştur bu kitapta.
“Gözyaşları da Çiçek Açar”da umutsuzluğun iyice yoğunlaştığı şiirlerle karşılaşırız; çünkü “sulanırken vurulur kuşlar”. Bu kitapta en önemli koku, “arkadaş kokusu”dur. Bir çiçeğin içine doğru yürürken bir koyaktan çocuk sesleri gelir. Fasulyelerine sırık diken köylü kadınların ağıtları duyulur, kan ve gül kokusu yayılır etrafa. Bekâr evlerinde kunduracı çıraklarının söylediği gurbet türküleri çoğalırken, çocukların alkış sesleri azalmaya başlar. Günler “ağlaya ağlaya boğazı kavuşan bir çocuğun sesi”yle tanımlanabilir olmuştur. Kötü günlerin gelişi ufukta kaybolan kuşların geride bıraktıkları seslerden anlaşılır. Kelebek kanatlarının yumuşaklığı portakal çiçeklerine geçer; her şey o kadar kırılgan ve toz olabilecek hâle gelmiştir. Başkalarından duydukları laflarla selamı sabahı keser tanıdıklar. Akrep gibi ihanetler dolaşır ortalıkta. Kuş sesleri dolu ağaçlar anımsatır çok eskilerde kalmış dost gülüşlerini, dost dokunuşlarını”. Doluk doluk” olmuş gözlerle arkadaş sesine uyanılan günler anımsanır; oğul fotoğraflarına bakarak ağlayan anaların sesine gitmek gerekir. Arada bir umutlanılır da kuşlarla kanat kanada: gözleri parlayarak “Adım gibi biliyorum ki bir gün / en beklenmedik anda / kuşlar havalanacak alnıma doğru / yan yana kanat kanada” der böyle anlarda şair. Çünkü annelere oğullarının geri geleceğini düşündüren bu küçücük umut kalmıştır içinde. Bu umut, giysilerin naftalinlenerek sandıklara konmamasının sebebidir. Her şeye karşın “dağların bütün çiçeklerinin o güzel kokuları”, çocukların, kuşların ve suların sesleri yavaş yavaş çekilir şiirlerden. İçindeki coşkuyu anlatsa, anlayan, tepki veren kalmamıştır artık. Bunun için “Çocuklar oturuyor sesimin içine / Anlatıyorum bunu gördüğüm herkese / En küçük bir tepki bile alamıyorum / Şu insanoğullarından nedense” der.
“Yurdumun Şiir Defteri”nde “Gözyaşları da Çiçek Açar”da görülen karamsarlığın ve umutsuzluğun en üst düzeye çıktığı görülür. Ülkenin 12 Eylül faşizminin hemen ardında yenilgiyi hisseden şair, “Gözleri doluk doluk” pencerede süs biberinin çiçeklerinin arasından uzaklardaki dalga seslerini dinler. Çocuk seslerine saklanmak, şiir defterinin arasına çocukların ayak seslerini koymak ister ve koymuştur zaten. “Boynu eğilmiş çiçek sapları”yla ülkesini karşılaştırır sık sık; solgundur bütün çiçekler. Kokusuz güller girer şiirlere; ağlayan siyah bir gül, sarı gül, mora çalan gül. Kelebekler de girer, ama hemen havalanıp giderler. Kırgınlık, hüzün ve umutsuzluk karabasan gibi çökmüştür; sardunyalar çiçeksizdir, dalgalardan yapılan deniz çiçekleri, beyaz küpeler gibi dut çiçekleri vardır ama onlar da kokusuzdur. Kokular iyice çekilmiştir bu kitapta, seslerse yavaş yavaş uğultulara dönüşmektedir.
“Direniş Günleri” şiirleri değişik tarihlerin şiirleridir. Kötü günlerin işaretleri sesleri ve kokuları var; hapiste yatanlar, hüzün dolu cezaevi ziyaretleri, suskunluk, ölenler, azalan sular ve sesler. Kayısılar çiçek açmaz olur, kuşlar öterken göğüsleri eskisi gibi titremez. Erzincan türkülerinin hüzünlü sesini duyarız. Diğer yandan bakınca da, tüm dünyada yaşanan kavga ve direniş günlerinin umut dolu sevincini görürüz sesler ve kokulardan daha çok. Toplu şiirlerin dışında değerlendirilebilir bu şiirler. Tıpkı yayımlanmış ama kitaplara alınmamış diğer şiirler gibi. Ya da baştan sona diğer kitapların arasına yazılış tarihlerine göre dağıtılabilir.
“Ülkemin Şiir Atlası” ise baştan sona bir ağıttır, yakınmadır. Uğultular, çığlıklar, fısıltılar gelir kulağımıza. En çok duyulan da ıslık sesidir; ama bu ıslık sesi delinin, zavallının ardından çalınan ıslıktır; aşağılayıcı, alaycı. Kokular tümden silinmiştir. Çiçek ekilen tenekeler çürümüştür. “Adı ayrılık olan çiçeğin” kokusu nasıl ola ki? “Kuru bir gül sapı” çıkar ceplerini yokladığında, sarı ve solgun renklerde güller. Sular fışkırarak, şırıltıyla ya da gürleyerek akmaz, damlayarak akmaktadır. “Kuşlar da gidiyor tek tek”, turna sesleri ağıt gibi gelir. Bu durumu bir fırtına beklentisinin göstergesi olarak sayabiliriz. Bunun için bu şiirler hepten çekip gitme isteğiyle doludur. Özlenen arkadaş sesleri, çiçekler, çiçeklerin kokuları yoktur artık.
***
Görüldüğü gibi Abdülkadir Bulut şiirindeki kokular ve seslerle umudu, umutsuzluğu, sevinci, karamsarlığı, yaşanan acıları, günlük yaşamın bize sunduğu sevinçleri bir arada yaşantılarız. 1965’lerde yiğit oğlanların, dünyanın her yerinde mücadele veren halkların sesini ve kokusunu duyabiliriz. 1970’li yılların ortalarından sonra ise yükselen umudun. 1980 sonrasında bu hava tersine döner; hapislikler, tutsaklıklar, direnenler, ölenler… Yavaş yavaş bir umutsuzluğa yüz veren sesler yoğunlaşır.
Sadece ses ve kokuların izini sürerek, ülkemizin 1965’ten 1985’e kadar olan döneminin tarihsel gelişimini de izleyebiliriz Abdülkadir Bulut şiirlerinde. Koku ve seslerin artış ve azalışları, ülkede ve dünyada yaşananlara uygunluk gösterir. Bunun için Abdülkadir Bulut’un tüm şiirlerinin toplandığı kitaba “Ülkemin Şiir Atlası” yerine “Şiir Atlası” verilseydi keşke. Çünkü Bulut’un şiirinde yerel tadın içinde evrensel olan da gömülüdür.
Abdülkadir Bulut şiirlerinin hepsini birden okuyunca, 1965 yılından sonraki Türkiye ve dünya tarihi şiir diliyle yaşantılanır. Sesler ve kokuların şiirlerde geçiş biçimiyle Türkiye ve dünyanın arka planında olup bitenler gözümüzün önüne gelir. Hani “şair sözü yalandır” derler ya, ben bundan sonra o sözü şöyle düzeltiyorum: “Tarihte her şey yalan söyler, ama şiir asla!” kanıtım da Abdülkadir Bulut şiirleridir ve sadece koku ve seslerle yapmıştır bunu.
OSMAN NAMDAR
[*] Patika, Sayı 78’de yayınlandı, Osman Namdar’ın izniyle Emeğin Sanatı’nda yayınlanmaktadır.
***
Ülkemin Şiir Atlası / XLVII
Turna sesi ağıt gibi gelir insana
Gözlerin kısılır alnın dağılır birden
Yazdığın şiirlere dökersin arayışlarını
Ve artık göçebesindir yurdunla yan yana
Gözlerin kısılır alnın dağılır birden
Yazdığın şiirlere dökersin arayışlarını
Ve artık göçebesindir yurdunla yan yana
Artık göçebesindir yurdunla yan yana
İçinizde gittikçe duldalanan bir ufuk
Ve o ufka bağrış çığrış içinde dökülen
Binlerce kuş binlerce gün binlerce gece
Turna sesi ağıt gibi gelir insana
Birden bir gurbet duygusunu filizlendirir
Kaç yıldır soluğunla sardığın sesinde
Sonra alnın tozlaşır gider bir çiçek gibi
Turna sesi ağıt gibi gelir insana
Yolunu keser yağmurlar durup dururken
Dünya su içen çocukların yüzlerine
Bir fırtına bırakıp çeker gider erkenden
ABDÜLKADİR BULUT
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder