Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ağustos 2012 Cuma

YAVUZ AKÖZEL- Ördekli Park—IV



ÖRDEKLİ PARK—IV


—Alo!.. dedi telefonda… Tam 3000 km uzaktan gelen bir ses.
—Alooo!..
—Sen misin bitanem? Sesini duyduğuma gerçekten çok sevindim. Seni bayağı özlemişim! İçimi ferahlatan sesini özlemişim, o aydınlıkları çağrımlaştıran gülüşünü, soluğunu, ellerimi tutuşunu, gözlerimin içine eflatuni bakışını özlemişim!

—Çok sıcak! Urla’dan, Seferihisar’a gittim bu sabah sevdiceğim. Hep yalnızım evde... Sen de yoksun! Şöyle Seferihisar’ı gezdim, meyva-sebze aldım. Fakirin, garibanın vay haline! Hiç de sanıldığı gibi ucuz falan değil yani. Bir şey alırken çok dikkat etmek gerekiyor. Hem ucuz, hem de taze vb. olmalı değil mi? Bizim taydaşlarımız sayılacak 50-60 yaşlarındaki bayanlarla pazarı şöyle bir kolaçan edip, hem fiyatları tespit ettik, hem de ayaküstü sohbet etmiş olduk. Fiyatları oldukça pahalı bulduğumuz için akşama kadar pazarın sonunu beklemeye karar verdik. Akşam olunca ve el ayak çekilmeye başladığında mallar neredeyse yarı fiyatına düşermiş. Almanya’dan emekli olmama karşın aldığım gülünç emekli maaşıyla zar zor idare edebiliyorum. Hayat öylesine pahalı ve çekilmez. Burada tanıştığım bayanların çok azı emekli, çoğunluğu da beylerinin eline bakan ev kadınları. Emeklisi de, beylerinin eline bakan ev kadınları da isyanları oynuyorlar ve bu pazarların en son demini bekleyerek mutfaklarında mucizeler yaratıyorlar. Bir bakıma her şeyi yoktan var ediyorlar.
Peki mektubum eline geçti mi?
—Evet, dün aldım... Uzun yazmışsın. İzin verirsen yazdığım öyküye, mektubundan önemli bulduğum bir kaç bölüm katmak istiyorum!
—O da söz mü sevdiceğim? İstersen tümünü kat. Okusunlar!.. Almanya’nın da, ileri kapitalist ülkelere kapağı atmanın da bir kurtuluş olamayacağını, sömürünün tüm kapitalizmde şöyle veya böyle aynı özelliklerde devam edip, gittiğini ve aslında bu özelliğin temelinin de barbarlık olduğunu benim kalemimden, dilimden, yüreğimden, deneyimlerimden okusun, dinlesinler.
—Şimdilik hoşça kal bitanem! Ben öyküme geri dönüp, ilk iş olarak da senin mektubundan alıntılarla işe başlayacağım, seni özlemle öpüyorum!
—Hoşça kal aşkım! Ben de seni özlemle öpüyor, öpüyorum!

“Sevgilim
Sensiz günler geçmiyor. Ne diye yalnız Türkiye’ye gittim ki? Ama Almanya hiç bir zaman için ülkem olmadı. Orada çocuklarımı büyüttüğüm halde, ömrümün en verimli dönemlerini, önemle gençliğimi orada eskitmiş olmama karşın ülkem olmadı, daha doğrusu olamadı. Kendisini bir tek bana değil yabancıların ezici çoğunluğuna ‘vatan’ olarak kabul ettiremedi. Çünkü onlar bizi hiçbir zaman için kendileriyle eşit seviyede görmediler. Evlerinde çalışan bir uşak, bir temizlik işçisi, bir gündelikçi gözüyle baktılar bize! Yukardan baktılar, emirler verdiler. Hatta daha da ileriye gidip, bizleri bir ‘köleymişiz’ gibi algıladılar. Bunun içindir ki, kölelerin sahip olabilecekleri haklar kadar ‘hak’ tanıdılar bize. Hâlâ da bir köle statüsündeyiz orada değil mi?  İşte Türkiye’de ‘kölelik’ zincirlerinden sıyrılıyorum, özgürlüğü duyumsuyorum. Caddelerde gezerken köle olmadığımı düşünüp mutlu oluyorum. İçimdeki bir ses bunun da bir aldatmaca olduğunu bana fısıldıyor. Köleliğin ve özgürlüğün değişik boyutlarını bana kavratmak istiyor.

Çöp atıkları toplayan bir kadın, ardında adeta sürünürcesine yürüyen 6-7 yaşlarındaki başak renkli, hiç tarak ve su yüzü görmemiş saçları olan kızına, “hadisene, sen de elini atsana a kızım çöpe!” diye yine de sevecenliğini yitirmeden alçak sesle sitem ediyor... Kız umursamasız öylece sağa sola, akıp giden insan ve araba seline yeşil, iri gözleriyle bakıyor. Dallı çiçekli, kırmızıları solmuş eteği her araba geçişte dalgalanıyor.

Az ileride, yaya kaldırımına tezgâh kurmuş bir seyyar satıcı belediye zabıtalarının hışmına uğruyor. Zabıtalar bir tekme ile işportacının iğreti arabasını deviriyorlar, limonlar, elmalar, çilekler yollara saçılıyor, paldır küldür yuvarlanıp gidiyorlar. 3-5 insan, arabanın başına toplanıp, zabıtalarla tartışıyor...  Diğer insanlar duyarsız, yerlerde yuvarlanan limon, elma ve çilekleri kimi tekmeleyerek, kimi ayakkabıları kirlenmesin diye basmamaya özen göstererek hiç bir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar.

Başındaki kasketinden kırlaşmış saçları dışarı fışkırmış pejmürde giysili, zayıflıktan güneşte iyice bronzlaşmış suratının iskeleti dışarıya uğramış seyyar satıcı, zabıtalara “abi, bari arabamı götürmeyin” diye ağlamaklı bir sesle yalvarıyor.

Yıllarca Almanya yabanında çalıştım. İlk işe 1970 yılında Telefunken Televizyon Fabrikasında başladım ve firma kapanıncaya kadar, tam 18 yıl, televizyon bantlarında en düşük ücretlerle sömürüldüm.

18 yılın ardından sözleşmeli işçi olarak girdiğim Bosch’ta yine gülünç bir aylıkla biz kadınları tam anlamıyla kullandılar. Sömürü her geçen gün daha da katmerleşip acımasızlaşarak sürüp gitti, gidiyor.

Evet. ”Bandlar’da çalıştık”dediğim zaman, söylemesi ve algılaması nasıl da kolay geliyor değil mi? Tuvalete gitmek dahi sorun oluyordu... Olduğun yerde kıvranır durursun. Springer(1) gelinceye kadar ter dökersin, küfür edersin; bandına da, springer’ine de, kahrolası bu rezil göçmen yaşamına da, evlilik ilişkine de... Ama tüm tesellin işte bu içinden salladığın küfür ve sitemler olur. Ya aldığımız ücret? Ben en çok da işte bu haksızlığa isyan ediyorum: Biz kadınlara, erkeklere verilen saat ücretinin neredeyse yarısı reva görülüyor. Oysa elektronik endüstrisinde kadınların verimliliği erkeklerinkinden kat kat üstün olmasına ve bu gerçeklik istatistiksel verilerle ispat edilmiş olmasına karşın, bu böyle! Ataerkil düzenin kurnaz taktiklerinden birisi olsa gerek! Eh... Az ücret alınca da dolayısıyla emekli olma günü gelip çattığında bağlanan emekli maaşı da ona göre az oluyor. Yani erkeğe muhtaç, erkeğe mecbursun! Tek başına ayaklarının üzerinde dikilip durabilmen biraz zor!

Sevdiceğim üzerine alınma! Ben geçmişimi, ilk evliliğimde yaşadıklarımı göz önüne getirerek konuşuyor, yazıyorum. Evet... 16 yaşındaydım kocaya kaçtığımda. Sefaletten, öksüz çocuğu olduğum için de sahipsizlikten kaçmıştım... Yani bir sefaletten kaçıp daha katmerli bir sefaletin ve acımasızlığın karanlığına, cehennemine... Kütahya/Tavşanlı’da kocam kömür ocaklarında çalışan bir işçiydi. Evimiz ise gerçekten duvarları delik, çaputlarla tıkadığım, tahtalarla desteklediğim ama ne yaparsan yap kışın ayazını, rüzgârın uğultulu soğuğunu önleyemediğim bir gecekondu bozuntusuydu. Oğlum Ahmet, kızım Nedret işte bu gecekonduda dünyaya geldiler. Gençliğimin verdiği olağanüstü bir tez canlılık ve geleceğe ilişkin kurguladığım o güzel düşler her şeyi sineye çekmeme yetiyordu. Kocam çok zaman sarhoş gelirdi, her sarhoş geldiğinde de mutlaka onun her türlü şiddetine ve pis istemlerine maruz kalırdım. Çocuklarımla beraber bu tempoyla yaşama tutunmaya çalıştık. 1970’de Almanya’ya gittik. Kocam Almanya’da daha da beter oldu. İçkinin yanı sıra uyuşturucu da almaya başladı. Girdiği hiçbir işte dikiş tutturamadı ve çocuklarımla beraber onu bırakıp kaçana kadar da benim çalıştığım para ile içki içip, uyuşturucu kullandı. Biz ise doğrusu yarı açtık. Bazen ekmek paramız bile olmuyordu...

Ah sevgilim... Bunları neden yazıyorum ki? Aslında bildiğin şeyler... Geceler boyu dışarıda kar lapa lapa yağıyorken ve çocuklarımız artık düzene girmiş bir yaşamın güvençli rahatlığı ile mışıl mışıl uyuyorlarken, hem sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan çaydan içer, hem de geçmişin bu mutsuz sayfalarını karıştırırdık.”

(Mektup, gerçekten oldukça uzun yazılmış ve yaşamın her alanından anekdotlar var.)

Mektup şöyle bitiyor:
“Seni özlemle öpüyor, öpüyorum. Hoşça kal sevgilim.
Nermin.”

Gökyüzü masmaviydi, bir tek bulut yoktu. Güneş sessiz parkın üzerinde sıcacık sevecenliğiyle gülümserken ben de çınar ağacının duldasında bu durgun sessizliği dinliyordum. 70’ini çoktan aşmış ak saçlı bir Alman karı-koca, biri kız, diğeri oğlan olan 4-5 yaşlarındaki —torunları olsa gerek—  çocukları yanlarına almış gezinti yapıyorlar. Çocuklar cıvıl cıvıl... Koşarak bir solukta ördeklerin yanına kadar gelip onları dikkatle incelemeye, onlarla bir şeyler konuşmaya başladılar. Ördekler kaçmıyor. Aval aval çocuklara bakıyorlar. Belli ki çocukların onlara ekmek atacaklarını sanıyorlar.

Şu emekli meselesine de kafam iyice takıldı. Emekli olduğumu Nermin’e özellikle söylemedim... Bana bağlanan maaşı duyunca üzülür. Hele biraz bekleyeyim... Yan yana geldiğimizde, ellerini ellerimin içine aldığımda, bakışlarımla güzel gözlerinin sonsuzluğuna yelken açtığımda, usulca söylerim.

Yıllarca çalışmışlığımın ve yaşlanmışlığımın karşılığı olarak ölmeyecek kadar bir can suyu veriyorlar. Kaç yıl daha yaşama şansımız var ki? Bizden yıllarca aldıklarının yarısını dahi geri vermiyorlar. Arkadaşlarla sohbet ediyoruz da “halimize şükredelim” der gibi bir davranış içerisine giriyorlar. Geri kalmış ülkeleri, Başta da Türkiye, Afrika ve uzak Asya’yı gösteriyorlar. “Biz ise, elhamdülillah tokuz” diyorlar.

Konuşmamızın tam ortasında Werner geldi. Onun gelişi ile de sinirlerimi giderek gerginleştiren konuşma bitmiş oldu böylece. Fakat elbette ki, bu “elhamdülillah”lı konuşmaya ben henüz noktayı koymadım. Açılmış bir parantezi kapatmak için şöyle veya böyle bir yargıya varmak gerekiyor. Bu yargıya ise henüz varılmış değil. İçimde bir hiddetin, kelimelerle anlatılması olanaksız bir haykırış ve acının ayaklandığını duyumsuyorum.

—Arkadaşlar gittiler??..
—Evet gittiler! Werner, onlar bir türlü dışa açılamadılar, başaramadılar bunu. Çünkü gece gündüz çalışarak para biriktirip bir an önce memleketlerine dönmek için savaşım verdiler.
—Peki, niye dönmediler be Memetçik? Bak buna üzüldüm işte...
—Önce çocukları okul çağına gelince Alman okullarına gittiler. Haydi, okul bitsinde öyle geri döneriz düşüncesi içerisindeydiler... Okul bitti ve onlar hâlâ buradaydılar... Çünkü çocukları Türkçe’yi iyi konuşamıyor, yazamıyorlardı. Yani anlayacağın entegre olmuşlardı. Bu kez Türkiye’den gelin getirip çocuklarını Almanya’da baş-göz ettiler. Torun-torba sahibi oldular... Oturdukları kiralık evler küçük gelmeye başladı. Bu kez banka kredileriyle uzun vadede ödenmek kaydıyla ve çoğu kez de çok ağır koşullarda ev satın aldılar. Durumu iyi olanlar Senenin belirli bölümünü Türkiye’de belirli bölümünü de Almanya’da geçirmeye başladı. Bu durum böyle sürüp gidiyor işte... Parasızlıktan memleketlerini, ana ve babalarını görmeyen, göremeyen binlerce insan var. Genellikle kocalarından ayrılmış çocuk sahibi binlerce dul bayan... Hatta bunlar televizyon programlarına konu oluyor, reyting adına bu memleket ve anne-baba özlemiyle yanıp tutuşan insanlarımız kullanılıyorlar.

—Ahh Memed! Bir dram bu! Gözlerimizle görüp de yaşadığımız ve sadece “işte bu kadar” sandığımız yaşamın kendini gizleyen yüzü bu. Herkes yaşamı yaşadığı gibi sanır. Aslında yaşam sadece benim ve senin yaşadığınla sınırlı değil. Yaşamı algılayabilmek için yaşamın derinliklerinde bir yunus balığı olmak gerekir. Bugün burada yarın orada... Her yerde anlayacağın...

—Evet... Çok sevdikleri ve her yorganı başlarına çektiklerinde hayalini kurdukları köylerine, kasabalarına, o sonsuz bucaksız bozkırlarına, ovalarına dönemediler... Ama entegre de olamadılar, çünkü dönüş bavulları hep en dip odacıklarda, karyola diplerinde, dolap üstlerinde hazır bekliyordu. İçlerine kapanık yaşadılar ve bunun için de Almancaları iyi değil... Dolayısıyla Almanların yanında sıkılıyorlar... Anlaşma zorluğu çekiyorlar... Tıpkı senin de onları zar zor anlayabildiğin gibi. Bu zor bir şey... Sizin Alman devletiniz bizi sadece kullandı. Hep bizden aldı bize bir şey vermedi. Bak bir beispiel(örnek) olarak karşındayım işte! Saçlarım ağarmış, dişlerim dökülmüş, tenim kırışmış, yüksek tansiyon gelip bedenime oturmuş. Yani bedenen bitirmiş beni sizin devletiniz! Ayrıca ruhen de çöküntüye uğrattı bizi. İki ülke arasında göçmen, misafir işçi, yabancı işçi durumunda med ve cezirleri oynayıp durduk. Ya çocuklarımız? Bu ileri tüketim toplumunun tüm vurdumduymazlıklarını benliklerine içerdiler. Ezici çoğunluğu bu pis kültürün birer parçası durumuna geldi. Burada önemli olan bir şey var Werner, şöyle anlatayım: Sen dünyayı, önemle Uzakdoğu’yu gezdin. Onların geri kalmışlıklarına, tüyler ürpertici derecedeki fakirliklerine tanık oldun. İnsanlar düşünce olarak belki de ortaçağı hâlâ yaşıyorlardı. Kültürleri öylesine geriydi ki, yani feodal kültürdü değil mi?

—Evet Memet, 200 yıl geriye git... Böyle bir yaşam düzeyi ve kültürü!.. Ama bu geri yaşam düzeyinde, bu geri kültürde şimdi Almanya’da bulamayacağımız çok çok güzel, insanı olumlu etkileyen şeyler, öğeler de var.
—Tam da bunu anlatmak istiyorum işte sayın arkadaşım Werner!
—Bu feodal kültürün içerisinde özlediğimiz güzel şeyleri mi? 
—Evet... Bizim özlediklerimiz... Çünkü bu kültürdeki birtakım güzel öğelere biz de tanık olmuştuk, yaşamıştık. Yardımlaşma, komşuluk, akrabalık, dostluk, misafirperverlik, acıyı ve sevinci, varlığı ve yokluğu bölüşme, saygı vb. Ama yeni jenerasyon kültürün bu öğelerini tanıyıp yaşamadıkları için özlemeyecekler de.
—Evet... Bu kültüre ilişkin anlatayım…

Werner'le konuşmalarımız sürüp giderken içimde yeniden güzel umut pınarları oluşup şırıl şırıl akmaya başladı. İçimi kaplayan yalnızlık duyguları, yüreğimi hançerleyen acılar giderek bir sevinç ve coşkuya dönüştü. Hiç bir şey söylemeden konuşmasını tatlı gülücüklerle sürdüren Werner'i yanağından öpüverdim.
—Ahhh Memet, diye şımardı ve o an gözbebeklerinin derinliğinde hem minnet hem de bir acının karmaşık yakamozları oynaşıyordu. Sevgiye, sevecenliğe biz yaşlıların gereksinimi yok mu? Nerde bizi bir öpücükle onurlandıracak yeni jenerasyon? Nerde bize bir dakikalık şımarma hakkı verecek sevecenli yürekler?

Park giderek kalabalıklaştı. Ördekler ise ziyaretçileri tarafından sunulan bir ekmek ziyafetinin şölenini yaşıyorlar. Ta gölün öbür başından şölene katılmak için avazının çıktığı kadar vakvaklayarak yıldırım hızıyla gelen yeni ördekler itişe kakışa kendilerine kalabalıkta yer açmaya çalışıyor. Bundan en çok çocuklar haz alıyor... Ördeklerin etrafını çevirmiş, dikkatle ve hayranlık duyarak bu renkli sahneyi izliyorlar.

Werner, yarıda kesilmiş konuşmasına devamla:
—Nerede kalmıştık? Haa! Evet... Bu kültüre ilişkin...
—Daha doğrusu çocukluğumuzda, gençliğimizde yaşadığımız eski kültürün bazı öğeleri üzerine...
—Avustralya’da da insanlar bir hengâmenin içerisinde ve tıpkı burası gibi tüm insancıl ilişkilerden soyutlanmışlar. Herkesin derdi başı, paçayı tek başına kurtarmak... Yani çekinmeksizin senin cesedinin üzerine basarak yükselmek, köşe olmak olanaklıysa çekinmeden yaparlar bunu. İnsan gerçekten bu olguları görüp, yaşayınca sistemden, kapitalizmden nefret ediyor ve derin derin düşüncelere dalıyor. Avustralya’dan Almanya’ya dönerken Uzak Asya’nın çeşitli ülkelerine uğradım ve oralarda kaldım. Kimi zaman yayan, kimi zaman otobüs ve trenle, kimi zaman da otostop yaparak… Avustralya'dan sonra ilk uğradım yer Singapur oldu. Oradan da Malezya ve Tayland’a geçtim. İnsanların fakir yaşantılarının içerisinde ufacık şeylerle nasıl da mutlu olduklarına tanık oldum. Sonra asıl ulaşmak istediğim ülke Hindistan’a vardım ve Kalküta'dan başlayıp Everest tepesinin eteklerine, Nepal’a kadar otostopla ve orada burada geceleyerek tam dokuz ay geçirdim. Hindistan halkı gerçekten çok fakir. Hani neredeyse Diyojen gibi bir tas ve bir fıçı ile yaşıyorlar... Ama karamsar değiller. Bugünü yaşıyor, yarını ise hiç dert edinmiyorlar. Ellerindeki bir parça kuru ekmeği, bir parça azığı seninle paylaşmaya zevkle hazırlar. Kapıları ve pencereleri hep açık. Bizim buralardaki gibi sıkı sıkı kapalı değil. Onlarla çok iyi ilişkiler kurdum. Kuru ekmeklerini ve azıklarını bölüştüm. Hasırlardan oluşan kuru yataklarında uyudum ve bundan büyük bir haz aldım. Çok zamanlar dışarıda gökyüzünde göz kırpışan yıldızların görkemi ile kendimden geçerek uyudum.

—Anlaşılan o basit yaşamın özlemini duyuyorsun!
—Evet, o basitliği, ilkelliği neden yalan söyleyeyim? Arıyorum. Belki de aradığım, o basitlik ve ilkelliğin insanlara taşıdığı samimiyet, açıklık, paylaşma ve kaybedecek hiç bir şeylerinin olmamasıdır. Kaybedecek hiç bir şeyleri olmamak... Ama biz burada hiç bir şeyimiz olmasa bile yine de kaybedecek çok şeylerimizin olduğu düşüncesindeyiz ve bu bizi bencilleştiriyor.

Akşam hüzünle parka iniyordu. Giderek el ayak çekildi ve park iyice sessizleşti. Karınları tıka basa doymuş olan ördekler zevkle gölde yüzüyorlar, karatavuklar yine arada sinyalleşiyorlardı. Werner’in gözlerine baktım ve orada yalnızlığın taşıdığı bir hüzün çakılıp kalmıştı.

İşte burada akşam olunca panjurlarını sıkı sıkıya kapatan ve bir gömütün ürpertici sessizliğini yankılandıran bir halk yaşıyordu. Yalnız kalmış, kendilerini yalnızlığa tutsak etmiş bir halk! Bu yalnız kalmışlığın belasından kurtulmak ve pencerelerdeki panjurların sıkı sıkıya kapanmadığı günün 24 saatinde günü ve geceyi doya doya özgürce tinlerimize damıtabildiğimiz bir yaşam gerekli olan.

Ama nasıl?


YAVUZ AKÖZEL




Kalküta/Hindistan’da bir Budist Mabet. Dilencilerle beraber akşam yemeği yiyoruz. Akşam yemeği: Pide ekmeği(Fladenbrot),unla yapılmış çorbamsı sos ve su.(Sosun tadı güzeldi - Werner)

(1)Springer(Almanca): Götürü işlerinde(akkord arbeit), genellikle fabrikalardaki seri işlerde ve yürüyen bandlarda iş aksamasın diye kısa süreyle iş yerini terk eden işçinin yerine bakan kimse.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder