Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Ekim 2012 Pazar

DURAN AYDIN: Benim Adanalı Yılmaz Güney’im




BENİM ADANALI YILMAZ GÜNEY’İM





Adana göklerine düşen yıldız sayısı kaç “yüzbinmilyar” taneydi, hangimiz bilecektik bakalım? Sanki o yıllarda geceler daha karanlık, yıldızlar “zibil gibi” ve çok parlak; bu yüzden de hem çok yakın, hem çok, çook uzaktılar…

Yıl 1970’e varmadan, “gâvur sıcaklarında” yaz aylarının, geceleri yoksul evlerimizin serin damlarında gülüşerek bahse girerdik:-“Bu konuşan Cüneyit olliş!”  “Get lan, Ayhan Işşık o…” Kaybeden, Bakkal Rafet Emmi’den alınacak şekerkamışından birazcık somurtturacaktı diğerine ya da “çikolatalı eskimosu”ndan bir parça…

Uzun boylu evler yoktu İstiklal Mahallesi’nde; şimdi de olmadığı gibi. Yazlık Zafer, İstiklal, Çiçek, Esendam, Şehir, Derya, İstanbul, Işık sinemalarında gösterilen filmlerin müziği, atların nal tapırtısı, o abartılı yumruk-silah sesleri, oyuncuların kahkahası (Vahi Öz’ün gırtlağını yırtarcasına konuştuğu, Önder Somer, Hüseyin Baradan, Turgut Özatay, en çok da Erol Taş’ın “filmin yiğit oğlanı”nı öldürme ya da “güzel kızı”na tecavüz aşamasındaki o gıcık gülüşleri), trenlerin taa Yeniistasyon’dan evlerimize kadar gelen düdük seslerine karışıp ninnileşerek cibinliği okşar, uykularımıza arkadaş olurdu…

Ya Kenan’dı ya Ali… Bir gün, “alganlı kuşu”muzu* göklere dikmiş konuşurken; artistlerin, atların, taksilerin filan, gündüzden sinemanın perdesinin arkasına gizlendiklerini söylemişti de inanmıştım!

İstiklal Mahallesi’nin çoğu kerpiç (duvarının bir köşesinden ucu çıkmış kargıları söküp “gasnaklı”*  yaptığımız), öylesine yana yatmış gariban görünüşlü çinko damlı evleri; çok sonraları Sevgi Soysal’ın (bir dönem yaşadığı için olsa gerek) “Şafak” adlı romanının giriş tümcelerinde de yer alacaktı. Özcan Karabulut ve Ahmet Erhan’sa yine bu mahallede öyküler, şiirlerle yıkanmış ilk gençlik düşleri peşindeydiler aynı günlerde, ayrı ayrı…

Yine elbette Orhan Kemal, Yılmaz Güney ve Muzaffer İzgü’nün de Adana’nın bu yoksul mahallelerinde yaşayıp yazdıklarını ayrımsadıktan sonradır ki, bu evlerden birinde doğup büyümüş olmaktan ayrı bir gurur kaynağı yaratır oldum kendime. Belki de bu gurur; anamızdan babamızdan miras olarak bize kalan yoksulluğun utancı ve kiniyle harmanlanıp daha o zamanlardan başlayarak “sınıfının farkına vardıran” ilk kıvılcımlara dönüşecekti.

Bir de, bir de (işte asıl bu nedenle) bu gururdan dolayı mutluydum üstelik… Yaşamım boyu yararlandığım; birkaç kuşağın sol düşünceyle tanışmasını, kimliğini-kişiliğini netleştiren özelliklerin oluşmasını sağlayan öncü sanatçılardan Yılmaz Güney, çocukluğunda ve Adana Erkek Lisesi’nde okurken, İstiklal Mahallesi’nin bu sokaklarında koşmuş, kavgalar etmiş, bisikletiyle gezmişti.

Kız kardeşi Leyla’yla Eskiistasyon’da tren raylarının arasına dökülen kömürleri topladığını da, onun bir yazısından öğrenecektim. Sonradan, bir de “İzin” filminde Halil Ergün’den işitmiştim bu sözleri. O, daha “Yılmaz Pütün”ken ailesiyle Karataş’ın Yenice Köyü’nden (“Boynu Bükük Öldüler” adlı romanında anlattığı gibi) büyükşehir Adana’ya göçtüklerinde, İstiklal Mahallesi’ne yan komşu Yeşilyuva Mahallesi’ndeki (şu an yine ayakta olan) kerpiç bir eve yerleşirler

Aydınlığında ders çalıştığını söylediği elektrik direği ve onun cılız ışıklı, sararmış sokak lambası…

Evimizin tam arkasındaki, onun da bizler gibi portakal çalmış olabileceği bahçe… Hasan Hüseyin, Turhan Selçuk, İlhan Selçuk, Demirtaş Ceyhun’un da Yılmaz Güney gibi 50’li yıllarda öğrenim gördüğü; sonraları benim de bir buçuk yıl gideceğim Adana Erkek Lisesi… Eskiistasyon’un tam arkasındaki İstiklal Ortaokulu: Önündeki bekçi kulübesinde giydiğini yazdığı ilk beyaz gömlek ve “cepli” kumaş pantolon… “Benim Adım Kerim”  filminde ifade vermeye geldiğinde görülen Eskiistasyon Polis Karakolu… “Umut”ta Arabacı Cabbar’ın küçük çocuklarının koşuşarak kömür arandıkları Eskiistasyon’un kullanılmamaktan paslanan rayları… Ondan gelen mektuplardaki (l2 Eylül’lü günlerde ben askerken annemin, mahalleyi bir asker/polis araması öncesinde kitaplarımla birlikte yaktığı!) elyazısındaki adresim; “İstiklal Mahallem” benim! İşte, “İstiklal’in çocuğu” olmanın bana o yıllarda verdiği çocuksu gururun kaynağındaki nedenlerden bazıları.

Kırk iki, kırk üç yıl öncesi kış geceleri; komşu mahallelerin dumanlı sokakları da aynı yoksulluğun ve siyah beyaz yılların pençesinde, uzun metrajlı yağmurlarla yıkanırdı. Kışlık sinemalara gidiş gelişler de hep bu sokaklardan ve onların karikatürize evlerinin saçak altlarından olurdu: Döşeme, Kocavezir, Hurmalı, Mirzaçelebi, Yeşilyuva…

“Yılmaz Güney” adını yenileyin duyduğum yedi-sekiz yaşlarımda o; “Kovboy Ali” filmini henüz bitirmiş olmalıydı ki bir gün, abimi arkadaşlarıyla konuşurken gördüm sokağımızın köşesinde: Zafer Sineması’nda gösterilecekmiş “pek yakında!”  “Kovboy Ali”ymiş filmin adı. Yılmaz Güney’in “en müstesna” filmiymiş! “Çok iyi nişancı” olduğu için birer birer gebertiyormuş kötüleri!

Ama ben onu çok sevsem de, kış gecelerinde ısınsın diye ayaklarım ayaklarının arasında uyusam da; abim beni elimden tutup sinemaya götürmezdi! Çünkü zaten o, bisikletine de bindirmezdi beni! Çünkü zaten o, kimi sabahlar; eskimo ya da ramazan gülü satarak kazandığı parasıyla Bakkal Rafet Emmi’den aldığı, ahırımızın hemen önünde gazete kâğıtları ve kartonları yakarak isli sıcaklığında cazır cazır pişirdiği “irişkin”i*, “urup”* ekmeğin arasına çeker, ağzımı sulandırarak bana vermeden yerdi…

Ağlamaklı olduğumu gören babam, küçük “borç defterini”*  elime tutuşturur ve “Hadi git, yüz elli gram da bize al… Bak tavuğumuz yeni yumurtlamış; annen yumurtalısını pişirir, hep birlikte yeriz oğlum!” der, gönlümü alırdı…

“Küncülü”*  Çörekle  “Zaman Gazozu…”

“Kovboy Ali”, o “pek yakın” zaman gelince gösterilmeye başladı bir akşam Zafer Sineması’nda. Ve ben yine ağladım abim arkadaşlarıyla “Kovboy Ali”yi izlemeye bensiz giderken… “Sus, zırlama!” dedilerdi annemle babam. “O senin büyüğün; seni peşine takmak istemiyor işte, n’apalım? Büyüyünce sen de gidersin sinemaya… Zıbar, yat, uyu şimdi!”

-Büyümeyi bekleyemezdim. Onlar “Çirkin Kral”ı izlerken ben damda zıbarıp yatıp uyuyamazdım! Uzun, dikine mavi çizgili pijamamla; annemle babama görünmeden, ablamın serinlesin diye, güneş batar batmaz serdiği yer yatağından usulca kalktım. Ahırımızın tam önünden dama çıkılan tahta merdivenden inerek sokağa süzüldüm… Onları iki ablam ve küçük kardeşimle “Mikrofonda Tiyatro”*  ya da  “Arkası Yarın”ı*   lambalı radyomuzdan dinlerken; bu yaşta, bu saatte terk edip sinemaya gidiyor, film izliyor ve Yılmaz Güney’i ilk kez o dev, beyaz badanalı briket duvarda görüyordum!

Çifte Fırınlar’ı geçince, Zafer Sineması’na çok az kala karanlık bir köşede, pijamam geldi aklıma! Sinemaya parasız girmek kolaydı; ya pijama? Annemin diktiği siyah pazen şortla girebilirdim… Çıkardığım pijamayı belime, atletimin altına incecikten sarıverdim. Kalabalık, çocuklu bir ailenin arasına karışıp daldım içeriye. Girer girmez gördüğüm; elleri fenerli “teşrifatçıların”*  koşar adımda, sinemaya gelenlere yer gösterip “bahşiş” almaları oldu.

Film başlar başlamaz değil, “Çirkin Kral” görünür görünmez koptu alkış! Ama o, çirkin değildi ki! Ve çok değil, on yıl önce Zafer Sineması’na da bisikletiyle film bobinleri taşımıştı belki de… Yetiştiği mahallenin insanları  onu “çirkin” de bulmuyorlardı üstelik… Onlar gibi ben de bir buçuk saat nefes almayı unuttum.  “Kovboy Ali” bitince yandı ışıklar. Cızırtılı bir plâktan belki Nuri Sesigüzel, belki de Ahmet Sezgin; sanırım şu türküleri söylediler: “Aynaya baktım / Saç beyaz olmuş / Neden rengim sararmış solmuş?”  ya da  “Fırat kenarında yüzer kayıklar…” Sıra sıra dizilmiş mavi boyalı tahta sandalyeler arasındaki küçük sokaklarda gazozcular, “souk gazuz”larını, gazoz açacağını şişelere vura vura satmaya başladılar. Gazozlara, çöreklere, açmalara ağzım sulanarak bakarken abim belirdi tepemde! Asıldı kulağıma, çekti iki sıra geriye. Ağlamaya başlayacağımı sarkan altdudağımdan anladı. Acıdı… Çağırdı gazozcuyu sonra: “Küncülü bi çörek, bi gazoz da çocuğa… ‘Zaman Gazozu’  olsun ha!” İkinci filmi birlikte izledik… “Kader Yolcuları!”
Gazetelerde “mecmualarda” fotoğraflarını görüp ona ilişkin (“Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri”* adlı öyküsü “Onüç” dergisinde yayımlandıktan sonra aldığı cezayı değil elbette!) magazin haberlerini okurken okurken ilkokul da bitiyordu…

O önce halkın gözünde büyüyüp “ilahlaştı”, sonra da bütün bizim kuşağın ve benim… Kendini “ilerici, solcu, sosyalist” sayan birçok insanın bu “Yılmaz Güney sevgisi”nden beslendiği açıkça görülebiliyordu. Özellikle hayatın bir ölçüde altında kalan halkın umutsuz, yoksul kesimi de yalnızca onda kendini buluyor, konumunu anlıyor, böylece sol düşünceye yakınlık duymaya başlıyordu.

Ondaki “sahicilik” bir kitle sanatı olan sinemanın diğer oyuncularında görülemiyordu. O, “bizden”di; diğerleri “artizdi”, sahteydi, kartondandı! Az konuşan, vara yok’a gülemeyen, ezik, sımsıcak bakışlı, “kedilere ağlayan, kuşların yasını tutan” bu kederli adam; başkaldırı anı gelince de “korkunç bir güç” olan bu “kömürcü çırağı”, sokaktaki babamıza, mapustaki dayımıza, şekerli sıcak suya ekmek doğrayıp yiyen komşumuza benziyordu; yalılarda, köşklerde yaşayanlara değil!

O çocuk beynimde bile “Kovboy Ali”den bir iz kalmazken sonradan izlediğim “Aç Kurtlar”, “Seyyit Han”, “Kurbanlık Katil”, “Hudutların Kanunu”, “İnce Cumali”, “Bir Çirkin Adam” gibi filmlerin peşinden Yılmaz Güney’i algılamaya başlamıştım… “Umut”, hemen ardından geldi!

Babam mı “Umut”un Cabbar’ı, Cabbar mı Babam?

Babamın dayatmasıyla yaz tatillerinde (ilkokul beş’ten başlayarak) orada burada; kebapçıda, terzide, elektrikçide, bakkalda, fayansçıda vb. çırak duruyor, bir yandan da camilerdeki Kur’an Kursları’na gidiyordum.

Bir gün kaçtım kurstan! Bir faytonun arkalık demirine asılarak Hergele Yolu’nu aşıp Kuruköprü’ye kadar geldim. Faytoncu kırbacını hafiften sırtımda şaklatınca, atladım! Ali Menteşoğlu Caddesi’nde beş kuruşsuz yürüyordum. Hani insanın parası olmadığında canı her şeyi çeker ya… Hintinciri buza gömülü… Bicibici, karsambaç bol şekerli, kızıla boyalı…  Aşlama buğulu cam bardakta köpürmüş… Tablacıdan “tike”*  kebap yiyen iki kişi, bir yandan da konuşuyordu, yanlarından geçerken duydum: “Heye lan, vallaha da oymuş! Film çeviriyormuş şo evin arkasında… Kebabı bitirek de gidek!” Duyulur da durulur mu? Param olmadığı için kebap da yiyemediğimden onlardan önce bi koşu ulaştım oraya… Dar sokak sola dönmesem de iki ev sonra kördü, bitiyordu! İlerleyen herkesin hemence görebileceği genişçe bir arsada; baktım, kendirle çerçevelenmiş görüntüde sayısı on kadar, “teker”  de  dediğimiz bisiklet, bir o kadar da çocuk… Bisiklet kiralayan, bir yandan da onarımını yapan bir bisikletçi. Ortada koşuşan, gülen, bisiklete binmeyi düşe kalka öğrenen çocuklar… Yardımcısı olduğu anlaşılan, oraya buraya telaşla koşuşan birkaç adam, bir kamera ve o… Çocuğum ya, ufacığım ya; kalabalığı yarıp ilerlemem kolay oluyor. Önlerdeyim… Başında beyaz, yazlık bir şapka. Bir de baston elinde. Simsiyah sakallarının arasında parıldayan bembeyaz dişleri… Kızgın, gergin, dellenmiş! Çekimi izleyen insanların gürültüsü daha da kızdırıyor onu. Bağırıyor, iskemleleri fırlatıyor, sövüyor! Çıkıyor ortadaki minibüsün üzerine. Elleri çenesinde, “it oturuşu”nda düşünüyor. Tam bir rüya, inanılmaz…

Sonra ne oldu da terk ettim orayı? Karacaoğlan Caddesi’nde, yanına çırak durduğum Toptancı Bakkal Mahmut’un, mağazanın mallarını at arabasıyla taşıyan babama, işe gelmediğimi söyleyeceğinden korkup istemeye istemeye uzaklaştım “Umut”un çekim yerinden; ne oldusu mu var? Akşam olmaya yakındı Hacıbayram Camisi’nin önünden Şan Sineması ve Sebze Hali’ne giden Karacaoğlan Caddesi’nde beyaz bir “İmpala”, kuğu gibi süzülüyor… Dükkânın önünde iskemleye oturmuşum. Mahmut yok. “İmpala”daki diğer kişiyi tanımıyorum daha. Hiçbir yerden gözüm ısırmıyor; ama Tuncel Kurtiz desek de olur, o olsun; “Umut”un Hamal Hasan’ı… Arabayı kullanansa öğleden önce gördüğüm sakallı, bembeyaz dişli, yazlık şapkalı, bastonlu ve ana-avrat sövdüğü insanların tapınırcasına sevdiği “kızgın adam”: Benim ‘Adanalı Yılmaz Güney’im… Az ileride Bit Pazarı… Öyle ya,  1970’in Haziran ya da Temmuzu… Adana’da Güney’in çok iyi bildiği caddelerde, sokaklarda “Umut” filmi çekiliyor… Bit Pazar’ında geçen sahnelerin çekimi için sanırım, o yöne kayıyor “İmpala” ve içinde Güney’le Kurtiz… Tuncel Kurtiz: En zor günlerinde kendisine “Sürü” ve “Umut”la iki kanat taktığını söyleyen Güney’in en yakın dostu… Yol sisle kaplanıyor, “kalbimle örtülüyor!” Görüntüler öylece donuyor yılların ormanında.

Birkaç ay sonra “Umut” gösteriliyor sinemalarda. İzlerken babamla özdeşleştiriyorum perdedeki “arabacı”yı… Bir tek arabamız değişik: Cabbar insan taşıyor, babam yük… Filmde kayboluyor, eriyorum; çünkü film izlemiyor, karelerde yaşıyorum! (Yıllar sonra bir yerlerde Elia Kazan’ın da “Umut”u benzer duygularla izlediğini okuyunca hiç de şaşırmayacağım! Filme dâhilim. “Umut” mahallemize, ailemize, sokağımıza, Adana’ya, hayatımıza dâhil çünkü… Cabbar, babam oluyor! Ben, o filmdeki küçük köpeğin, üzerinden yoğurt yaladığı ağlayan çocuk… Ablam, okulda yırtık pabucundan parmağı görünen, dersine çalışmamış kız! Annem,  tuz parasıyla bisiklete binen çocuğunu evinin avlusunda kovalayarak döven çaresiz arabacı karısı…
        
“Tüm Zamanların En İyi Filmi” sayılan “Umut”u çektiğinde, yalnızca 33 yaşındaymış Güney! Ama yasaklar, yasaklamalar, aşağılamalar (Kemal Tahir’den gelse bile!) filmin peşini yıllar yılı bırakmadı. Filmin yaratıcısı, beyni Yılmaz Güney ise giderek halkın gönlünde benzersiz bir sevgiyle yer ediniyordu.  Duruşu net, toplumu,  insanları doğrudan değiştirmeye yönelik   “derdi olan”,  “meselesi olan” filmler yapıyordu. Nedense “Umut”un ardından sanatsal düzeyi düşük “piyasa filmleri” denilen türde, üzerinde durmadığı, düşünmediği çalışmaları da olmadı değil

İşte ortaokul birinci sınıfta filan, fotoğraflarını biriktiriyor, mahallede, okulda onun için çocuksu tartışmalara giriyordum… Çünkü Yılmaz Güney’in ve o günlerde sık sık adlarını işitir olduğumuz Deniz Gezmiş’le arkadaşlarının solcu olduğunu öğrenen ben de (ona yakınlık duyan herkes gibi) “solcu” sayıyordum artık kendimi…

Anımsadığım, bu “Cüneyitçi”  arkadaşlarımdan birkaçının, daha sonra dönemin kör dövüşünde sağcı birer militan olarak adlarını duyuracaklarıydı! Bunlardan birisi 79’da İstiklal Mahallesi Halkevi’ni silahla tarayıp “solcu” olan çocukluk arkadaşlarından birkaç kişiyi yaraladığı için, daha sonra izlenip öldürülmüştü.

İşte benzerine rastlanamayacak bir durum: Bir sinema sanatçısını sevecek, anlayacak “solcu” olacaksın; anlayamayıp sevemeyip sağcı! Ama gözlemlediğim bir şey daha var ki, unutulmamalı: Ondan düşmanca nefret edenlerin bile filmlerini, fotoğraflarını gördüklerinde ya da bir yerlerde “Yılmaz Güney” adı geçince yüreklerinin bir köşesinde bir sevgi tohumu gizlendiğini anımsamaları…

Bir Romanın Peşinden Yenice’nin Tarlalarına Yollar Bükülür Gider…

Bir gün, Hürriyet Gazetesi’nde ilk sayfada bir haber: “Yılmaz Güney ve Dört Rejisör Gözaltında!”  Öteki “dört rejisör”ü anımsayamıyorum… Güney’in “anarşistlere para ve silah yardımı yaptığı” söylentisiyle sarsılıyordu Türkiye!

“Hücrem / Salpa / Sanık” gibi romanları yazacağı Selimiye Cezaevi’nde iki yıl kadar yattıktan sonra, çıkar çıkmaz “Arkadaş” filmini çekmişti Güney. Bu arada “Umut”tan sonra,  “Ağıt”, “Acı”, “Baba” ve “Umutsuzlar” gibi önemli filmlerini de bıkıp usanmadan, yeniden yeniden izlemeye doyamıyordum!

Ortaokulda öğretmenimiz bir gün bir soruyla başladı derse: “Bu yıl, ‘Orhan Kemal Roman Ödülü’nü hangi yazarımız aldı?”  Nereden bilecektik Orhan Kemal kim, roman ödülünü kim aldı? Susan ve şaşkın şaşkın bakınan ortaokul öğrencisi bizlere; sonradan bir şair,  roman ve oyun yazarı olduğunu öğreneceğimiz Türkçe Öğretmeni’miz Hidayet Karakuş, soruyu bilenimiz olmadığını anlayınca yanıtını kendisi verdi: “Bu ödülü alan kişiyi ‘yazar’ olarak bilenimiz pek yoktur; ama onu filmlerinden, sinemalardan çok iyi tanırsınız! Büyük bir öykü ve roman yazarımız olan Orhan Kemal adına konan  bu ödülü ilk kez ‘Boynu Bükük Öldüler’ adlı romanıyla Yılmaz Güney aldı…”

Adana Erkek Lisesi’nin hemen yanı başındaki Çukurova Ortaokulu’nun bahçesinde, neredeyse göğe değecek olan çam ve palmiye ağaçlarının arasında gezinerek bu romanı okuyan sınıf arkadaşlarımı gördüm birkaç gün sonra. Almaz mıyım, okumaz mıyım ben de?  “Boynu Bükük Öldüler”i okudukça romanı satır satır bir film olarak canlandırıyordum beynimde. Romandaki başkahraman Halil, Yılmaz Güney; Emine’yse Nebahat Çehre’ydi!  Göz alabildiğine uzanan pamuk tarlalarını, denizini zaten biliyordum Yüregir’in, Çukurova’nın. Sonradan okuduğum bir yazısından, o okuma sevdalısı küçük Remzi’nin Yılmaz Güney; Halil’inse Güney’in babası Hamit Pütün’ün yaşamından birebir izler taşıdığını öğrenecektim.

Sanırım ilk öykü ve şiir yazma tutkusunu ateşleyen, bu roman oldu bende. Yetmedi, sonraki birkaç yılda bir-iki kez daha, yeniden okumadan edemedim “Boynu Bükük Öldüler”i… Yetmedi, o tarlaları bir daha göreyim istedim. Adı geçen köyleri; Yenice’yi, Kadıköy’ü, Yüzbaşı’yı, Malaçça’yı gezeyim, “Hamit Emmi”yi tanıyayım, soluyayım oralarda o havayı

Hasta nazı yapa yapa bir “Mobilet” sahibi de olmuştum artık.  Yollar nasıl da kolay aşılırmış, dünya ne kadar da küçükmüş; tekerleklerin her dönüşünde “uzak”lık diye bir şey kalmıyordu önümde… Yenice ne ki?

Bir sabah erkenden çalıştırdım motoru. Solaklı’yı geride bırakınca o romandaki tarlaların, toprağın kokusuyla doldu ciğerlerim. Köyler geçtim… “Boynu Bükük Öldüler”in kahramanları; baktım yollarda, oralarda buralardalar! Ali Osman’ı, Hıdır’ı, Remzi’yi, Halil’i, Emine’yi, çamurlu yolları, sığırcıkları, turnaları, öküz arabalarını belleğimdeki tablolardan indirip manzaraya iliştiriyordum…

Babama benzeyen bir köylüye sorayım istedim; sordum da: “Hamit Emmi artık Oymaklı Köyü’nde yaşıyor” dedi adam. Direksiyonda güvercindim! Yüregir’in tarlalarına Akdeniz’den serpiliyordu rüzgârlar. Oradan da gönlüme, gömleğime! Tarlalarda ekili buğdayların, pamukların üzerinde uçuyordum! Oymaklı’nın girişinde bir kahvede miskin miskin oturuyordu köylüler. Bir de onlara sormalıydım: “N’apacan ki Hamit Ağayı?” dediler. N’apacağımı, onu neden görmek istediğimi ben biliyor muydum ki açıklayabileyim onlara? Az sonra hafif yokuşlu bir yolu çıkarken göreceğim Hamit Pütün’e de söyleyemeyecektim kendisini neden görmek istediğimi. Hamit Emmi’yi, “Umut”ta küçük bir rolü vardı, oradan; bir de gazetelerdeki fotoğraflarından görmüşlüğüm… Az çok ezberimdeydi yüzü. Şalvarlı, kasketli, yemenisinin ökçesine basmış uzun boylu, dev bir adamdı karşımdaki. Bildiğimiz köylü; Çukurova, Adana köylerinden bir köylü… Yılmaz Güney adında bir başka devin, sinema tarihine daha o günlerde yazılan filmlerin ustası, beyni, emekçisi bir önemli insanın oradaki, o yoksul köydeki babası…

Gördüklerim bir filmden, bir romandan kurmaca bir sahne değil “takır takır” gerçekti! Böylesi bir yaşam biçimi gören herkesi şaşırtabilir, onun adına üzebilirdi. Oğlunun ününden, parasından, konumundan yararlanmayı seçmeyip Allah’ın Adana’sında bir köyde,  hayatından hiçbir şeyi değiştirmeden yaşamayı sürdürmesi  “Yılmaz Güney gerçekçiliğine” birebir yakışan bir durumdu… Ardı sıra havlayarak gelen köpekleri “hoşt”ladı. Aldırmadı köpekler; beni “yabancısımışlardı!”, dertleri benimleydi! Bir daha, bir daha… Usandılar sonra havlamaktan. Bir duvarın dibine, artık betonlaşmış taşlı topraklı yolun ortasına önce oturup sonra yayıldılar. Ayaküstü ne konuştuğumuzu “merak ediyor” gibiydiler!  Adıyla sormuştum ona kendisini. Çekinecek bir yaşta ve görüntüde değil “Mobiletli bir çocuk”tum işte… “Sorduğun adam benim, oğlum!” dedi. Bakışlarındaki belirsiz anlam, ona kendisini neden görmek istediğimi anlatsam bunu “salakça” bulan bir şaşkınlığa dönüşecekti. Bir roman okuyup anlatılan köyleri gezmek; roman yazarı aynı zamanda sinemadan tanınan ünlü bir kişi olduğu için, bu arada babasını da görmek istemek benim yaşıma-başıma uymayacak bir şeydi!

Onun da okumadığı bir romanın peşine düşüp “bir düşü yaşamak” ne demekti? Bir ara geriye döndüğümde; “Umut”ta oğlu Yılmaz, yani “Arabacı Cabbar”la yemek yedikleri evi, sofadaki yığılı odunları, neyle dolu oldukları anlaşılamayan çuvalları, yine öylece “Umut”tan beridir fukara bir yalnızlık fotoğrafında bekleşir gördüm… Konuşmamız elbette uzun sürmedi. “Adana’da bir kızım var, Leyla…” dedi, “İtimat Dolmuşları’nın Kanalköprü tarafındaki son durağında oturur. Körkuyu’yu az geçince sağda. Peki, sen nerede oturursun, kimlerdensin?” Hamit Emmi’ye İstiklal Mahallesi’nde oturduğumu söyledikten on yıl kadar sonra, az görülebilir bir rastlantı sonucu; evinin yerini anlattığı kızı Leyla Abla’yla komşu olduk! Evlendikten bir yıl kadar sonra, aldığım küçük bir arsaya yaptırdığım ev, onun evinin bir sokak arkasındaydı. O ev hâlâ Yeşilyurt Mahallesi’nde “Yılmaz Güney’in bacısının evi” olarak biliniyor.

Mahalleye taşındığımızda, onların ailecek İzmir’e göçtüklerini söylemişlerdi eski komşuları. Evi satılığa çıkardıklarını, duvarına astıkları yazıdan anlamıştım.-Anlaşılan, 12 Eylül’ü izleyen yıllarda Güney’in cezaevinden firarından, Fransa’ya konduğundan hemen sonraları “rahat bırakılmayacaklarını” düşünüp bu evi ve Adana’yı terk ederek “arazi olmuşlardı!” Leyla Abla’nın küçük oğlu Levent’le, İstiklal Mahallesi’ndeki Buzcu Ahmet’in kahvehanesinden tanışıklığımız vardı; “Sürü” ve “Zavallılar”da oynayan büyük oğlu Göktürk’le değil. Leyla Abla, eşi Ömer Demirezen İzmir’de ölmeden az önce, birilerine bu evi sattı. Bir ara duydum ki Levent ve Göktürk de, dayılarının mezarının bulunduğu ülkede, Fransa’da yaşarlarmış…

Kayseri Cezaevi’nde Güney’le…

“Teneffüs saatleri”nde yaşıtlarımla ben Çukurova Ortaokulu’nun bahçesinde ağaçları kale direği varsayarak futbol oynadığımız günlerde Türkiye, 12 Mart’a doğru salınıyordu

Ulaş Bardakçı, Yusuf Küpeli, Mahir Çayan ve arkadaşları onun verdiği söylenen bir tabanca ve birkaç yüz bin lirayla “devrim” yapamadılar, ama Yılmaz Güney artık cezaevindeydi! İstanbul’da, Selimiye Cezaevi’nde tutuklu bulunduğunu gazetelerden öğrendiğimizin aylar sonrasında “dışarı” çıktığında bavulunda “Salpa / Sanık / Hücrem” gibi romanları, onlarca film öyküsü ve hemen çekmeye başlayacağı “Arkadaş”ın senaryosu vardır.

“Arkadaş” filmiyle artık çok değişik bir Yılmaz Güney görecektik karşımızda. Daha dingin, yalın, şiirseldi sineması. Filmde bir şiirini okuduğu büyük bir şairle, Ahmed Arif’le de tanıştırmıştı büyük kitleleri. Ahmed Arif edebiyat çevrelerinde tanınsa, önemi bilinse de asıl büyük ününü Güney’e ve “Arkadaş” filmine borçludur! Hayatımı şiire ilmekleyen ilk şairlerden Ahmet Arif’i ben de “Arkadaş”la tanımıştım. Ülkede insanlar şiir de severmişti, şiir de yazarmıştı; bunu anımsattı Yılmaz Güney bu filmiyle…

Bizler “Arkadaş”ı sinemalarda izlediğimiz günlerde o boş durmuyor, bu kez “Endişe”yi çekmeye Yumurtalık’a geliyor. Pamuk tarlaları arasında, kıl çadırlarda süren gündüz çekimlerinden sonra akşam, deniz kenarındaki lokantada bir olay yaşanıyor. Olayda ulaşılan sonuç “cinayet”, Güney “katil”dir!

Kısa süre kaldığı Adana Cezaevi’nden, “Soba Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” adlı romanını yazacağı Ankara’ya, peşinden Kayseri Cezaevi’ne gönderilir. Burada, “Bir Gün Mutlaka / Sürü / Düşman ve Yol” filmlerini çatar… O yıllarda gelişen “toplumsal muhalefetin” simgelerinden biri sayılır. Ama artık film setlerinde değil, cezaevlerinin nemli, yosunlu duvarları arasındadır: Giriş o giriş!--Firara, Fransa’da ölümüne kadar yaşanan süreçte, sürekli cezaevi değiştirtilen Yılmaz Güney; şu an o zamankinden daha ünlü olan İmralı Cezaevi’nde kalmıştı yıllar yılı.

Bu arada Adana Erkek Lisesi Akşam Okulu’na kaydımı yaptırmış, gündüz saatlerinde çeşitli işlerde çalıştıktan sonra akşamları okula gitmeye başlamıştım.  Narlıca Mahallesi’nde küçük bir berber dükkânı çalıştıran Remzi’yle de sıkı arkadaş olmuş; onun, Kayseri Cezaevi’nde yatan Güney’e mektuplar, şiirler gönderdiğini öğrenmiştim. Tanışır tanışmaz  “kanımın kaynadığı” Remzi’den önceleri de “şiir ve öyküye benzer şeyler” yazıyordum. Onları Remzi gibi cezaevine, “Arkadaş”a iletse miydim ben de? Biraz da Remzi’den aldığım cesaretle Güney’e bir mektup yazmış, bir kısa öykü ve birkaç şiiri de iliştirmiştim. Karşılığı gecikmedi.

Kayseri’den Adana’ya, İstiklal Mahallesi’ne gelen yapıştırılmamış, üst sol köşede “Yılmaz Güney-Kayseri” yazılı, “Görülmüştür!” kaşeli mektubu, postacıdan ilk ablam alıyor… Alıyor, şaşırıyor, seviniyor, ama sonra; Güney’den gelen iki mektup/not’la birlikte yakmaktan geri de durmuyor!—

12 Eylül’de ben Sarıkamış’ta bir “12 Eylül neferi”yken, diğer “kurtarılmış” mahalleler gibi İstiklal Mahallesi’ni de bir şafak vakti asker/polis kuşatmaz mı? Annemle ablam bütün kitaplarım, yazdıklarım, yayımladıklarım, giden ve gelen mektupları da “cup” sobaya atmazlar mı?

O günlerde değişik gazetelerin “okur köşeleri”yle sanat-kültür sayfalarına yazılar, şiirler gönderiyordum.  Ali Püsküllüoğlu’nun bir şiirinden alıntıladığım, “…Neyleyim ben / İçinde insan olmayan şiiri / Vazoda gül gibi olsalar da…” dizelerini bir yazımın omurgası yapmış; Yılmaz Güney’in “…Halkın sanatçısı, halkının savaşçısıdır!” sözüyle de pekiştirmiştim.

Yazı Günaydın gazetesinde yayımlandıktan sonra yetmiş beş lira geldi! Hayatımda aldığım bu ilk “telif ücreti”nden de önemlisi; Güney’in bu yazıyı okumuş ve bir mektubunda söz ediyor olmasıydı. Güney dergisinden de ilk kez o mektupta haberim oldu. Yakında bir dergi çıkaracaklarını, yazdıklarımı “Güney”  adını verecekleri bu dergiye gönderebileceğimi ve dergiyi bölgemizde, çevremizde tanıtıp yaygınlaştırmanın “devrimci bir görev” olarak algılanmasını istiyordu. Güney dergisinin birkaç ay sonra yayımlanan ilk sayısında anımsadımca Ali Yüce’nin, Metin Güven’in, Kürt Şair Ciğerhun’un şiirleri de yer almıştı.

Burada, bugün bile böylesine bir sevgi yumağının nasıl oluştuğuna ilişkin şaşkınlığımı gizleyemem! Güney dergisinde Yılmaz Güney’e yönelik olarak yazılan mektuplar yayımlanınca görmüştüm bunu. Kimi sağcı, dindar denilebilecek insanların da Yılmaz Güney’i büyük bir hayranlık ve saygıyla seviyor oluşları, ona yazılan mektuplarda açıkça görülebiliyordu. Çünkü mektuplara atılan başlıklar “Bismillahirrahmanirrahim” biçimindeydi.

Sıkıyönetimce yayını durdurulup yasaklanmadan hemen önce, Güney dergisinde bir şiirim yayımlandığındaki sevincimi, coşkumu tahmin etmeniz zor olmayacaktır…

Çok çok sonraları okuyacağım bir yazıda Murat Belge’nin, “…silah, eylem ve mertlik dünyasının korkusuz bir savaşçısı. İnsanları barışa, sükûnete, okumaya, sevgiye çağıran bir derviş...” olarak tanımladığı Yılmaz Güney’le, o Kayseri Cezaevi’nde yatarken bir “görüş günü”nde yüz yüze geldik. Öyle tasarlanmış, plânlanmış bir “görüşme”  olduğu söylenemez!  Hani onunla “aynı mahallenin çocukları”ydık ya… Yıllar sonra da olsa onun okuduğu okulda okumuş, aynı kanalda “çimmiş”, benzer küfürlerle kavgalara tutuşmuştuk ya… Bu nostaljik nedenle birlikte Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Nâzım Hikmet ve sayısız değerli insanla nasıl aynı yüzyılda, aynı ülkede yaşamış olmaktan büyük bir onur duyuyorsam; Yılmaz Güney de böyle bir konumda ve özellikteydi…

İstanbul’da gezerken gezerken bir kitapçıdan Nâzım’ın “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” adındaki romanını aldım. Kitabın arka kapağındaki şiiri okuyup orada o anda karar verdim. Sanki bu şiir Güney için yazılmıştı! Nâzım Hikmet ölmeden dört yıl önce 1959 Haziran’ında, hiç tanımadığı, bilmediği bir insan için şiir yazamazdı elbette ki! Nâzım Hikmet kalibresinde bir şair için aslında bu durum hiç de şaşırtıcı sayılmamalıydı! Ve bir de şu çekmişti dikkatimi ki bu çok önemli görünmüştü daha o yaşlarımda bile bana… Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney: Yaşam çizgilerindeki benzerlikler, bu iki büyük sanatçıyı ne kadar da yakın kılıyordu birbirine!

Otobüs beni doğrudan Adana’ya değil Kayseri’ye götürmeli ve belki de Nâzım’ın bu romanını ve “Giderayak” adlı bu şiirini okumamış olan Güney’e bu kitabı armağan etmeliydim…

“Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”in arka kapağındaki şiir şöyleydi: “Giderayak işlerim var bitirilecek, giderayak / Ceylanı kurtardım avcının elinden /Ama daha baygın yatar, ayılamadı /  Kopardım portakalı dalından / Ama kabuğu soyulamadı / Oldum yıldızlarla haşır neşir / Ama sayısı bir tamam sayılamadı / Kuyudan çektim suyu / Ama bardaklara konulamadı / Güller dizildi tepsiye / Ama taştan fincan oyulamadı / Sevdalara doyulamadı / Giderayak işlerim var bitirilecek, giderayak.”

Bir kurban bayramı arifesiydi. Düşündüm ki Fatoş Güney de cezaevine gelecek ve görüşecek eşiyle… Cezaevinin çevresinde genişçe bir arsa, arsanın arkasında da birer ikişer katlı evler… Sabahın erken olmayan saatlerinden birinde, cezaevinin önünde beklerken soyadımız tutmadığı için görüşemeyeceğimizi söylediler! Denemeye değecek bir şans yaratabilir miydim? O aralar, eşine yakın olabilmek için Kayseri’de, cezaevi yakınlarında bir ev kiraladığını gazetelerden öğrendiğim Fatoş Güney “mutlaka” bu bayram öncesi de cezaevine gelir ve eşiyle konuşmamı sağlayabilirdi. Çok değil, yarım saat kadar sonra; uzaktan, geldiklerini gördüm. İki kadın, bir de çocuk aralarında. Onların bana yaklaşan her adımında görüntü netleşiyordu: Fatoş Güney, Güney’in kızkardeşi Leyla Demirezen ve küçük Yılmaz Güney… Fatoş Güney’le çocuk Yılmaz’ı sıkça yayımlanan fotoğraflarından tanıyordum, ama “Leyla Abla”yı benzettim doğrusu! Öyle ya, “bacısı” değil miydi Yılmaz Güney’in; elbet benzeyecek… Beş-on metre kalmıştı aramızda. Onlara yöneldim. “Merhaba!” dedim. Gülümseyerek karşılık verdiler “gelin -görümce” bu merhabaya. Adanalı olduğumu, oradan geldiğimi, eşiyle görüşmenin benim için büyük bir onur olacağını; bunun mümkün olmadığını söylediklerini belirttim. Fatoş Hanım, “Buyurun, birlikte girebiliriz!” dediğinde hafifledim birden. İçimde keder, üzüntü, öfke… ne varsa boşaldı! Bir sevinç doldurdu o boşluğu; bir serinlik, bir heyecan… Leyla ve Fatoş Hanım’lar önde, o zaman beş altı yaşlarındaki küçük Yılmaz Güney’in elleri ellerimde, yürüdük büyük demir kapıya. Cezaevi kapısından çoğu kadın, çocuk yüzlerce “görüşmeci”den sıyrılarak geçtik. Jandarmaların onları tanıdığını, gülümseyerek selamladığını da anımsıyorum. Ana binaya girip uzun, nemli, dar koridorda görüşmecileriyle söyleşen tutuklu ve hükümlülerin arasından, konuşulanları anlayamadan geçtik.

Fatoş Hanım, Leyla Abla’yla bir görüşme bölümünün önünde durduklarında; kadınlı erkekli beş altı kişinin itişip kakışarak “içerdeki mahpus”a çeşitli sorular sorduğunu, sevgi dolu sözler yönelttiklerini gördüm. Anlaşılan, “kendi mahpusu”yla görüşmesi biten çıkıp gitmiyor, doğrudan Güney’in bulunduğu bölüme koşuyordu!

“İçerdeki mahpus”  oydu… Leyla Abla, Fatoş Hanım ve çocuk Yılmaz’ı fark eden “konuk görüşmeciler” onlarla da selamlaştıktan, kısa kısa söyleştikten sonra bölümü boşalttılar. Bölümün hemen dışında, bütünüyle Güney’i göremiyor, bekliyorum. Sesler bu kez net, anlaşılabilir… Birkaç dakika sonra, “Adana’dan bir genç gelmiş!” dedi Fatoş Hanım, “Seninle görüşmek istiyor…” Biraz kenara, dışarıya doğru çekilip yer açıyorlar. İşte yüz yüzeyim onunla… Parmaklıklı ve birer santimetrekarelik tel örgüyle örtülü, en fazla bir metrekarelik çerçevede belinden yukarısı görünüyor. Solgun, ölümsarısı bir ampülün aydınlatmaya üşendiği “pencere”de; bir denizi, bir dağı, Çukurova’nın tarlalarını gülümseyerek izlerkenki bakışlarıyla karşımdaydı işte…

Aradaki iki “pencere”yi ve bir metreye yakın boşluğu saymazsak, Yılmaz Güney’e bu dünyada yaklaşabileceğim en yakın “uzaklıkta”ydım! “Merhaba abi, nasılsınız?” dedim. “İyiyim, sağ ol!” dedi. ‘İyi’ değildi! Bu, çok belirgindi! Sapsarı, solgun yüzünü; o loş, nemli ışık hafiften karartıyordu da üstelik. Filmlerinde gördüğümüz gibi “kederli”  de olsa “canlı” bakmıyordu gözleri.

Boşta bulunarak, “Çökmüşsünüz be Yılmaz Abi!” dedim… Demez olaydım! Cahilliğim, çocukluğum bir kez daha başıma bela olmuştu… Böyle söylenir mi ulan cezaevinde ya da hastanede yatan birisine? Bugün anımsadığımda hâlâ pişmanlık duyar, utanırım! “Önemli olan bizim bedenimiz değil, kişiliğimiz! Onu oluşturan düşüncelerimiz çökmesin yeter ki!” dediğinde, “kara yerler”e battım; bir daha da çıkamadım! Sanki biz tutukluymuşuz da, o bizi “ziyarete” gelmiş, “teselli” ediyor! Öylesine duruşu güçlü ve karşısındakine güven verici… Utandım! Adımı, küçük küçük öyküler, şiirler yazdığımı mazdığımı; bunları kendisine mektupla Adana’dan ulaştıranlardan birinin de ben olduğumu filan da söyleyemedim… Sonra küçük Yılmaz geldi yanıma. Kucaklayıp “baba”sının görebileceği kadar yükselttim. Bir metre uzaktan yüreğiyle öpüyordu oğlunu!

Döndüm, daha fazla bekletemezdim Fatoş ve Leyla Hanım’ları. Çocuk Yılmaz’ı kucağına verdim halasının. O loş ışıklı pencerede gülümseyerek bize bakan insana, “Yılmaz Abi”ye, “Arkadaş”a yeniden “Geçmiş olsun!” demeden önce;  “Size Nâzım Hikmet’in bir kitabıyla bir şişe de kolonya getirdim. Girişte yönetim yerine teslim ettim” dedim. Başıyla, gözleriyle “Sağ ol!” anlamında gülümseyerek teşekkür etti. Çekildim aralarından. Yarı karanlık “görüşmeci” bölümüne giren küçük Yılmaz’ı, Leyla Abla ve Fatoş Hanım’ı orada “Baba”larıyla, özlemlerini hayatlarındaki “Acı”ya yayarak yedirirken öylece bıraktım…

 9 Eylül 1984’te, Paris’te ölümünden 10 yıl sonra; yakın arkadaşı Nihat Behram’ın “Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllarım” adlı kitabında yazdığı gibi, “Deliliğini alıp gitmiş, dehasını dünyaya miras olarak bırakmıştı.” Ve benim için ne büyük bir onurdur ki, ardından:

Yılmaz Güney
Seni bir unutuşa gömdüler de
Dünyanın en ıssız burçlarından
Gönlümün kızoğlankız
Göğüne
Sevdalı bir pankart
Gibi gülüşün
Ve siteminle çizdiğimi
Unuttular
Nice yıldır yalnızlığım
Var oluşum seni *

diye de bu şiiri yazmış olmak…

Onun bu çok sevdiği kentine, Adana’ya döndüğümden bugüne; yazdığı, görüntülediği insanlarla çok iyi bildiği sokaklarda, caddelerde, onu aramızda dolaşırken duyumsamıyorum desem, yalan olur! Hani eskiden, çook eskiden biz İstiklal Mahallesi’nde çocukken… Yaz geceleri hani, “yüzbinmilyar” yıldızı saya saya bitiremezken… Trenlerin Yeniistasyon’dan evlerimize kadar gelen düdük seslerinin uykularımıza “arkadaş” olduğu günlerde hani; onu “Kovboy Ali”de ilk kez beyaz badanalı duvarda gördüğümüz yıllarda yani… Yani “Umut”un başladığı Yeniistasyon’un önünden geçerken… Bir de, bir de artık Adana’da bile birkaç tane kalan faytonlara rastladığımda en çok…  


* Alganlı Kuşu: Ancak makara ipiyle uçurulabilen, A-4 boyutlarında kâğıttan yapılma, cinkuşu olarak da bilinen uçurtma.
* Gasnaklı: Kamış ya da çok ince çıtadan yapılan uçurtma.
* Küncü: Susam.
* İrişkin: Et sucuğu.
* Urup: Çeyrek.
* Borç defteri: Büyük alışveriş merkezlerinin olmadığı yıllarda, halkın mahalle bakkallarına borçlarını yazdırdığı defter.
* “Mikrofonda Tiyatro”: Televizyonsuz yıllarda TRT Radyolarında haftada bir yayımlanan tiyatro oyunları.
* “Arkası Yarın”:  70’li yıllarda her akşam radyoda yayımlanan tiyatro yapıtları.
* Teşrifatçı: Sinema ve tiyatro salonlarında küçük bir “bahşiş” karşılığı yer gösteren kişi.
* Tike: “Kuşbaşı” da denilen küçük doğranmış kebap eti.
* Arazi olmak: Ortalarda dolaşmamak, izini kaybettirmek.
* Duran Aydın, “Hayatı Yeniden Denemeye”, şiirler. Özgün Yayınları 1998, s.36


DURAN AYDIN


Yılmaz Güney’in ilk kez tutuklanmasına neden olan “ÜÇ BİLİNMEYENLİ EŞİTSİZLİK SİSTEMLERİ” adlı öyküsü:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder