Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mayıs 2013 Salı

HASİBE AYTEN: Kursak Balon






KURSAK BALON








Mevsim Bahar

Çıplak ayak koşuyorum. Abim peşimde. Yüreğim dışarı fırlayacak gibi çarpıyor. Nefes nefeseyim. "Dur dövmeyeceğim, dur" diyor abim. Soluğunu ensemde duyar gibiyim. Ayağım taşa takılıyor, tökezleyip düşüyorum.

Anaç tavuk çırak cırak bağırıyor gün ortasında. Olağan dışı canhıraş bir bağırma. Tilki gündüz gelmez, geceleri gelir, tavukların giriş-çıkış yaptıkları minik deliği kapatmayı unutursak bir tane tavuk alıp kaçmaz. Bağrışan tavukların, horozların hepsini boğar öldürür, Babam öğle uykusundan fırlayıp, kümese koştu. Biz de peşinden gittik. Anaç tavuk kümeste koskoca bir yılanla boğuşuyor hem de bağırıyordu. Kuluçkadaydı. Yılanın başına bir gaga vurmuş, başından kan akıyordu, hayvanın. Babam yılanı öldürdü. Kümesin içinde kınalının tüyleri uçuşuyordu. Tavuğun altındaki yumurtaların birinden civciv çıkmıştı. Daha ayakta bile duramıyordu civciv. Kabuğunu çatlatmış, yılanlı bir dünya’ya gözlerini açmıştı. Yılan civcivi yutamamıştı. Ana tavuk yavrusunu korumak için savaşmıştı aç yılanla. Babam, civcivi kocaman avucuna yumuşacık aldı. Sarı bir civcivdi. Pembe ayaklı, küçük gözlüydü. Yeni doğan buzağılar, kuzular, civcivler en büyük sevincimizdi. Kuşları, kuzuları, kış aylarında penceremizin pervazından bize bakan güvercinleri, eşek sıpalarını severdik.

Adını kınalı koyduğumuz tavuğumuz kuluçkaya yatmıştı..Ayakları kınalıydı. Kanatları boyun çevresi de ateş renkliydi. Anam, on kadar taze yumurtayı kümeste hazırladığı samandan yaptığı yuvaya koymuştu. Kınalı, kanatlarını açarak yatıyordu yumurtaların üstüne. Kümese giren olursa yan yan bakar, kabararak tıslardı.

Arpayla, buğdayla yemlerdik, yaz aylarında da çayırlarda otlardı tavuklarımız. Yumurtaları koyu sarı olurdu. Mis gibi tereyağıyla pişen yumurtalarımızı, bin bir zorlukla büyüttüğümüz, yılanlardan, tilkilerden koruduğumuz tavuklarımızı, bucak müdürü, gedikli jandarma komutanı gibi Halk Odasına gelen konuklara ikram ederdi köylü. Biz çocuklara da tavukların kemiklerini yalamak kalırdı.

İşte böyle önemli bir günde, saygın konuğumuz nüfus memuru için kesilmişti kınalı tavuğumuz! Nüfus memurları da iki üç yılda bir gelip hiç de doğru olmayan kayıtları yapıp giderdi. Beş yaşına giren çocuğa yeni doğmuş gibi kimlik verir. Yeni doğan bebeğe beş yıl önce ölen abla-abisinin kimliğini hiç denetlemeden kaydını düşürmeden yeni bir kimlik vermeden görevini yapmış olurdu. 1940’lı-50’li yıllarda köylerde okur-yazar yok gibiyken , çocukların yalan yanlış adlarını, doğum tarihlerini kim doğrulayıp düzeltecekti.? Çocuğun adını Ayşe koymuş aile. Hayda, yıllar sonra” Senin adın, Elif” diyor resmi kayıtlar. Evliliklerde, imam nikâhı da geçerliydi. Babamın anamdan başka karısı yoktu. Osman Amca’nın, Yakup Amca’nın, Emin Amca’nın birçok amcanın dört tane, üç tane eşleri vardı. Bir çok çocuğun kimliği de yoktu.

Yumurta İçindeki yavrularını bile yılandan koruyan anaç tavuğumuz, İşte böyle işinin erbabı, nüfus memuru için kesilmişti.

Abim peşimde. Çıplak ayak koşuyorum. ”Dur dövmeyeceğim, dur“ diyor, abim. Biliyorum, dövecek. Tökezleyip düşüyorum. Abim harıl harıl soluyarak yetişiyor. Vuruyor , yüzüme, başıma vuruyor. Ayağıyla tekmeliyor. Ağzına gelen en ağır küfürleri savuruyor. Burnumdan kan fışkırıyor. Yediğim darbelerden başım, alnım kanıyor. Üstümdeki yaz kış giydiğim tek giysim, kana bulanıyor.

Hıçkırıyorum. Gözlerimin yaşı sümüğüme karışıyor. Suçluyum. Abim kesilen kınalının kursağını temizletip şişirmiş. Kursağın giriş ve çıkış ağızlarını bağlamış. Çocukluğumuzun balonu tavuk kursağıydı. Renkli kalemlerimizle, çiçekler, kedicikler, ağız, göz, yüz çizerdik, balona. Abimin kursak balonu duvardaki çiviye asılıydı. Görünce canım gitti. Elime almak istedim. Zıplayarak yetişmeye çalışırken patladı kursak balon..

Kısacık sevincim, korkuya dönüştü.

Abim, ıslık çalarak odaya girdi. Duvardaki kursağı arandı. O aranırken, fırladım sokağa. Ben önde o arkamda bir koşudur başladı. O çocuk yüreğim, bağrımı çatlatıp çıkacak gibi çarpıyordu. Ayağım taşa takıldı ve düştüm. Kendimi abimin darbelerinde buldum. Öyle çaresizdim ki, ağlamaktan başka neye gücüm yetebilirdi.

Mevsim Hazan

Hüzünlü bir kadın. Dört mevsimi bir arada yaşıyor, gülmekle-ağlamak arası bakışları. Yılda bir-iki kez geliyor, dere tepe, bağ tarla geziyor. Getirdiği armağanları dağıtıyor; büyük- küçük demiyor, insanların sorunlarına eğilerek dinliyor. Sevgi dağıtıyor, paylaşıyor, yitirdiği değerli bir şeyleri aranıyor sanki.

Uzun boyluca, balık etli, yaşı geçkin bir kadın, yirmi kadar balonun iplerini parmağına dolamış, kırmızı, mavi, yeşil, beyaz ..aile kabristanında. Çevrenlere bakıyor. Bakışları hüzünlü. Etrafında altı çocuk, üçü kız üçü oğlan. Peşinden gelmişler, balonları seyrediyorlar. Birer balonları olsun istiyorlar. Kadın çocukların o yürekten isteklerini biliyor. Yüreği eziliyor. Dünyanın balonlarını dünyanın yoksun çocuklarına dağıtmak istiyor. Tavukların kemiklerini yalatmak değil, etini yedirmek istiyor çocuklara.


Annesi, babası, kanserden ölen abisi yan yana yatıyorlar, kabristan’da.

"Abi, ben geldim, küçük kardeşin. Şimdi senden daha büyük oldum abi! Bu balonları sana getirdim. Kursak balonunu kaza ile patlatmıştım. Çok dövmüştün beni. Alnımdaki taş izi hâlâ duruyor. Çocukluğumu unutturmayan o taş iziyle geldim mezarına.. Mal neye denirdi yaşam neydi, bilemeyecek kadar küçüktüm. "Mal alacaksın" der, döverdin. küçücük kardeşini. Babamın bacasını tüttürecek tek oğluydun. Annemin, babamın ardından tez gittin, genç gittin abi…”

Siz gittikten sonra ne evimizin ne tarlalarımızın tapularını almadım. Er geç yanınıza gelecek değil miyim? Tarlalarımızı akrabalarımız ekip biçiyor. Evimizin bacası tütmez oldu. Hiç biriniz yoksunuz" diyor, iç sesiyle.

"Lan bu nine kadın, masallar yazıyormuş" fısıldaşıyor çocuklar.

Gözleri ıslaktı kadının. Semalardan bakıyordu abisi. Boynunu bükmüş, ”Bağışla beni kardeşim, ne oyuncağımız ne de balonumuz vardı , ben de çocuktum” diyordu.

Balonları birer birer bırakıyordu kadın, abisine uçuruyordu, hafif esen rüzgârın kanatlarıyla. Tepenin yamacından köyün üstüne rengârenk uçuşan balonların ardından, yanı başındaki çocuklar ağızları açık bakışıyorlardı. Düş kırıklığına uğramışlardı.

"Teyze, bize verseydiniz…" Binlerce çocuk sesi yankılanıyor kulaklarında.

"Nine, teyze, bize verseydiniz balonları!"

Gözlerinin önü sisliydi kadının, sisin içinden bir ışık çaktı. Anası, o ahu gözlü, yay kaşlı anası. Başında, tezgâhta dokuduğu ibibik motifli örtüsü, üstünde tezgâhta dokuduğu giysisiyle. Fesleğen kokuyordu. Gül kokuyordu. Ana kokuyordu. Balonları rüzgâra veren kadın, açtı kollarını kucakladı anasını. Kıvırcık saçlı, elâ gözlü, düş gibi, incecik bir beden kollarındaydı. Zaman bir çocuğa dönüşüvermişti. Ayça mıydı adı çocuğun; ay ışığı mı?

Ah şimdi de babası geliyordu çamların arasından. Çapası omzunda. Bağdan dönüyordu. Hep çalışan hep üreten o güzel babası, okullu iken beş liralık lastik pabuçları almayan babası. "Baba" diye bağırdı. Çocuklar geri sıçradılar. Birden, anasının, babasının, abisinin, kemiklerine iki adımlık mesafede olduğunu ayrımsadı, acı gerçeğe döndü.

"Hâlâ kollarının arasındaydı kıvırcık Ayça. Koluna asılı halı çantadan onlarca balon çıkardı. Dağıttı çocuklara. "Şişirin balonlarınızı, uçurun semalara; hadi şimdi gidelim güzellerim" dedi. Çocuklar, biraz da deli olduğunu sandıkları kadının peşine düştüler. Getirdiği şarkı söyleyen bebekleri kız çocuklara; oyuncak arabaları erkek çocuklara dağıttı. Birer de masal kitabı verdi. Sırayla hepsinin yanaklarını öptü.

Çocuk çığlıkları, sevincin ayak seslerine karışıyordu, Gökyüzünde uçan balonlarıyla, hüzünlü kadının köyü kuzucular, çocukların bayram yeriydi, o gün…





HASİBE AYTEN 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder