Merhaba,
Kan ve acı iç içe bugünlerde yaşantımızda... Halkını düşünmeyenlerin, kendi kişisel çıkarları ve düşleri için halkı kıyısına getirip bıraktıkları uçurumdur burası.
Burada artık söz tükenmiştir. Ne söylense eksik, ne söylense yetersiz kalacaktır.
Hayatın ince cılgalarına kan dolmuştur artık. Her ne kadar perde üstüne perde örtülmeye çalışılsa da bu durum kralların çıplaklığının üstünü örtemeyecektir.
Ne kadar haber yapmak yasaklansa da, insanların gözlerine, sözlerine, duygularına, düşüncelerine kilit vurmak kabil midir?
Reyhanlı’dan tüm ülkeye ve dünyaya yayılan kan ve gözyaşı; insanlığımızı, vicdan, adalet, erdem duygularını en yüksek düzeyde sarsmaktadır. Makamlarının sarsılmasından korkanlar, bu sarsıntılara kulaklarını ve vicdanlarını kapatmakta hünerlidirler.
Sanat dünyasında ise; kişisel çıkarların uç noktasında, HESçi, kentsel dönüşümcü vb. holdingleri aklamak, sanat üzerinden onların reklamlarını yapmak çabası ön plana çıkmaktadır. Gözleri gerçek anlamda sanatı değil, sadece parayı görebilmektedir.
Bu duruma, “sanatçının özgür tavrıdır” deyip geçemeyiz. Gerçek sanatçının özgürlüğü, sadece sanat yasalarıyla sınırlıdır, para yasalarıyla değil. Zenaatçı bile olamayacak bu sanat simsarları artık ellerini sanattan çekmelidirler. Burada görev, sanatsal yaratılarını bu simsarlardan, holding ceolarından uzak tutacak olan gerçek sanatçılara düşmektedir.
Burada Baudelaire’e kulak vermek gerekiyor: “Burjuvadan bin kere daha tehlikeli bir şey vardır, o da burjuva sanatçısıdır.”
EMEĞİN SANATI
BU SAYININ SAVSÖZÜ
"...Sevgili dostlarım bu işler bu kadar ucuz olmamalı. Yazar yayınevine para vermez, ondan para alır –mümkünse tabii-. Telif denilen mevzudan kimsenin haberi yok mu yahu! Son kertede yayınevi kitabı yazara değil, okura satar.
Kraliçe onaylı Yüksek Hafiye sertifikasıyla memlekete döndüğümde, kılıcını çeken “dâhilerin” (sanırım hangi yayınevini kastettiğimi anlayanlar olmuştur) niş pazara penetrasyonunun çok sürmediğini gördüm. (Resmen Ali Babacan gibi konuşuyorum, az değilmişim ben!)
Hemen tarifelerini açıkladılar: 100 sayfalık kitaptan şu kadar bastırırsan bilmem kaç kayme, 200 için şunu ödüyorsun gibi… İşte yazar/şair patlaması başlangıcı da o günlere denk gelir. Bunların saygın bir yayınevi olmak gibi derdi yok, matbaadan bir farkları da yok aslında. Yazardan parayı alıp kitabı bassınlar yeter. Yazar da yüzlerce kitabı ya eşine dostuna dağıtır ya da Hasan Ali Toptaş’ın zamanında yaptığı gibi çekyatın içine istifler. Sanıyorum Cemil Kavukçu da aynı yollardan geçti. Kim bilir neler çekerek bugünlere geldiler. Buradan üstadlara selam olsun.
Şimdi gelelim asıl tilki ya da çakal (hayvanları da böyle yaratıklar için neden alet ederiz ki be kardeşim!) kategorisine giren yayınevlerine. Bunlar diğerleri gibi tarife falan açıklamaz, saygın yayınevi gibi görünür, pusuda beklerler. Onlara dosyalarıyla başvuran, umutlarını sömürdükleri yazar adaylarından “katkı payı” adı altında para isterler.
Benim en önemli müşterim olan HEKİC (Has Edebiyatı Koruma ve İnkişaf Ettirme Cemiyeti) “Bunları bir bir ifşa et Abdi,” dedi. Hangi birini ifşa edeyim o kadar çoklar ki! Gerçi tümünü de edebiyat dünyası bilir, onların “saygınlıklarının” sınırı da budur zaten. Sonunda müşterimle, yazar olmak isteyen arkadaşları onlara karşı uyarmam konusunda anlaştık: Herkesin Hasan Ali Toptaş ya da Cemil Kavukçu olamayacağını ve bu sıkıntılı süreci onlar gibi atlatamayacağını aklımızdan çıkarmayalım dostlarım. Yazar, biraz da beklemesini bilendir.” EDEBİ HAFİYE ABDİ VAROL(edebiyathaber.net /11 Mayıs 2013)
YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
SAİT FAİK HİKÂYE ARMAĞANI SİNE ERGÜN’ÜN...
Her yıl Sait Faik’in ölüm yıl dönümünde verilen ve bu yıl 59. kez sunulan Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, Bazen Hayat isimli kitabıyla Sine Ergün kazandı.
Doğan Hızlan başkanlığında toplanan Jale Parla, Metin Celal, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Beşir Özmen ve Murat Gülsoy’dan oluşan seçici kurul, Ergün’ün ödülü kazanma gerekçesini şu sözlerle açıkladı: “Yalın bir dille güncel kent yaşamından kesitleri anlatırken insanlık durumlarının tekinsizliğini resmetmekteki ustalığı nedeniyle, Sine Ergün’ün kitabına oy birliğiyle verildi.”
1982 doğumlu Ergün, aynı zamanda şu ana kadar ödüle layık görülen en genç yazar olma ünvanını kazandı. Yazarın “Burası Tekin Değil” ve “Bazen Hayat” adında iki kısa öykü kitabı bulunuyor. (DEMOKRAT HABER)
13. İSTANBUL BİENALİ KÜRATÖRÜNÜN TALİMATIYLA
SANATÇILARA SALDIRILDI!
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen ve daha önce de çeşitli protestolarla karşılaşan 13. İstanbul Bienali'nin tanıtım etkinlikleri çerçevesinde Taksim Marmara Otel’de yapılan panelde kentsel dönüşümü protesto eden sanatçılar otel güvenliği ve polisin saldırısına uğradı.
Kentsel dönüşüm yağmacıları arasında bulunan Eczacıbaşı ve Koç gibi holdinglerin, bienali “Kamusal Simya” konseptiyle düzenlemelerine karşı çıkan Kamusal Direniş Platformu üyesi altı sanatçı, kentsel dönüşüme uğrayan semtlerin isimlerinin yazılı olduğu tişörtler giyerek panel sırasında konuşmacıların bulunduğu alanda yere yattılar. Daha sonra üzerlerine sponsorların isimlerinin bulunduğu battaniyeler örten göstericilerin sessiz eylemi otel güvenliğiyle son buldu.
Eylemcilere yapılan müdahalenin ardından 13. İstanbul Bienali’nin küratörü Fulya Erdemci, otel güvenliğinden eylemcilerin karga tulumba salondan çıkartılmalarını ve ardından eylemi ve saldırıyı kameraya çeken sanatçı Niyazi Selçuk’tan çektiği görüntüleri istedi. Görüntüleri vermeyi reddeden Selçuk’u tehdit eden küratör Fulya Erdemci, bu defa otel güvenliğine talimat verince görevliler Selçuk’a saldırdı. Olayın ardından Selçuk ve Erdemci karşılıklı olarak birbirleri hakkında şikâyetçi oldu.
Eylemi gerçekleştiren Kamusal Direniş Platformu’nun internet sitesinde kentsel dönüşüm yatırımcıları Eczacıbaşı ve Koç’un Bienal sponsoru olmaları şu şekilde değerlendiriliyor:
“Bir Eczacıbaşı kuruluşu olan İKSV tarafından düzenlenen ve Koç Holding’in sponsor olduğu 13. İstanbul Bienali’nin “Kamusal Simya” konseptiyle düzenlenmesi son derece ironiktir. Son sürat devam eden kentsel dönüşüm yağmasının da yatırımcılarından olan bu iki grubun düzenlediği ve yeni direniş alanları açma iddiasını taşıyan 13. İstanbul Bienali’nin kamusal alanları işgal edip iktidar ve sermayenin saldırılarını meşrulaştırmaktan başka bir işlevi olmadığı gün gibi ortada. Bu anlamda Bienal gibi sermaye destekli sanat etkinlikleri de sistemin kendi sözünü üretmek adına kullandığı araçlardan biri haline dönüşüyor.” (soL)
GAZİANTEP’TE EZÎDÎLERİ KONU ALAN FOTOĞRAF SERGİSİ
Fotoğraf Sanatçısı Refik Tekin'in "Tavus'un Kayıp İncileri" adlı kişisel fotoğraf sergisi, Gaziantep Kırkayak Sanat Merkezi’nde 4-19 Mayıs 2013 tarihleri arasında sergileniyor.
Fotoğrafçı Refik Tekin’in "Tavus'un Kayıp İncileri" adlı sergisi, Kırkayak Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda 4 Mayıs Cumartesi saat 15.00 da sanatçının katılımıyla, fotoğraf tutkunlarıyla buluşacak. Fotoğraflarında Ezîdî inancını işleyen Tekin’in sergisi Ortadoğu’nun kadim inançı olan Ezîdî’leri konu alıyor. Ortadoğu kökenli bir inanç olan Ezîdîliğe inananlar ağırlıklı olarak Irak'ın Musul kentinde yaşamaktadırlar. Suriye, Türkiye, İran, Gürcistan ve Ermenistan'da da cemaatleri bulunan Ezîdîler'in bugünkü toplam sayısının 1,000,000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca başta Almanya ve İsveç olmak üzere Avrupa ülkelerinde de birçok göçmen Ezîdî yaşamaktadır.
1970’li yıllara kadar özellikle Urfa-Viranşehir'de yoğun olarak yaşayan ve sayıları 80.000'i bulan Türkiye Ezîdîleri, 1000’in altına düşmüştür. Türkiye Ezîdîlerinin büyük bir kısmı bugün Almanya'da yaşamaktadır. Laleş vadisi Ezîdîler tarafından dünyanın merkezi olarak kabul edilir ve hac ibadetlerini burada gerçekleştirirler. Aynı zamanda dünyanın her yerinde bulunan Ezîdîler yıllık olarak haç, yeni yıl (Çarşemba Sor) ve bayram kutlamalarnı burada gerçekleştirirler. Ezîdlerin yaşamlarını, inançlarını ve ritüelerini konu alan sergi 19 Mayıs 2013’e kadar Kırkayak Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda açık kalacak“.
Kırkayak Sanat Merkezi, Kırkayak Kültür Sanat ve Doğa Derneği adı altında, iki yılı aşkın süredir Gaziantep’te kültür-sanat alanında faaliyet gösteriyor. Merkez film festivali, film gala - gösterimleri, söyleşiler, fotoğraf sergileri ve atölye çalışmaları gibi kültür sanat etkinliklerini gerçekleştiriyor. Dernek, aynı zamanda, Ortadoğu Kültürel ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi adıyla, Gaziantep'te Ortadoğu konulu kültürel ve toplumsal çalışmalar yapmayı hedefleyen bir merkezi de bünyesinde barındırıyor.
ÇAĞDAŞ ÖYKÜCÜLÜĞE AÇILAN PENCEREMİZ:
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL
Türk Edebiyatının önemli yazarlarından Esendal, 29 Mart 1883’te Çorlu’da doğdu. 16 Mayıs 1952’de Ankara’da yaşamını yitirdi..
Çocukluğu savaş yıllarına rastladığı için ve maddi sıkıntılar nedeniyle düzenli bir eğitim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi, Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi. Babasının ölümünden sonra çalışarak ailesine baktı. 1900′de gümrük memuru oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. Parti müfettişi olarak Anadolu’yu dolaştı. Anadolu ve Rumeli halkını yakından tanıma şansı buldu.
Çeşitli milletvekilliklerinden sonra 1941′de CHP Genel Sekreterliği’ne getirildi. 1945′ten sonra bu görevi de bırakıp sadece edebiyatla ilgilendi. İlk öyküleri Meslek gazetesinde yayınlandı. “Miras” adlı romanı da bu gazetede tefrika edildi. Siyasetçi ve edebiyatçı kimliklerini ayrı tutmak için yazılarında “M.Ş.E, Mustafa Memduh, Mustafa Yalınkat, M. Oğulcuk, İstemenoğlu” gibi takma isimler kullandı. “Ayaşlı ve Kiracıları” adlı romanıyla 1942 CHP roman yarışmasında dereceye girdi. 1946-1952 arasında Sanat ve Edebiyat, Seçilmiş Hikayeler, Ulus, Ülkü, Hisar, Pazar Postası, Türk Dili gibi gazete ve dergilerde yayınlanan öyküleriyle ünlendi.
Öykü ve romanlarında ele aldığı konular, kişiler çeşitlilik gösterir. Sıradan insanların gündelik yaşamları üzerinde durdu. Ev içi yaşam, aile ilişkileri, kahve mahalle ortamı ile köylülük gibi temaları işledi. Katı sınıf ilişkileriyle belirlenmemiş bir toplum özlemini dile getirdi. Olayları ve kişileri önyargısız, sevecen ve gerçekçi bir yaklaşımla ele aldı. Uzun boylu çözümlemelere girmekten kaçındı. Dilde yalınlığı, duruluğu benimsedi, konuşma dilini esas alan bir yazı dilinin öncülüğünü üstlendi.
Esendal'ın edebiyatımıza getirdiği en önemli yenilik, ele aldığı konuları büyük bir sadelikle işlemesidir. Bu konular, yine sıradan insanların yaşamları etrafında gezinir. Öykücülüğe başladığı ilk yıllarda, dilde sadeleşmenin öncüsü olan Ömer Seyfettin'in izinden giden Esendal, ustalık dönemine eriştiğinde, hem Ömer Seyfettin'den, hem de kendi çağdaşlarından daha sade ve düzgün bir dille yazmıştır. Uslübunda Çehov'un etkileri açıkça görülür. Hatta, bazı öyküleri, Çehov'dan yapılmış uyarlamalardır. Ancak bu etki, yazım tarzı, dildeki sadelik, kişilerin seçilişi ile sınırlı kalır. Esendal, Çehov'un karamsar bakışını tekrarlamaz. Kendi deyişiyle; insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanır, insanları yoğunmuş mutfak paçavrasına çeviren ve yeise düşüren yazılardan hoşlanmaz.
Esendal’ın asıl başarısı bir tek parti iktidarı yöneticisi olmakla birlikte, eşyaya, olaylara bakışta tek bir gözlük kullanmamasıdır. Toplumsal değişim ve dönüşümlerde yaşanan çalkantılara, bürokratik otoriteye, gerektiğinde muhalif gözüyle de bakabilmiştir. Bürokrasi, Avrupa, Batı yaklaşımları bunun en iyi göstergesidir. Aslında, mesleki temsil ve toprak konusundaki görüşleriyle muhalif bir yanı da vardır.
ESERLERİ: Roman: Ayaşlı ve Kiracıları (1934-1957) , Vassaf Bey (1983, ölümünden sonra); Öykü: Hikayeler 1. Kitap (1946, Otlakçı adıyla 1958), Hikayeler 2. Kitap (1946 Mendil Altında adıyla 1958), Temiz Sevgiler (iki cilt, ölümünden sonra 1983), Veysel Çavuş (1984, ölümünden sonra), Bir Küçük Çiçek (1984, ölümünden sonra), İhtiyar Çilingir (1984, ölümünden sonra)... Bütün eserleri 9 cilt olarak 1983-1984′te yayınlandı
MAHZUNİ ŞERİF, TÜRKÜLENE TÜRKÜLENE
AKMAYA DEVAM EDİYOR…
AKMAYA DEVAM EDİYOR…
Pir Sultan’dan Karacaoğlan’a, Nesimi’den Dadaloğlu’na zalime başkaldıran halk şiiri geleneğimizin son büyük ustalarından 17 Mayıs 2002’de yitirdiğimiz Âşık Mahzuni Şerif’i 8. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.
Mahzuni, yaşamı boyunca, tüm baskıcılara ve baskılara karşı haklıların sembolü olarak, “Bizim suçumuz şerefimizdir” demesini bildi.
Mahzuni, sazını eline aldığı günden bu yana, her türlü sömürüye karşı mücadelenin içinde birleştirici söz öğelerini kullandı. Âşıklık görevini yerine getirirken, halkın gözü, kulağı olma bilincini öne çıkardı hep.
Mahzuni, bazen durgun bir su, bazen coşkulu akan ırmak, mazlum, mahzun ama yürekli bir Anadolu çocuğu olarak sazının tellerine vurdu mızrabını.
Mahzuni, geri kalmış toplumların yoksul insanlarının yüz yıllardır oluşturduğu hayat felsefesinin içindeki, insanı yokluğa, uyuşukluğa götüren inanç motiflerini teker teker çıkararak, yerine toplumcu hayatın öğelerini koydu, sınıf çelişkilerini işledi:
"Bu koltuğa biraz daha yaslanın
Yeyin, için biraz daha paslanın
Yeryüzünü size veren aslanın
Ne bir mezarı, ne de taşı var"
ŞİİRİMİZİN ÖZGÜN SESİ EDİP CANSEVER
ŞİİRLERİYLE HAYATIMIZA SOLUK KATIYOR HÂLÂ…
Her türlü kümelemenin dışında, biçimde 2. Yeni’yi teğet geçen, içerikte hayat-toplum-birey üçgeninde uzun soluklu şiirleriyle bakışımızı zenginleştiren Edip Cansever’i 28 Mayıs 1986’da 58 yaşında yitirdik.
Edip Cansever hece ölçüsünden sürekli uzak durduğu için, kuşaktaşları gibi şiire heceyle başlayıp sonra serbest şiire geçiş bunalımı yaşamamıştır. İlk şiirlerinde birinci yeniden izler görülse de sonraları imgesiz şiir yazılamayacağını düşünerek bu akıma kendisini kaptırmaz. Cansever şiirinde ayrıntı gücü hemen göze çarpar. Kimi zaman neredeyse nesre yaklaşan şiirleri insanı kendi varoluşuyla yüzleştirir.
Cansever, şiir anlayışını şu sözleriyle somutlar: "Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım" Edip Cansever' in gerçek şiir serüveninin ilk ürünü olan "Dirlik Düzenlik", yer yer "Garip" şiirinin etkisini taşısa da daha sonra "İkinci Yeni" akımının şairleri arasında anılmasına neden olacak kimi özelliklerin de ilk ipuçlarını verir. Bir yandan da, alaycı bir söylem ve üstten bir bakışla zengin-yoksul ikilemini "Garip" şiiri yedeğinde işlerken, öte yandan sonraki yıllarda Cansever şiirinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alacak bireysel temalara yönelir. Söz konusu kitapta, şiirini toplumun sorunlarına açmak çabasında olan Cansever, ilk kitabındaki yüzeysellikten arınarak öze ve anlatıma ağırlık veren bir üslup edinme çabası içinde olmuştur. Hemen bir yıl sonra 1966' da yayımlanan "Çağrılmayan Yakup", anlatımcı (öykülemeci) şiirlerin ağır bastığı bir kitaptır. Şiirini, bir yandan yükselen toplumsal muhalefetin konu ve sorunlarına açan Cansever' in, imgeden görece uzaklaşarak şiirini "anlatım"a yaslaması, dönemin sosyal ve siyasal hareketliliği düşünüldüğünde kaçınılmazdır. Ama şiirinin asli ve değişmez eksenin yer verdiği "ben" ya da "birey" olgusu, Cansever şiirini özgün biçimde bir yerde tutar. Cansever, başkaldırının içerisinde yer alan, başkaldırı sonrasında gerçekleşecek dönüşümleri tutkuyla özleyen ve başkaldırı ruhundan beslenen bir bireyin şiirini yazar. Bu iç içelik nedeniyledir ki, "Çağrılmayan Yakup"tan dört yıl sonra yayımlayacağı, "Kirli Ağustos"ta, 1970 öncesi sol siyasi eylemlerin etkilerini, söz konusu eylemlerin içinde düşünsel ve duygusal varlığıyla yer almış birinin penceresinden yansıtır. Yine dört yıl sonra, 1972’te yayımlanan kitabı, "Sonrası Kalır" ise 12 Mart döneminde toplumsal planda yaşanan acıların ve etkisi 1980'li yıllara kadar uzanacak bir yenilginin ağıtlarıyla yüklüdür ve Cansever, "içerden" biri olarak, yapılan yanlışı sorgulamaya girişir.
Birer yıl arayla yayımlanan "Ben Ruhi Bey Nasılım" ve "Sevda İle Sevgi" adlı kitaplarında Cansever, toplumla birlikte bireyi de kıskacına almış bir karabasandan kurtulmaya çalışır gibidir. Bir yandan, duygu dünyasının olabilecek en uç boyutlarına doğru engel tanımayan bir yolculuk başlatırken, öte yandan bilinçaltının kıyı bucağında gizlenmiş ne var ne yoksa hiç çekinmeden şiirine taşır. "Ben Ruhi Bey Nasılım"la ilk kez "Tragedyalar"da denemiş olduğu "dramatik şiir" kalıplarını yeniden kurarak varoluşçuluk ve nihilizmden izler taşıyan şiir anlayışının doruğuna çıkar. Şiir dili ve imge kullanımındaki arayışlardan vazgeçmiş gibidir; özellikle "Yerçekimli Karanfil"den başlayıp "Sonrası Kalır"a kadar hiç durmaksızın geliştirdiği şiir tekniklerini daha işleyip derinleştirerek "Edip Cansever Sesi"ne ulaşır.
“bir rüzgar, bir fırtına gibi esecek gül
yıllarca esecek belki
ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah
göreceğiz ki
biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha
geceyi, gündüzü, yıldızları
görmemişiz hiç
tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla.
öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
göreceksiniz nasıl
güller güller güller dolusu
nasıl gül kokacağız birlikte
amansız, acımasız kokacağız
dayanılmaz kokacağız nefes nefese.”
EDİP CANSEVER / “Gül Kokuyorsun” şiirinden
JOSE MARTİ KAVGAMIZDA DİNMEYEN SESTİR…
28 ocak 1853'te Havana'da doğan Jose Marti'nin babası İspanyol, annesi ise Kanarya Adaları'ndandı. 16 yaşında "özgür vatan" adlı bir gazete çıkardı. İspanya'ya karşı bağımsızlık savaşımı verenlerden olduğu için 17 yaşında tutuklandı ve 6 aylık kürek cezasından sonra İspanya'da Madrit'e sürüldü. Madrid'te Zaragosa Üniversitelerinde hukuk, felsefe ve filoloji eğitimi gördü. 1874'te Latin Amerika ülkelerini dolaştı.yaşamının büyük bölümünü sürgünde geçirdi.
1878'de Kübalı toprak sahiplerinin ispanyollarla anlaşması nedeniyle sona eren savaş ve çıkan af ile ülkesine geri döndü. 1878'de evlendi, bir oğlu ve bir kızı oldu. 1880'de Kuzey Amerika'ya geçti, göçmen olarak yaşadı. Yıllarca şiirler, kitaplar ve gazete makaleleri yazdı. Aynı zamanda siyasi eylemlerini de sürdürdü. Gizli siyasal faaliyetinden dolayı iki kez yine tutuklandı. Daha sonra NewYork'a yerleşti. Buradan Buenos Aires'te çıkan La Nicion adlı gazetede ona ayrılan köşedeki yazılarından dolayı ünü bütün Latin Amerika'ya yayıldı. 1892'de Partido Revolucionario Cubano (Küba Devrimci Partisi) kuruldu ve Marti, PRC'nin temsilciliğine seçildi; aynı zamanda Patria (Vatan) adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. 1895'de Küba halkını bağımsızlık savaşına çağıran ve partinin manifestosu niteliğinde olan Monte Kristo Bildirisi'ni kaleme aldı.
1895'de Kübalı yurtseverler bir kez daha İspanya'ya karşı savaş hazırlıklarına başlamıştı. Marti Küba'ya döndü ve 1 ay sonra 19 Mayıs 1895'te arkadaşlarıyla birlikte küçük çaplı bir çatışmaya girdi ve çatışmada İspanyol askerleri tarafından öldürüldü.
Jose Marti yaşamını, Küba'da İspanyol sömürge yönetiminin sona erdirilmesi ve Küba'nın ABD dahil başka ülkelerin egemenliği altına girmemesi için savaşıma adamıştır. öğretisinin özü, kişi özgürlüklerine saygılı olmayan ve yalnızca zenginliklerini büyütmeyi gözeten yönetimleri uyarmaya ve karşı çıkmaya dayanmaktadır. Yapıtlarında bütün despot yönetim düzenlerini ve insan haklarına karşı uygulamaları kınamıştır. Onun yazıları demokratik gelişmeye yol göstericidir. Marti'nin, edebiyat ve siyaset arasındaki ilişkiye getirdiği düşünce; yazmak, konuşmak, "yaratma"nın bir biçimidir; ama değişik bir biçimidir; değişik bir "yaratma"dır, eyleme katılmanın paralel bir biçimidir.
Kısa süren ömrü boyunca, birkaç siyasal kitapçıkla incecik şiir kitapları Abdala (manzum dram) 1869'da, İsmaelillo (Mahvolan Dostluk, otobiyografik roman) 1882'de, Versos Sencillos (Basit Şiirler) 1891'de ve Versos Libres (Özgür Şiirler) 1913'te ölümünden sonra basıldı.
KABARAN BİR DALGA GÖRDÜĞÜNDE SEN
Kabaran bir dalga gördüğünde sen
Şiirimi görüyorsun demektir
Yükselir göğe, fakat bazen
O hafif ve uykulu bir yelpazedir
Öyle bir hançerdir ki şiirim
Çiçeklenir elde kabzesi
Şiirim bir çağlayandır
Suyu berrak, kristal gibi
O fışkıran bir yeşilliktir
Pırıl pırıl; ve alev kızıllığında.
Şiirim yaralı bir geyiktir
Bir sığınak arayan ormanda
Şiirim kardeştir cesarete
Yalın, içten ve özlüdür
O, kendisinden kılıç yapılan
Çelikle aynı örste döğülmüştür.
JOSE MARTİ (Çeviri:Ataol Behramoğlu)
NURHAK’TA UMUDA TIRMANANLARI UNUTMADIK! UNUTTURMAYACAĞIZ!…
Ocak 1971’de Malatya’nın Akçadağ civarındaki dağlık bölgeye yerleşerek eğitim çalışmasına başlayan 20 kişilik THKO grubunu Sinan Cemgil komuta ediyordu. Mayıs ayının son günlerinde biten eğitimden sonra keşif gezileri yapılmaya başlandı. 31 Mayıs günü muhtarın ihbarı sonucu keşif kolu jandarma tarafından kuşatılınca çatışma çıktı. Çatışma sonucunda THKO önderlerinden Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan yaşamını kaybetti, Mustafa Yalçıner ile Hacı Tonak yaralandı.
Sinan Cemgil’in annesi, oğlunun cenazesini almaya geldiğinde, onları “eşkıya” diye nitelendiren köylülere şöyle seslenmişti: “Bu oğlum Sinan... Bunlar da onun arkadaşları (Kadir ve Alpaslan) , kardeşleri.... Onlar da oğullarım... Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı birer güzel insandı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. Size yalan söylüyorlar. Onlar eşkiya değildi”
Sinan Cemgil ve arkadaşları, sosyalizm kavgamızda bizlere göz kırpan birer kızıl yıldızdır şimdi!...
“Zincire, kelepçeye, kurşuna teşne bilekler,
İsyanın türküsünü söylettiler destanlaşan mavzerlerine…
Mavzerin namlusundan doğacak bir güneşin özlemi
yansıyordu gözlerine…
Güz vurdu ışıklı yüzlerinize
Esti yüreklerinizde kahrın kara yelleri
Başınıza üşüştü cehennem zebanileri
güneşe gölge düştü!”
A. Z. ÇAMUR
İBRAHİM KAYPAKKAYA KAVGAMIZA IŞIK TUTUYOR…
1973 yılının Ocak ayı sonunda, Dersim'de, -Vartinik Köyünün Mirik Mezrası'nda- devletin kolluk güçleriyle çıkan çatışmada arkadaşı Ali Haydar Yıldız düşerken, boynundan yara alan İbrahim Kaypakkaya, daha sonra bir ihbar üzerine tutsak edildi.. Her türlü işkencelere direnen İbrahim Yoldaş’tan sır alınamayacağını gören Faşist katiller dört ay süren yoğun işkenceler sonucu konuşmayacağına emin olduktan sonra, İbrahim'i, 17 Mayıs'ı 18 Mayıs'a bağlayan gece kurşunlayarak katlettiler.
O, katledildiğinde henüz 24 yaşındaydı. Ama İbrahim Kaypakkaya'nın önemli bir önder olmasını sağlayan esas şey, ne onun gençliği ne de işkencede ser verip sır vermemesiydi... İbrahim'i, döneminin tüm devrimci önderlerinden
ayıran temel farklılık, Türkiye üzerine hazırladığı tezler ve yaptığı incelemelerle yeni ve özgün, o dönem ilk kez ağza alınan strateji ve saptamalar bırakmasıdır. 20 yaşında, Çorum ili sosyal sınıflar ve ekonomik yapıları üzerine inceleme hazırladı. O döneme dek sola yapışık gezen "kemalizm"in karşı devrimci konumunu saptayıp “sol” üzerinden fiskeleyip atan ilk devrimcidir Kaypakkaya... Ve 24 yaşında, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını ortaya koyan ve onların dilerlerse ayrılma haklarını kabul edip açıkça dillendirebilen ilk Türk sosyalistidir... Gene 24 yaşında, Türkiye koşullarına uygun ilk devrimci analizi yazan kişidir... Kaypakkaya, diğer devrimci önderlerden de öte Türkiye Solu'nun namusudur! Birçok konuda hâlâ bugün Türkiye'nin devrimci yapısına Kaypakkaya’nın tespitleriyle doğru bakabiliyoruz. Son 40 yıl içinde Türkiye solu'nda onun kadar özgün ve geniş perspektifli önder ne yazık ki çıkmadı.
(RESİM DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ)
“Halk tava gelmiş toprak gibidir, bizler de sağlam ve yeşermeye hazır tohumlar olmalıyız.”
NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder