ZULME KARŞI 1 MAYIS’A [*]
“Görünen, gerçek olsaydı
bilime gerek kalmazdı!”[1]
bilime gerek kalmazdı!”[1]
“Yine de dönüyor!”[2]
1 Mayıs 2012’ye giderken…
İşçi sınıf ve emekçi yığınlar için çok şey, “Sana senden büyük düşman yok,” diyen Sidonie-Gabrielle Colette’in ifade ettiği üzere…
* * * * *
1 Mayıs 2012’ye giderken…
İnsan(lık) sürdürülemez kapitalizmin hızla sınırlarına doğru ilerlediği bir tekelleşme, kriz, açlık ve yoksunlukla yüzyüze…
Örneğin nüfusu 9 milyon olan Somali’de 20 yıllık süre zarfında, 1 milyon insan hayatını kaybederken; ülkenin 400 en zenginin 1.53 trilyon dolar servetleriyle 150 milyon Amerikalı’dan daha fazla gelir-mülk-rant sahibi olduğu; buna karşın, 50 milyon kişinin yoksulluk sınırlarında yaşıyor olması ya da doğru dürüst barınacak bir yerinin olmaması paradoksu ABD’yi sarsıyor…
Küresel kriz, düne kadar “refah bölgesi” sayılan AB coğrafyasında yoksulluk terimini günlük hayata taşıdı. 2010 yılı için saptanan yoksul, dışlanmış Avrupalı sayısını, Eurostat’ın 8 Şubat 2012 tarihli bülteni, 115 milyon olarak açıkladı.
Bir yanda açlık büyürken; öte yanda da sömürü büyüyüp, derinleşiyor…
Ekim 2011 sonunda sonuçları ‘New Scientist’de de aktarılan araştırmaya göre ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’ını denetleyebiliyor.[3]
David Rothkopf’a göre de, tüm mali piyasalardaki işlemlerin yüzde 95’ini 14 büyük firma (aile) denetliyor. Bu 14 aileyi de içeren 50 büyük yapılanmanın toplam varlıkları 50 trilyon doları geçiyor. Açıyı biraz genişletirsek bu süper sınıfın “yerleşkesi” en büyük 2 bin şirket, 500 milyon insan çalıştırıyor, 100 trilyon varlığı kontrol ediyor.
Rothkopf, bu “süper sınıfın” üyelerinden Blackstone grubunun CEO’su Stephen Scwarzman’ın, “dünyada hemen her sanayi dalında veya sektörde, 20-30 insan gelişmeleri belirliyor” dediğini de aktarıyor ve 1970-2008 arasında ABD’de CEO gelirlerinin en az 10 kat arttığına dikkat çekiyor.
‘Forbes’in ‘Dünyadaki Dolar Milyarderleri’ listesi, 2012 senesinde 1226 kişiyle rekor kırıyor! Carlos Slim Helu’nun 69, Bill Gates’in 61, Warren Buffet’in 44, Bernard Arnault’nun 41, Larry Ellison’un 39, Amancio Ortega’nın 37.5, Eika Batista’nın 30, Stefan Persson’un 26, Li Ka-Shing’in 25.5, Karl Albrecht’in 25.4 milyar dolar servetinden söz ediliyor…
Hem de yerkürede yarım milyar çocuk açken ve yine 500 milyon çocuk da yeterli beslenemezken…
* * * * *
1 Mayıs 2012’ye giderken…
Kriz içindeki kapitalizm, yerküreyi ve elbette Türkiye’yi de kasıp, kavuruyor…
BM’nin ‘2012 Dünya Ekonomik Görünümü ve Beklentileri Raporu’nda Türkiye, “Kırılgan ülkelerden biri” olarak nitelenirken; OECD’nin raporunda da, “Türkiye’de gelir dağılımındaki uçurum hâlâ çok büyük” olduğuna dikkat çekildi.
Kolay mı? Türkiye’de her dört çocuktan biri yoksul bir ailede yetişiyor. Çocuk yoksulluğunda OECD ortalaması yüzde 12.6 düzeyinde! Türkiye’de ise bunun iki katı!
Türkiye Kamu-Sen’e göre memurların yüzde 7’si açlık, yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında ücret alıyorken; 3 milyon 26 bin kişinin kazancı da 295 TL’nin altında!
Türkiye’de egemen medya ekonomide her şeyi tozpembe sunmaya kalkışsa da Adana’da eşi bir yılı aşkın süre işsiz kalan 26 yaşındaki Emine Akçay, 8 aydır kirasını ödeyemediği evde iki çocuğunun ısınması için saç kurutma makinesini çalıştırıp, diğer odada kendini tavana asarak intihar ediyor!
Türkiye’de hanehalkının, gelirinden fazla harcama yaptığına dikkat çeken Ali Babacan, Türk halkının 2010-2011 yıllarında henüz kazanmadığı 95 milyar lirayı harcadığına da işaret etti.
TÜİK’in araştırmasına göre, 2011’de halkın yüzde 55.7’si daha ucuz ürün tüketmeye başladı, yüzde 32.3 ise borçlandı!
Öte yandan yoksul yurttaşların para karşılığında denek olarak kullanılmayı kabullenmek zorunda kalıyor. Sağlık Bakanlığı, Türkiye’de “gönüllü kobaylık uygulaması”na izin verilmesinin ardından uluslararası ilaç firmalarının işsiz ve yoksul yurttaşları para karşılığı kobay olmaya zorladığını kabul etti...
Bunun yanında Türkiye’de bankalar 2011’de mevduata 37.3 milyar liralık faiz ödedi. Bu paranın yarısı milyon liralık mevduat hesabı bulunan 45 bin 608 kişinin cebine girdi. Milyonluk hesapların çoğu banka ve sanayi şirketlerinin ortak yöneticilerine ait!
Evet, zenginleri da zenginleştiren, yoksulları da açlığa mahkûm eden bir sistem bu!
Nihayet ‘Forbes’ dergisinin ‘En Zengin 100 Türk’ sıralamasına göre, 2011’de 39 olan dolar milyarderi sayısı, 2012’de 35’e indi. Listede yer alan ilk 10 isimle, son 10’unda yer alanlar arasındaki servet farkı 6.4 kattan 7.2 kata yükseldi. Toplam servetin yüzde 73’ünü, listenin zirvesinde yer alan 50 isim, kalan yüzde 27’yi listenin son 50 sırasında yer alanlar paylaştı.
‘En Zengin 100 Türk’ listesinde, Türkiye’nin en zengin ismi 3 milyar dolarlık servetiyle Fiba Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin oldu. 2011 yılında 4 milyar dolarlık servetiyle ilk sırada yer alan Çukurova Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Emin Karamehmet ise 2012’de 2.9 milyar dolarlık servetiyle ikinci sırada yer alırken, Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker de iki sıra yükselerek listede 2.8 milyar dolarlık servetle üçüncü oldu.
* * * * *
1 Mayıs 2012’ye giderken…
Gözaltılar, polis harekâtları, özel yetkili savcılar/ yargıçlar, tutuklama furyaları, tıka basa dolu hapishaneler, sınır tanımaz bir saldırganlık vd’leri…
Bu kadar da değil; öldürmeler, kaza denilen “iş cinayetleri”, kavgalar, yaralılar…
Sonra küçük yaştaki çocuklara tecavüzler, toplu tecavüzler, erişkin tecavüzcü listeleri…
Kadın cinayetleri…
Yolsuzluklar, çalmalar, çırpmalar…
Ruh sağlığı bozulan toplum…
Yaygınlaşan kaygı, anksiyete…
İnsan(lar)ın içine sinen korku ile iç içe geçen depresyon, ruhsal çöküntünün gündelikleşmesi…
Güvenin yerine paranoya ve kuşkuculuğun ikamesi…
Şizofreninin, akıl yarılmasının, insan(lar)ın kişisel sığınağına dönüşmesi söz konusu…
* * * * *
İş bununla da sınırlı değil…
Yine 1 Mayıs 2012’ye giderken…
Etienne Copeaux, Türkiye’deki sosyal ve siyasi yaşamın “sıradan faşizm”e dönüştüğünü, insanların özellikle de aydınların hiç görülmemiş, sürekli bir endişe ve korkuyla yaşadıklarını ifade ederken; Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu’nun eski Eşbaşkanı Joost Lagendijk tabloyu, “Türk olsaydım delirirdim. Bir sürü konu çözümsüz bırakılıyor. Sonrasında hasara bakılmıyor. Ülkenin nereye gittiği, nasıl bir polarizasyondan geçtiği görülmüyor,” diye betimliyor…
Öte yandan ‘The Newsweek, “Türkiye 1980’lerin otoriter askeri yönetimine doğru geri gidiyor” notunu düşerek ekliyor: “Söz konusu coğrafya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 148 sırada.
AİHM Türkiye’yi 2011 yılında 174 defa insan hakları ihlâlinden mahkûm etti. İkinci sıradaki Rusya ise 133 davayı kaybetti…
3 bin 500 Kürt siyasetçi ve aktivist, suçlamaları ‘trajikomik’ diye değerlendiren eski genelkurmay başkanı dahil 249 üst düzey askeri görevli ve 100’ün üzerinde gazeteci tutuklu. Erdoğan’ın bu tutuklamaları doğrudan emrettiği ya da soruşturmaları siyasi amaçlarına uyan aşırı heyecanlı savcılarla ne kadar beraber hareket ettiği konusunda kimsenin kesin bir fikri yok…”
Ayrıca Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıkladığı üzere, cezaevindeki çocuk siyasi tutsak sayısı 2005’te 17 iken siyasi hükümlü çocuk sayısı 2010’da yüzde bin artarak 1023’e yükseldi.
Özellikle 2009 yılında “KCK operasyonları” adıyla başlatılan tutuklama furyasından sonra siyasi mahkûmiyetlerin sayısı neredeyse katlanmış. Buna göre; 2005’te 14 bin 35 erkek ve 2 bin 205 kadın hakkında dava açılırken, 2006’da 20 bin 308 erkek, 2 bin 511 kadın, 2007’de 25 bin 671 erkek ve 3 bin 684 kadın, 2008’de 26 bin erkek ve 3 bin 941 kadın, 2009’da 47 bin 693 erkek ve 5 bin 593 kadın, 2010’da ise 56 bin 237 erkek ve 6 bin 880 kadın hakkında dava açıldı.
Tam da bu noktada “AKP hükümeti, KCK’nin ne olduğunu, temsilcilerinin kimler olduğunu bilmiyor değil, sadece büyük bir projenin parçası olarak sivil alanı da tasfiye etmek istiyor,” vurgusuyla BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş ekliyor: “KCK’dan tutuklu olanlar: 6 milletvekili; 94 gazeteci ve 30 gazete dağıtımcısı; 36 avukat; 31 belediye başkanı; 7 belediye başkan yardımcısı; 5 belediye başkan vekili; 183 parti yöneticisi; 28 Parti Meclisi üyesi; 6 MYK üyesi; 2 eşgenel başkan yardımcısı; 400’e yakın öğrenci...
Öte yandan, 140 sendikacı gözaltına alındı; 49’u hâlen savcılıkta ifadelerini veriyor. Gözaltına alınan ve tutuklananların bir bölümü ise parti üyeleri, sempatizanlar ya da bizimle hiçbir örgütsel bağı olmayan vatandaşlar... Toplam tutuklu ve gözaltı sayısı: 6300 kişi…”[4]
* * * * *
Bunların yanında yine 1 Mayıs 2012’ye giderken ya işçilerin hâli mi?
“Hükümet, düzenlemeleri uygulamaya geçirmek için kolları sıvadı: Kıdem tazminatı düzenlenecek… Esnek çalışma modeli yaygınlaştırılacak… Bölgelere göre asgari ücret uygulamasına geçilecek…”[5] haberleri eşliğinde işçilerin durumu mu?
‘Türkiye Kamu-Sen’in raporuna göre, taşeron işçisi olarak kamu hizmetlerinde çalıştırılanların sayısı daha önce 10 bini geçmezken, AKP döneminde 400 bini geçti. Sözleşmeli sayısı 40 bindi, 250 bine fırladı. Maaşlar sürekli eridi!
DİSK’in araştırmasına göre 2012 yılı başında zamlı ücret alan, asgari ücretli öğün başına 69 kuruşla karnını doyurmak, 226 liraya ısınmak ve barınmak zorunda. Asgari ücretli milyonlarca işçi, eğitim için çocuk başına ancak 2.5 lira harcama yapabiliyor!
Türk-İş’e göre, Türkiye’de 13 milyon civarındaki kişi sosyal güvenlik hakkından yoksun!
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2011-Haziran döneminde, istihdam edilen 24 milyon 901 bin kişiden 10 milyon 841 bininin kayıt dışı olduğu belirlendi!
İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın ‘Türkiye Vergi Profili’ araştırmasına göre, Türkiye’de 10 ücretli bir şirketten daha fazla vergi ödüyor!
Türkiye gerek resmi-normal çalışma süreleri, gerekse de mesai saatleri bakımından Avrupa ülkeleri ile kıyaslandığında açık ara önde bulunuyor. DİSK’in hazırladığı ‘Çalışma Süreleri Raporu’na göre, ortalama haftalık resmi çalışma süresi Fransa’da 35, İngiltere’de 37, Norveç-Hollanda’da 37.5, Almanya’da 37.6, İtalya’da 38, Bulgaristan’da 40, Yunanistan’da 40 iken Türkiye’de 45 saat!
TÜİK’in açıkladığı ‘Sağlık Sorunları ve Faaliyet Güçlükleri Yaşayanların İşgücü Araştırması’na göre, 15 ve daha yukarı yaştaki 19 milyon 678 bin kişi (yüzde 36.8) süreğen hastalık veya sağlık sorunu, 12 milyon 11 bin kişi (yüzde 22.5) de faaliyet güçlüğü yaşıyor. Her iki sorunu birden yaşayanların sayısı 11 milyon 221 bin kişi. Herhangi bir süreğen hastalık, sağlık sorunu veya faaliyet güçlüğü yaşamayanların sayısı da 32 milyon 971 bin kişi. 2011’nin 2. döneminde işgücüne katılma oranı yüzde 50.5 iken herhangi bir süreğen hastalık veya sağlık sorunu olanların işgücüne katılma oranı yüzde 40, faaliyet güçlüğü çekenlerin işgücüne katılma oranı yüzde 34.8!
Ya sendikal haklar mı?
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) ‘Sendikal Hakların İhlâli Raporu 2011’de, 2010 yılında 90 sendikacının öldürülüp, 75 sendikacının ölümle tehdit edildiği; sendikal faaliyetlerde bulunan 2 bin 500 kişinin tutuklanıp, 5 bin kişinin işten atıldığı ve “Türkiye’de, sendikal hakların yasal olarak hâlâ büyük oranda kısıtlandığı” belirtiliyor…
Kolay mı? 2.5 milyonu aşkın kamu görevlisi, grevsiz bir sendika rejimi ve göstermelik bir toplu sözleşme yasası ile yüz yüzeyken; ‘Üçlü Danışma Kurulu’nda DİSK ve Hak-İş yüzde 10 işkolu barajının kaldırılmasını isterken Türk İş ile TİSK küçük de barajın kalmasından yana tavır aldı. Grev yasakları konusunda da uzlaşma sağlanamadı!
Ayrıca anayasada grev yasakları kaldırılmasına karşın yasayla yeniden sınırlandırılıyorken; AKP’nin önerisi ile savunma ve petro kimya işkollarında yeniden grev yasağı getirildi.
Bu tabloda sendikal örgütlenme mi?
İstatistikler, Türkiye’de sendikal örgütlenmenin zayıf olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) Nisan 2011 verileri dikkate alındığında Türkiye’de toplam 10 milyon 314 bin 95 kayıtlı işçi çalışıyor. Bu işçilerin 922 bin 188’i ise bir işçi sendikasına üye bulunuyor. Bu veriler çerçevesinde Türkiye’deki sendikalaşma oranı yüzde 8.94’e karşılık geliyor.
Ve nihayet iş (“kazası” denilen) cinayetleri!
Yani; WHO ve ILO raporuna göre, dünyada her yıl 250 milyon iş kazası meydana geliyor ve her gün 5 bin kişi bu kazalarda yaşamını yitiriyor. Türkiye’de ise her iş saatinde 32 iş kazası gerçekleşirken, her 80 dakikada bir işçi sürekli iş göremez duruma geliyor, bunun yanı sıra her 2 saat 40 dakikada bir işçi iş kazası sonucu yaşamını yitiriyor…
Yani; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Türkiye’de her gün 172 iş kazası, 4 ölüm ve 6 sürekli iş göremezlik yaşandığını söyledi… İş sağlığının tüm dünyanın sorunu olduğunu belirten Çelik, dünyada 3 milyar işgücünün olduğunu, her gün 1 milyon iş kazasının yaşandığını, her yıl 2.3 milyon insanın iş kazası ve meslek hastalıkları sonucunda hayatını kaybettiğini belirtti…
Devamla: Her ay ortalama 50-60 işçi “iş kazaları”nda hayatını kaybediyor!
Türkiye, kazalarda Avrupa’da 1., dünyada El Salvador ve Cezayir’den sonra 3. ülke… 10 yılda 10 bin 723 işçi “iş kazası”na kurban gitti!
Türkiye’de iş kazalarında ölüm oranı 9 yılda yüzde 92 arttı!
2002-2011 yılları arasında meydana gelen 706 bin “iş kazası”nda, 16 bin işçi sürekli iş görmezlik raporu aldı… İş kazaları, çalışanı canından ediyor. Kazalar en çok kömür ve linyit çıkarılması, fabrikasyon metal ürünleri imalatı, ana sanayi ve bina inşaatında yaşanıyor!
Ölümlü iş kazalarında ILO ve AB istatistiklerine göre en kötü karnelerden birine sahip Türkiye’de ILO verilerine göre sanayide gerisinde kaldığımız ve nüfus olarak paralellik gösterdiğimiz Almanya, 2007’de, ölümcül olmayan, yaralanmalı, işgücü kayıplı ve tazminat ödediği vakaları 1.054.984 olarak bildirmiş. Bu rakam İngiltere’de 2006 için 145.857. İstatistikte Türkiye’ye bakıldığında 2009 için sadece 5739 iş kazası teftiş rakamı görülüyor. Yani istatistiksel anlamda gerçek verilere ulaşamıyoruz. Kıyas için bir pencere açabilirim; İngiltere’de 1 Nisan- 31Aralık 2010 yılı ölümlü iş kazası sayısı 173. 2009’da ülkemizde 1171 ölümlü iş kazası görülmüş. Bizde sadece tek bir servis kazasında 11 kişi birden aynı anda ölüyor, her sene tarım işçilerini taşıyan kamyonlar ve evsaf dışı iş araçları devriliyor ve belki de bunları iş kazası olarak istatistiklere koymuyoruz!
Özetle 1946 yılından 2010’a kadar ‘iş kazaları’ sonucu ölen işçi sayısı “59.300’e” ulaşmış durumda.
Bu rakamlar bir yıl içerisinde “1072 işçi”nin ölümüne denk düşüyor.
Elbette bu kadar insan savaşta ölmedi.
Sadece aç gözlü sermayenin işçileri kötü çalışma koşullarında, iş güvenliği önlemleri almadan çalıştığı için öldü(rüldü)ler!
* * * * *
1 Mayıs 2012’ye giderken, sürdürülemez kapitalizmin öne çıkardığı karanlık tablo bu!
Hani Guy Debord’un, ‘Gösteri Toplumu’ndaki ifadesiyle, “Metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeye başardığı” anda, “Görülebilir olan sadece metalarla kurulan ilişki olmakla kalmaz, ondan başka bir şey görülemez: Görülen dünya meta dünyasıdır” diye betimlediği şey…
Ancak gerçek bununla sınırlı değil…
Söz konusu karanlıkta, tarihi kötü yanı üretirken, sürdürülemez kapitalizm mezar kazıcı kolektif proletaryayı, toplumsal işçi sınıfını tarihin sahnesine çağırıyor…
“Elveda” söylencelerine takılıp kalanlar dışında kimsenin şüphesi yok…
Karl Marx’ın teoriye en önemli katkısı, işçi sınıfının dünyayı değiştirme gücünde olduğunu belirlemesidir.
Marx, o güne kadar hâkim konumda olan ve işçileri sadece sistemin kurbanı, ya da medeniyeti tehdit eden bir güruh olarak gören anlayışa karşı, işçilerin kolektif özgürlük mücadelesinin, kapitalizme karşı sosyalist bir alternatif potansiyeli taşıdığını ortaya koymuştur.
Sınıf kavramını kapitalizmin ve sömürünün karmaşık süreci içerisinde düşündüğümüzde, emeğin üretkenliğinin artmasının, işçi sınıfının yapısı üzerindeki kalıcı etkilerini de görebiliriz.
Sınıf mücadelesinin, kapitalizmin merkezinde yer alan sömürü ilişkilerinden kaynaklandığının farkına varırsak, işçi sınıfının kapitalizmde eşsiz bir güce sahip olduğunu da görürüz. Çünkü ücretli emeğin sömürüsüne dayanan sistemde, sadece işçiler bu sistemi alaşağı etme potansiyeline sahiptir.
Tüm emekçilerin işçileştiği, işçi sınıfının kolektif/ toplumsal özellikler kazandığı gidişatta, Haluk Yurtsever’in ifadesiyle, “Toplumsal proletarya, geniş, büyük, çok katmanlı, kendi içinde bölünmüş bir sınıfsallıktır. İşçi sınıfından daha genel ve daha soyut, soyut emeğe denk gelen bir kavramdır… Sınıfsal aidiyet, bugün özellikle ‘toplumsaldır’...”
“Toplumsal proletarya, ancak ‘politik proletarya’ olduğu zaman tarihsel/ toplumsal özne olma yeteneği kazanıyor…”
“Proletaryanın kurtuluş için kendi sınıf varlığına karşı mücadele etmesi yalnızca ‘evrensel sınıf’ teorisinden çıkan bir zihinsel önerme değil, pratik mücadele tarihinin de kanıtladığı bir gerçekliktir…”
“Sınıf mücadelesinden söz etmek için, üreten-el koyan, mülk sahibi olan-olmayan biçimindeki karşıtlıkların varlığı ve hareketleri yeterlidir. Bu çerçevede, açık bir sınıf bilincinin, keskin bir siyasi çatışmanın, hatta herhangi bir çatışmanın olmadığı durumlarda bile sınıf mücadelesinin varlığından söz edebiliriz. Sınıf mücadelesi, sınıfların hareket biçimidir…”[6]
Ayrıca unutulmaması gereken bir şey daha var: Kapitalizm sermaye değildir, emek ve sermayenin çelişkili birliği, bu birliği oluşturan çok sayıda ilişkinin bütünlüğüdür. Devlet de, özel mülkiyeti koruma, mekân düzenleme, emek denetleme (disiplin ve ceza), kaynak sağlama süreçleriyle olan organik ilişkisinden dolayı bu bütünlüğün olmazsa olmaz bir parçasıdır, bu bütünlüğün kurulmasında belirleyici rol oynayan etkenlerden biridir. Kapitalizm var olduğu müddetçe, savaş, sömürgecilik, emperyalizm, devrim, isyan var olmaya devam edecektir. Devlet bu süreçlerin organik parçasıdır!
* * * * *
1 Mayıs 2012’ye giderken altı çizilmesi gerekenlerin başında; insan(lık)ın tüm beşeri soru(n)larını omuzlarında taşıyan kolektif proletaryanın, toplumsal işçi sınıfının itirazları, isyanlarıyla tarihin sahnesindeki yerini almaya talip olduğu geliyor…
Unutulmasın, “Binbir ali cengiz oyunuyla zenginlik hayallerine yatırılmış geniş kitlelerin sürekli fakirleşmesi, toplumsal hareketleri de beraberinde getirir,” diyen Yunus Salış, tarihsel bir kaçınılmazlığın altını çizerken; başkaldırının Amerika’ya bile ulaştığı tabloda, “XXI. yüzyılın ilk on yılları, dünya ölçeğinde devrimler dalgasının on yılları olacak,” diyen Fikret Başkaya haksız değil…
Baharda Tahrir’den Akdeniz’i geçerek Madrid’e erişen, oradan Atina’ya sıçrayan; yaz aylarında Tel Aviv’i kapsama alanına alan, güz başında okyanusu kat edip New York’a ulaşan “öfke seli” nihayet “küresel” boyut kazandı ve bir pandemi gibi yerkürenin dört bir yanını sardı.
Kolay mı? Wall Street’i işgal eylemleri Avrupa’ya uzandı. Öfkeliler, Roma’dan Londra’ya, Berlin’den Madrid’e kapitalizmin dayattığı eşitsizlik, işsizlik ve yoksulluk karşısında meydanlara çıkıyor. Küreselleşmenin üzerinde Marx’ın hayaleti dolaşıyor. Marx’ın haklılığına ilişkin tezler güçleniyor.
Evet, evet “Zeitgeist/ Zamanın Ruhu” değişiyor, mali krizin etkisiyle başlayan değişiklik giderek hızlanıyor…
Zeitgeist’in değişmeye başlamasına yol açan, aynı zamanda bu değişiklikten beslenen toplumsal hareketler önce Avrupa’da başladı, sonra Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci dalgasında kendini gösterdi…
‘The Telegraph’ta Alisdair Palmer, “Kapitalizm başarısız olursa alternatifi çok daha kötüdür” başlıklı yorumunda, Yunanistan’dan New York’a kadar “sokakları” aktardıktan sonra, “bunlar belki ne istediklerini tam olarak bilmiyorlar”... “ama neye karşı olduklarını biliyorlar”... “Bunları küçümsemek hata olur” diyordu.
Halk kitleleri açısından tarih yeniden başlıyor. Kendi kaderini eline almak isteyen “kitle”, XIX’uncu, XX’nci yüzyılın, yüzü yağlı, işçi tulumlu tipik örneklerinden (bunlar hâlâ varlığını korumaya devam ederken) farklı özellikler sergileyen yeni biçimleriyle birlikte, tarihe geri dönüyor! Hem de tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan, gezegenin geleceğine sahip çıkan taleplerle... “Başka bir dünya mümkündür” diyerek...
* * * * *
O hâlde şimdi Stephane Hessel’in, “Ya hep birlikte, ya da hep birlikte çıkacağız bu açmazdan. Bir koşulla! Direnişin ilk aşaması öfkelenmek, yaşanan haysiyetsizliklere kayıtsız kalmamak, infial duymaksa ikinci ve belirleyici aşaması eyleme geçmektir!”
“Yaratmak direnmektir. Direnmek yaratmaktır”![7]
Malcolm X’in, “Eğer uğrunda ölmeye hazır değilseniz, ‘özgürlük’ kelimesini lûgatınızdan çıkarın”!
Chuck Palahniuk’in, “Medeniyeti alt üst edeceğiz. Dünyayı daha iyi bir yere çevireceğiz,” sözlerini haykırın!
Evet, başkaldırın; sosyalizm sorguladığınız kadar (her versiyonu ile) kapitalizmi, emperyalizmi, büyük krizini ve devreye soktuğu çürüme ve çöküşü sorgulayın…
Artık sorgulaması gereken, sürdürülemez kapitalist barbarlığa karşı neden daha şiddetle baş kaldırılmadığıdır…
Elbette her şey sorgulanmalı: Ama büyük kurtuluş için…
Kapitalizm çok boyutlu ve organik bir kriz içinde olduğu; Marx’ın “11. Tezi”nin de durumu gayet iyi özetlediğini hatırlayın…
Bunun içinde de anti-kapitalist konumlu yıkıcı hareketleri destekleyin…
Hatırlayın: Kapitalist süreç boyunca krizlerin derinleştiği, devrim ve karşı-devrim olasılıklarının gündeme geldiği kritik dönemeç noktaları yer alıyor. Böylesi tarihsel momentler günümüz açısından da yaşamsal önem taşıyan derslerle doludur.
Büyük kriz dönemleri işçi sınıfı açısından çeşitli devrimci fırsatlar yaratır.
Devrim olasılığını gerçekliğe dönüştürmek, günümüzde de, tarihin akışını insan toplumunun büyük çoğunluğunun çıkarına değişikliğe uğratabilmenin yegâne yolu olarak görünüyor.
İnsanlığın kaderini belirleyecek olması bakımından çok önemli ve muazzam ölçekte sarsıntılı bir tarihsel dönemden geçiyoruz.
Küreselleşme kavramıyla dile getirilen ekonomik gelişim, emperyalizm döneminin özelliklerinden aşinası olduğumuz gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya üzerinde tam bir eşitsizlik temelinde yayılıp pekişmesi anlamına gelir.
Devrim gerçeğine yakınlaşıyoruz… Günümüzde devrimin ayak sesleri henüz doğrudan biçimde hissedilmese de, toplumsal yaşamın derinlerinde devrimci bir mayalanma gerçekleşmektedir. Kapitalizm için kurtuluş yok. Kapitalist toplum yarattığı tüm zulüm, baskı, sömürü ve haksız savaşlarla birlikte tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmak için işçi sınıfının büyük devrimci eylemini bekliyor!
Devrim ve sosyalizmin sürekliliğinden yana saf bağlayın…
İnsan(lık)ın kurtuluş hep acil gündem maddesi olduğunu; yani sosyalizmin güncelliğini; tarihsel mirastan kopulmaması gerekliliğini; kurtuluşun çok çeşitli yüzleri olan, toplumsallaşmış işçi sınıfının/ kolektif proletaryanın geleceği(mizi) inşa edeceği bir hareket olacağını unutmamak gerek…
* * * * *
1 Mayıs 2012’ye giderken hâlâ, “Ne yapmalı?” diyorsunuz?
Aslında bu soru(n) pek eski, Çernişevski’den, Lenin’den bile eskidir.
Yanıt ise kısa ve nettir: Egemenlerin ve işbirlikçilerinin sizlere dayattığı zamanın ruhuna teslim olmayın, ona itiraz edin, statükocu olmayın, başkaldırın…
Hem de Şikago’nun 1 Mayıs 1886’ındaki -11 Kasım 1887’de idam edilen!- George Engel, Albert Parsons, Adolph Fischer, Agust Spies gibi…
1 Mayıs 1904’de V. İ. Lenin’in söylediklerinin hâlâ (devrim gibi) güncelliğini koruduğunu asla unutmadan:
“Yoldaş işçiler! 1 Mayıs geliyor, bütün ülkelerin işçilerinin sınıf-bilinçli bir hayata uyanışlarını, insanın insan üzerindeki her türlü zulüm ve baskısına karşı mücadelelerindeki dayanışmalarını, emekçi milyonların açlık, yoksulluk ve aşağılanmadan kurtulmak için yürüttükleri mücadelelerini kutladıkları gün. Bu büyük mücadelede iki dünya karşı karşıya duruyor: sermayenin dünyasına karşı emeğin dünyası; sömürünün ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyası…
Bir yanda bir avuç kan emici zengin... Fabrikalara, iş aletlerine ve makinalarına el koydular; milyonlarca dönüm araziyi ve yığınla parayı kendi özel mülkiyetleri hâline getirdiler. Hükümeti ve orduyu kendilerine uşak yaptı, biriktirdikleri servetin sadık bekçi köpeği hâline getirdiler.
Diğer yanda, maldan mülkten yoksun milyonlar... İşe kabul edilmek için kalantorlara yalvarmaya zorlanıyorlar. Emekleriyle bütün zenginliği yaratırlar; ama bütün hayatları boyunca bir dilim ekmek için mücadele etmek, çalışmak için sadaka ister gibi dilenmek, bellerini büken işlerde sağlıklarını ve dirençlerini tüketmek zorundadırlar ve köylerdeki harap evlerinde ya da büyük şehirlerdeki bodrum katlarda ya da çatı katlarında açlıktan ölürler.
Ama şimdi maldan mülkten yoksun bu emekçiler kalantorlara ve sömürücülere karşı savaş ilan ettiler. Bütün ülkelerin işçileri emeği ücretli kölelikten, yoksulluktan ve yoksunluktan kurtarmak için savaşıyorlar. Ortak emekle yaratılan zenginliklerden bir avuç zenginin değil bütün çalışanların faydalandığı bir toplumsal sistem için savaşıyorlar. Toprağı, fabrikaları, atölyeleri ve makineleri bütün emekçilerin ortak mülkiyeti hâline getirmek istiyorlar. Toplumun zenginler ve yoksullar diye ikiye ayrılmasına son vermek istiyorlar. Emeğin meyvelerinin yine emekçilerin olmasını ve çalışma yoluyla sağlanan bütün gelişmelerin, insanlığın bütün kazanımlarının çalışan insanları baskı altında tutmanın bir aracı olarak değil, onların yararına kullanılmasını istiyorlar…”
İşte bunun için 2012’de de, zulme karşı kolektif proletarya ile 1 Mayıs’a gidiyoruz…
TEMEL DEMİRER
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:131, Nisan 2012…
[1] Karl Marx.
[2] Galileo Galilei.
[3] The New Scientist, 24 Ekim 2011.
[4] Hasan Cemal, “KCK’dan 6300 Kişi Hapiste!”, Milliyet, 17 Şubat 2012, s.19.
[5] Mustafa Çakır, “Vah Emekçiye”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2012, s.4.
[6] Haluk Yurtsever, Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, Yordam Kitap, 2012.
[7] Stephane Hessel, Öfkelenin!, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitapları, 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder