Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Ekim 2012 Pazar

TEMEL DEMİRER: Şiirin Güncel Hâl(Sizliğ)İ




ŞİİRİN GÜNCEL HÂL(SİZLİĞ)İ[*]





“Toplumsal değişim
toplumu dönüştürdüğü zaman,
geçmiş bugünün kalıbı
olmaktan çıkmak zorundadır.”[1]


Şiiri, şiirin güncel hâl(sizliğ)ini konuşmaya devam edeceğiz. Durum, bu gerektiriyor…

Çünkü Erdal Alova’nın, “Günümüzde Türk şiiri tam bir tıkanıklık içindedir. Daha doğrusu şairler tıkanmış durumda,” saptaması önemlidir…

Çünkü Enis Batur’un, “Şiir ve toplum arasındaki makasın açılması”na dair saptamaları önemlidir…

Kolay mı? ‘Günümüzün Türkiye’si artık şiir yoluyla düşünmüyor, dizelerle heyecanlanmıyor. Has şiir kendi içinde büyük bir derinlik taşıdığı için hiç olmazsa estetik ve edebi bir düzey sağlıyordu.

Bugünün Türkiye’si ne yazık ki sadece TV tartışmaları ve gazete polemikleriyle düşünüyor; daha doğrusu düşünmüyor,” diyen Zülfü Livaneli ekler:

“Televizyonun bu kadar yaygın olmadığı, gazetelerin de pek az kişi tarafından okunduğu dönemlerde şiir, çok etkili bir iletişim aracıydı. İnsanların hemen ezberlediği, toplantılarda yüksek sesle okuduğu, arkadaş gruplarında bir ayin gibi tekrarladığı şiirler, önemli bir toplumsal işleve sahipti. Şiir bilmeyen insana hemen hemen rastlanmazdı. Şiir sanatı bugünkü gibi, insanlığı yoksullaştıracak biçimde sanat gettolarına sürülmemişti.”

Bunlara eklenmesi gereken Ahmet İnam’ı şu deneyim ve gözlemleridir:

“Altmışlardan geliyorum. Şiir heyecanının doruklarda yaşandığı yıllardan... Söz yaşama değiyordu, o zamanlar: Dünya değişmek için sözü bekliyordu. Söz tenlerimize inmişti. Tenimiz, canımız, toplum, tarih sözle yoğrulmaktaydı. Sözün anası şiirin hamaratlığı üstündeydi. Şiirle aralanan, şiirle kapıları, pencereleri, perdeleri açılan dünyalar vardı. Şiire güven vardı. Şiirle görmeyi umuyorduk, değişecek dünyayı.

Değişen dünyaya seyirci miydi, şiir? (Üstelik dünyayı seyirden aciz nice şiir taslakları gömülüdür şiir mezarlıklarında!) Ben en azından, o yıllardan şiir yollarında yürüyen vurgun yemiş bir yolcu olarak şiirle gördüğümüz bir dünya olduğunu söyleyebilirim (Gördük değil mi şair? Ağabeylerim, ablalarım, büyüklerim, sizlerin uzattığı gözlüklerden şiirkürede soluyan dünyalar görmedik mi? Serap mıydı gördüklerimiz? Yanılsama mıydı? Sanrı mı? Varsanı mı?).

Gördük. Şiirle görülebileceğini gördük. Şiirle değiştirilebileceğine inandık. Kahrımız bundandı. Yetmişlerde. Kırkların şairlerini yaşadık. Ellilerin. Şiir nasıl olmalı? Nasıl değişmeli? Bu sorular çok fazla almadı gündemimizi. Şiir bizden önce bulunmuş, bizlere emanet edilmişti. Bulduğumuz şiirle aradık hayatı. Aradıkça şiir dönüştü. Şiir dönüştükçe hayatın farklı boyutlarını görmeye başladık. Hayat şiirin ışığı ile görülebiliyordu. Işık yeterliydi. Öyle düşünüyorduk!

Seksenlerden sonra hayat, şiir ışığından kaçar oldu. Saydam olmayan cam duvarlarla sarıldı hayat. Kavranamazlığı, karanlığı dehlizlerle dolu yapısıyla hayat, kendini şiir ışığından esirgedi.

Şimdilerde yazılan şiirde en azından bu iki temel sarsıntının etkisi var: 1. Hayatın kendini şiir ışığına kapaması. 2. Şiirin hayatın dışına düşerek kendini araması. Kısaca, hayatla şiir bağının dönüşmesi…

Günümüz şiirini dıştan toplumsal, tarihsel, ekonomik, kültürel etkilerin ışığında değil de, içten okumaya çalıştığımızda, öncesindeki şiir-hayat bağlantısının neredeyse tanınamaz ölçüde dönüştüğünü görebiliriz. Şiirin kendine olan özgüveni azaldı. Hayatla olan sembiyotik bağ kopunca, şiir boşlukta buldu kendini.”

80 şiirinin bir özelliği var; edebiyat dergilerinde, bu şiirin ifrata kaçan, anlaşılmama sorununa yol açacak düzeyde bir bireysellikle yüklü olduğu yazılı. Çünkü bir çözülüş döneminin özelliklerini taşır…

Çözülen toplumun bireyidir, duygularıdır! Ki, onlar da herhangi bir tutku hissedemeyecek, hissettirmeyecek derece ölüdür.

Çürüyen bir toplumun ölü doğmuş ruhu: İşte budur, 80 ve sonrasındaki dönemin şairi.
Bu tabloya şunlar da eklenmeli: 90’lı yılların ara dönemi, 80’lerin gölgesinde ve baskısı altındadır.

90’ların en önemli özelliği 80’ler ile gelecek arasında sıkışıp kalmışlığıdır. 80’ler açık yıllarıydı; şiiri de bir kaçış şiiriydi; hayattan kopuktu; içine kapanıktı.

90’lar her geçiş kuşağı gibi bir kayıptır.


“ŞİİR” DEYİNCE

Haydar Ergülen’in, “Şiir ne değildir? Şiir niçin edebiyat değildir? Şiir yazmak şart mıdır? Şiir yazmazsak ne yazardık? Şiir bir çocukluk hastalığı mıdır? Şiir kimin içindir? ‘Şiir şiirde kalmaz’ ne demektir? Şairin hayatı şiire dahil midir? Şairler olmasa şiir daha mı iyi olurdu? Şiirden vazgeçmek de şiir sayılır mı? Şiir ne zaman, nerelerde yazılır? Hayattan dili yanan şiiri üfleyerek mi yer? Bir daha yazarsan diline şiir sürerim! Şiir şiire bakarak yazılır mı?” sorularına topyekûn bir yanıt verirsek:

Şiir, zulmün ve vahşetin orta yerinde ele avuca sığmayan çocuksu içtenliğini yitirmeyen sevda, isyan, itiraz, bağlanma, vazgeçmeme, aşk hasılı insanî varoluş hâlidir…

Kolay mı?

“Şiir bilgidir, kurtuluştur, güç ve terk ediştir. Dünyayı değiştirebilecek güçte bir eylemdir şiir, doğası gereği devrimcidir: Ruhun eğitilmesi ve içsel özgürlüğün yolu. Şiir bu dünyaya anlam kazandırır, onu yüceltir; bir başkasını yaratır,”der Octavio Paz; şiirinin “ne”liği hakkında…

Ardından ekler Anna Ahmatova da: “Şiir, ışığıdır dünyanın karanlıkta bile”![2]
Şiir görünmeyeni görünür yapan şeyken; tam da bunun için “Büyük kitlelerin iş, eğlence ve isyanının şarkısını söyleyeceğiz. Modern başkentlerde yükselen devrimin çok sesli ve çok renkli dalgalanmasının şarkısını söyleyeceğiz. Madeni seslerin ve gemi tezgâhlarında gecelerin sıcağını ve şiddetle açgözlü duman içen yılanlarıyla alev alev parlayan rıhtımların, dumanlarının izlerinin kıvrılarak tehdit ettiği bulutlara asılı fabrikaların şarkısını söyleyeceğiz,” diye haykırır Mayakovski…

Şiir hiçbir zaman bitmez, hep yarımdır ve durmadan “tamanlanır” sevdalarla ve kavgalarla…

Bu nedenle, “Her âşık, şairdir,” der Platon…

Bu nedenle, “Şiir, aşkın ilk hecesi; şair onun kekemesidir,” der Hasan-Âli Yücel…

Bu nedenle, “Şiir çokça sevinç ve ızdırap ve hayrettir, biraz da söz,” der Halil Cibran…

Bu nedenle, “Şiir demek, ıstırap demektir,” der H. de Balzac…

El özet dilin omuriliğidir; insan(lık)ın sevda ve kavgasını yüreği ve beynidir şiir…

Bunlar böyleyken; “Şiir sesle anlam arasında uzun bir kararsızlıktır,” diyen Paul Valery gibi, “Şiir düşünceden tiksinir,” notunu düşen Lord Byron yanılmaktadırlar…

En azından Nâzım Hikmet bunların böyle olmadığını ortaya koymuştur…

Aslında Kemal Tahir’in, “Şiir gerçek mahiyette müzikten ayrılamaz”; Maksim Gorki’nin, “Bilim aklın şiiridir; şiir de yüreğin bilimidir”; Pablo Neruda’nın, “Şair, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur… Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız,” sözleri şiirin ne olması gerektiğini gayet net biçimde ortaya koyar…

Nihayetinde “Şairler onaylanmamış yasa koyuculardır,” Percy B. Shelley’in altını çizdiği gibi…

Ve de “Bir şairin yaşantısı şiiridir. Ondan gayrisi olsa olsa dipnot olabilir,” Yevgeni Yevtuşenko’nun işaret ettiği gibi…

Tıpkı… Dadaloğlu’nun, “Hakkımızda devlet etmiş fermanı/ Ferman padişahın dağlar bizimdir…”

Adnan Yücel’in, “Saraylar saltanatlar çöker/ kan susar bir gün/ zulüm biter./ Menekşeler de açılır üstümüzde/ leylaklar da güler./ Bugünlerden geriye,/ bir yarına gidenler kalır/ bir de yarınlar için direnenler...”

Ataol Behramoğlu’nun, “Çıkmış düzenin çivisi/ Senin taka su alıyor/ Yüzer kötünün gemisi...” Veya “Kıran vurdu memleketi/ Zalimler hakan olmuştur/ Yedikleri yoksul eti/ İçtikleri kan olmuştur…”

Nâzım Hikmet’in, “İnsanlar ah benim insanlarım/ Yalanla besliyorlar sizi/ Hâlbuki açsınız/ Etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız...” Ya da “Ne güzel şey hatırlamak seni / Ölüm ve zafer haberleri içinden / Hapiste / Ve yaşım kırkı geçmiş iken…” Veya “Akıyordu su/ Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını/ Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını.// Atlılar atlılar/ Kızıl atlılar/ Atları rüzgâr kanatlılar/ Atları rüzgâr/ Atları/At…”

Attilâ İlhan’ın, “Dünya kalbimizde taşımaya değer…” Ya da “Tut ki gecedir/ katiller huzursuz/ hırsızlar sinirli/ hainler ürkekçedir…” Veya “Döndüm arkamı sana,/ Sen sırtımdan vurmayı seversin,/ yüzüm ağır gelmesin...”

Süreyya Berfe’nin, “Zamanımızı/ zamanında öğrenemediniz/ Gördükleriniz/ başka bir zamanı mekânı gösterdi...”[3]

Celal Vardar’ın, “Suya dokunmazmış/ Sabuna dokunmazmış/ Pise bak…”

Haydar Ergül’ün, “Mecaz şehirde geçmiyor/ şiddetli bir gerçek var/ ki hece bile istemiyor:/ Gerçek olan tek şey gerçek/ para eden tek şey para/ şehirde aruz geçmiyor/ başkası kâr etmiyor…”

Turgut Uyar’ın, “Hâlbuki korkacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar” Ya da “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım...”

Şükrü Erbaş’ın, “Bu kalabalıkta, bu tenhalık/ Sevgilim, bütün sözlerimi/ Mazlumların rüyasından seçtim ben/ Budur, düşünmeden bildiğim/ Budur, ayaklarına serdiğim has bahçe…”

Orhan Veli’nin, “Gün olur alıp başımı giderim…” Veya “Bakakalırım giden geminin ardından…” Ya da “Kiminiz kürek çeker sıya sıya/ Kiminiz midye çıkarır dubalardan/ Kiminiz dümen tutar mavnalarda/ Kiminiz çımacıdır halat başında/ Kiminiz kuştur, uçar şairane...”

Edip Cansever’in, “Çan gibi sallandı sabah/...Savurdu kıyıdaki sazları rüzgâr/ Bir iki sallandı durdu sabah…”

C. Süreya’nın, “Gülün tam ortasında ağlıyorum…”

Cahit Sıtkı’nın, “Yaş otuz beş yolun yarısı eder…”

A. Arif’in, “Beşikler vermişim Nuh’a…”

M.Ö. 2000 yıllarında yazıldığı sanılan “Kötü Çağ” başlıklı dizelerin, “Kardeşler kötü,/ Kardeşler hayırsız./ İnce duygular hak getire,/ Herkes kaba saba./ Güler yüzlüler kötü kişi,/ İyilik ayaklar altında./ Kötüye çatan iyi insanlara/ Herkes gülüp geçiyor./ Kol geziyor hırsızlar,/ Komşu malını çalan çalana./ Özü sözü bir olanlar nerde?/ Yeryüzüne kötüler el koymuş./ Güvenecek dost kalmamış,/ Tanınmayı hak edenler tanınmıyor./ Hani yumuşak başlılar?/ Canını alıyorlar can yoldaşının. /İçim kan ağlıyor,/ Dert ortağı bulana ne mutlu./ Ülkemizi kasıp kavuruyor günah,/ Ardı arkası gelmiyor kötülüğün,”[4]dizelerindeki üzere…


ŞİİRİN “NE”LİĞİ?

Şiirin “ne”liği hakkında Kemal Kocatürk’ün, “Şiir en çağdaş anlamıyla yaşamın, yani acıların, mutlulukların, hüzünlerin ve aşkın dışa vurumudur,” saptamasına Haydar Ergülen de ekler: “Aşk var ki şiir de hâlâ yazılıyor.”

“Şiir sanatına ilişkin söylenebilecek en temel özellik, okuruna duymadığı, bilmediği bir evrenin kapılarını açmasıdır. Bir şiir, öyle benzersiz bir şey olmalıdır ki önümüze koyduğu dünya büyülemelidir bizi. Sıradan sözlerle de şiir yazılabilir elbet ama o sıradan sözlerle o büyülü dünyayı kurabilmek koşuluyla. Orhan Veli’de, Nâzım Hikmet’te, Can Yücel’de sayısız örnekleri vardır böyle sıradan sözlerle yazılmış çarpıcı şiirlerin.

İnsan en eski çağlardan günümüze çalışarak insan oldu. Kendini emekle dönüştürerek öteki canlılar dünyasından ayrıldı. Sanat insanın insan olma serüveninde yan yana yürüdüğü bir büyülü süreçtir. Bütün efsaneler ve masallar bu inanılmaz serüvenin açıklamalarıdır. Prometheus’un gökyüzünden yeryüzüne ateşi indirmesi, insanlığın bir kez yaşadığı bir serüven değildir. Sanat yapıtları böylesi mucizeleri kendi çağlarında yeniden yeniden ortaya çıkaran ürünlerdir. İnsanı içinden çekip çıkardığınız zaman sanatın da hayatın da anlamı kalmaz.”[5]

Hayat dediğimiz her anı mucizelerle dolu şey, o şiirin kendisidir aslında…

Evet Şiir, yaşadığı ve üzerinde durduğu her yer bir gün mutlaka yadsınacak olandır. Kaybedenlerin, temsil edilmeyenlerin, ötekilerin, mülksüzlerin, yani yeni barbarların vicdanıdır şiir…

“Dünyayı tek şey değiştiremez. Ne politika, ne ekonomi, ne sanat, ne spor... Parçalar birleşir, bir bütün olur. O bütün yaratır dünyayı, o bütün değiştirir. O bütünü oluşturan öğeler birbirlerini tamamlar, birbirlerinden etkilenir. Yepyeni bir uyum yaratılır belki. O uyumun sağlanmasında minicik bir vidanın bile önemi vardır. Şiirin o bütün içindeki işlevini küçümsemiyorum, ama abartanlar arasında da kesinlikle yer almıyorum.”[6]

Nihayet şair dünyanın yaşanılası olduğunu göstermelidir.

Bunların yanında “Şiir insanlığın anadilidir…”[7]

“Dilin fosilidir şiirdir… Dile, doğal olmayan bir müdahaledir şiir. Entelektüel ve insanî bir müdahale… Bir karşılaştırma yapmak gerekirse insanın yeni olana ulaşma derdi içinde gizeme ve serüvene yönelmesine benzer. Böyle olduğu için, yani dile doğal olmayan bir -zorunlu- müdahale olduğu için her dönemde normal/ olağan dilden ayrı bir düzlem de yer alır şiir ve şiirin içerdiği, taşıdığı dil.”[8]

Toparlarsak: ‘21 Mart 2012 Dünya Şiir Günü’ için Sennur Sezer’in, kaleme aldığı ‘Şiir Çağının Yankısıdır’ başlıklı bildirisinde dediği üzere:
“Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar… Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri. Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra.

Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı.
Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka.

Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca.

Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara! Her dilde aşağılanmalı insanın düş gördüğü dilde yazmasını, şarkı söylemesini engelleyenler. Onlar için sövgüler bile armağan sayılmalı. Adları silinmeli tarihten.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Şair bu sesleri işler olan gücüyle. Aşk şarkıları, yaşama övgüleri duyulsun ister şiirinde. Hıçkırıklar aşktan kopsun, bir ağlayış olacaksa çocuğun ilk ağlayışı olsun.

Ve kadınlar, sesleri yüzyıllardır savaşları lanetlemekten yorgun, ağıtlardan kısık, şiirler söylerler güzel günler için, rüzgâra karışır. Onlara şiir yazılmaz, yazılanlar aşka övgüdür belki.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Sokaklardan kopup gelen seslerin uğultusudur. Zafer şiirlerinde ölen askerlerin analarının ağıtı duyulur. Aç çocuk ağlayışları ve dul kadınların çığlıkları. Bu yüzden ürperir bu şiirleri okuyanlar.
Çağının seslerinin yankısı duyulur şiirde. Şiirinde güzel seslerin yer almasını isteyen şairin işi zordur. Çünkü açlığı, savaşları durdurmak için uğraşmak zorundadır. O şairlerin seslerini duyarız, çocuk seslerine kulak verdiğimizde.”


NİHAYET

Nihayet!

Önce bir hatırlatma: Şiir yazarken, o şiiri yazmaktan başka bir şey düşünmedim hiç. Ne kuramlar, ne birtakım endişeler, ne başka bir şey... Beni hiç ilgilendirmedi. Şiirimin geldiği yolu da, gitmesi gereken yolu da düşünmedim. Sadece yazdım. Ben değişirken şiirim de değişti. Beni besleyen, yaşamımdı,”[9]der Ülkü Tamer…

Sonra da bir anekdot: Neruda’nın en iyi okuyucularından biri olarak gördüğü Eliot, bir gün Şilili şaire kendi şiirlerini okumak ister. “Okumayın” der Neruda ve kovar Eliot’ı yanından. İskoçyalı şair Frazer da bunun üzerine, Neruda’ya kızar ve “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorar.

Neruda’nın yanıtı ilginçtir: “Okurumu yitirmek istemiyorum. Resim yapabilir, denemeler yazabilir ama şiir yazmasın. Ben okurumu elimde tutmak, kendim için alıkoymak istiyorum” ve şöyle bitirir lafını, “Zira böyle giderse şairler bundan sonra yalnızca öteki şairler için eser yayımlayacak. Her biri kendi şiir dergiciğini çıkarıp ötekilerin cebine koyacak. Böylesi hiç zahmete değmez.”

Şairlerin şairler için yazması fikri Neruda’yı heyecanlandırmaz. Oysa şimdi bu noktaya gelmişiz gibi görünüyor, şiir en az okunan edebiyat dallarından birine dönüştü ve okuyanlar da çoğunlukla kendileri şiir yazmaya hevesli kişiler.

97 yaşındaki Şilili şair Nicanor Parra, Güney Amerikalı şairlerin tercih ettikleri süslü dili bir tarafa bırakıp sokak ağzını ve gündelik hayatta kullanılan dili şiire sokmasıyla “karşı şiirin” önemli isimlerinden biri hâline gelen Parra aynı zamanda “halka yukardan bakan” şairleri, sokağı yaşamaya davet etmesiyle tanınıyor.

Manifiesto şiirinde yeni şairlerin, yeni bir şiirin geldiği haberini şöyle veriyor örneğin (eminim daha iyi çevirenler çıkacaktır ama şimdilik benim kelimelerimle idare etmeniz gerekecek): “Bayanlar ve baylar/ son sözümüz budur/ ve ilk sözümüz: Şairler Olimpos’tan indiler.”


TEMEL DEMİRER

20 Ağustos 2012

N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:6, No:219, 1 Eylül 2012…
[1]Eric Hobsbawm.
[2]Anna Ahmatova, Dünya Kadın Şairlerinden Kadının Hâlleri, Derleme ve çeviri: Selahattin Yıldırım, Agora Kitaplığı, 2012.
[3]Süreyya Berfe, Seferis ile Üvez, Metis Yay., 2010.
[4]Eski Uygarlıkların Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., s.45-47
[5]Turgay Fişekçi, “Şiir Nedir Aslında?”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2012, s.14.
[6]Ülkü Tamer, “Şiir Üstüne Dağınık Düşünceler - 3”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2011, s.15.
[7]Erdal Alova, “Düzyazı Şiirin İstediği Yere Gidemez”, Notos, No:31/ 2011/06, Aralık 2011-Ocak 2011-12, s.89.
[8]Sabri Kuşkonmaz, “Şiire Dışarıdan Bakmak”, Birgün, 17 Ekim 2011, s.13.
[9]Ülkü Tamer, “Şiir Üstüne Dağınık Düşünceler”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2011, s.13.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder