YARALI KALEMİN KANI KESİLDİ
GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ
Ahmet Erhan’ın Ardından
“Yanıbaşımda ölüp gitti dostlarım, ben bakakaldım
Gözyaşlarının da bir yerlere gömüldüğü görülmüş müdür?”
Ahmet Erhan
Bizim kuşağımız, on yılda bir kopartılan zulum kıyametlerinin en zorlularından birini yaşayarak çıktı. Bizim kuşağımız, binlerce ölü ve yaralı, sakat ve psikolojisi çökmüş insan bıraktı; hayır bırakmadı, yüreğinde bir yara gibi taşıdık acılarımızı, kalanlarımızı, gidenlerimizi… Kalabalık yürüyüşlerden, korsan mitinglerden, silahla taranmalardan, işgallerden ve direnişlerden; sobasız gecekondularda okunan jakoben kitaplardan, Makarenkolardan, Leninlerden, Mayakovskilerden, Nerudalardan, tabii ki Nazım, Hasan Hüseyin, Lorca, Ritsos, Enver Gökçe, Aragon, Ahmed Arif, Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Ali Asker ve Şivanlardan geldik. Yasımı Tutacaksın, Fabrika, Kızıl Kayalar, Seni Halk adına Ölüme Mahkûm Ediyorum gibi dünyanın her köşesinden kalın romanlar okuduk. Onbinlerin arasında faşizme karşı atılan sloganlardan, bir ekmeği, bir cigarayı beş kişinin paylaştığı zamanlardan; kaçaklıktan, yasak yayınlardan, aranma ilanlarından, gece yarısı baskınlarından, deli kasırgalardan geçti yolumuz. Savrulduk ve damgasını taşıyoruz acının bedenimizde, ruhumuzda, yüreğimizde. Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin inancını silah diye kuşanıp, Rodrigo’nun gitar konçertosunda hüznü burkulanların, Kaypakkayaların direnciyle bilenenlerin, Bütün zulum ve acılara direnenlerin kuşağıdır o sürek avlarında yağmalanan gençlik. Aşkları yarım, yaralı, kanadı kırık; düşleri kanamalı ve onyıllar geçse de, sisteme bir türlü alışamayan, uyum sağlayamayan, gençliği darmadağın edilmiş, o güzel insanlarız biz. Uzun yaşamalara meraklı olamadık, düşlerimizin süngüsünü, umutlarımızın bayrağını hep dik tuttuk… Kalabalık güvercin katarlarıydık, ama kurşunlarla, tuzaklarla saçıldık, Evet, Yaşar Kemal’in dediği “o iyi insanlardık” ama her birimiz, çok uzaklarda, benzerlerinin olduğu inancıyla, yalnızlığa, sistemin köpekliğini yapanlara, posalaşmış, dışkılaşmış kişiliklere, direnen, ıssızlarda tek başına kalanlardık… Fire verdik, pek çok insan, mevcut koşullara göre renkten renge, kılıktan kılığa girdi, her sisteme oturan, birer makine parçası, birer cıvata oldu… Giderek karşıtına dönüştü, ruhunu şeytana sattı… Rahat, huzurlu, lüks, konforlu yaşamakların deveyi yardan atlatan çekiciliğinde, Kafka’nın hamamböceğine dönüştü… Bu bütün çağlarda var olan, sınıfsal insan diyalektiğinin, kaypaklıkla dansıydı; yalnızlığı, tecridi seçenler, ölüm korkusunu da, kendi gemisini kurtarıp kaptan olmayı da çok öncelerden geride bırakmışlardı zaten…
Kendimi şanslı sayıyorum, Zafer Çarşısında küçük çay ocağında nice insanlar tanımak bir şanstı. Ahmet Telli hep oralardaydı,79,80 li yıllarda,Ortak duyguların, inançların, kavganın, sevdanın, düşlerin, yenilgilerin yürek terini paylaştığımız, yazık ki çok zamansız bu dünyadan göçen yiğit dostum Adnan Yücel de oralardaydı, sanat, şiir,tartışırdık,konuşurduk ayaküstü çay içerken akşamüzerleri, Ahmet Erhan, Ankara’da Zafer Çay Ocağında, o gücenikliğini saklamaya çalışan yüzü, ıssız ve öksüz çocuk gözleriyle çay içerken gülümsüyor hâlâ …
Ölmek, kıymeti harbiyesi olmayan bir şeydir; erken ölmek en çok bizim kuşağın payına mı düştü, yoksa bana mı öyle geliyor. 1940 kuşağının çektiği acıları okuyoruz kitaplardan, dayanılmaz zulumlar…80 kuşağı belki de en çok ölen, birçoğu yaşarken ölen, birçoğu katledilen kuşak. Önemsizdir evet, çünkü çok arkadaşımız 20’li yaşlarda gitti. Lakin geride düşlediği bir dünya bırakamamanın acısı ve kendi yaşamının bir türlü düzen tutturamaması koyar insana. Beceriksizlikten değil, sistemin “delisi” olmanın sonucudur belki de… Sistem, hangi sistem olursa olsun, ona ters düşen, delidir, meczuptur, sorunludur, uyumsuzdur: egemen ideoloji onlara bu tür adlar verir, karşıtlarını taşlar, dışlar…O başından küskünlüğün, yenilmiş yaşamların yüreği kırık şairi oldu… İlk çıkışında da bu yanıyla çokbilmiş küçükburjuva şuarası onu yadırgadı…
“Umutsuzluğun, karamsarlığın şairi” olmak kolay değil… Hepimiz özel yaşamlarımızda, daha anamızdan doğmadan yenik ama güzel günlere inancımıza sımsıkı bağlı insanlardık… Bir devrimci, yenilirdi, ama umutsuzluk, ona göre değildi… Öyle düşünüyorduk.
Ahmet Erhan, Alacakaranlıkta Ülke ile ilgili olarak yapılan bu tür eleştirilere yanıt verirken, o günün koşullarının alacakaranlık olduğundan söz açıyordu. 81 yılının martında,
" O zamanlar her şeyde bir alacakaranlık vardı. Ve o alacakaranlık önceleri bir ülkenin görünümünü simgelerken, daha sonra tüm insansal ilişkilerin içine sızdı. Bir toplumsal değer karmaşası, bir belirsizlik ortamının içine sürüldük. Bu kitap bir anlamda, bu alacakaranlığın yoğunluğunu şiirin olanakları ölçüsünde vermek savında. Bir ozanın yaşamında ilk kitap her zaman sevindirici ve ilerde de anımsanması gereken bir olaydır. İçtenlikle söylemek gerekirse, ben şu anda bu sevinci duyamıyorum. Benim kuşağımın tarihi, insan yaşamını hiçe saymaların, ölümün tarihidir. Buradaki şiirlerin yazıldığı koşulları kim bilmiyor ki? Ülkemiz bir toplumsal çılgınlığın içine sürüldü. Öyle bir an geldi ki halkımızın en insanca, en demokratik özlemlerinin birtakım zorbalar tarafından silah sesleri aracılığıyla bize anımsatılmasına; ya da yine aynı yöntemle benzer zorbalar tarafından o özlemlerin boğulmak istenmesine tanık olduk. Binlerce insanımızı öldürdüler. Gerçek bir alacakaranlık, tedirginlik ve korku ortamının içine attılar ülkemizi.
Bir ozanın bu ortamdaki görevi ne olmalıydı? Ya, tarih önünde haklı çıkmak adına gelecek güzel günler edebiyatını sürdürmek; ya da yaşanılan dönemi tüm insani boyutlarıyla sergilemek. Bu nedenle ben, bir politik seçimden çok, başlangıçtan bu yana bir insanlık durumunu seçtiğimi belirtmek istiyorum. Bunun içinde umutsuzluk da vardır, ölüm korkusu da, karşı çıkma duyguları da... Günde onlarca insanın öldürüldüğü bir ülkede umutsuzluğa yer yoktur demek, içtenliksiz bir davranış olarak görünüyor bana.
Bilemiyorum, alacakaranlık belki de yalnızca bu kitabın sorunsalı olarak kalmayacak; hiç değilse başka düzlemlerde duyuracak kendini. Ve biz, belki yaşamın sonsuz bir alacakaranlık olduğuna inanmaya başlayacağız. Ben hiç değilse şu an için bir çıkış yolunun bulunduğuna inanıyorum. Benim kuşağım, bu ülkenin genç insanları artık halklarına ölerek yaklaşmak istemiyorlar çünkü. Şiirin toplumcu olması için de bir kargaşa ortamı gerekmiyor; hiçbir dönemde de gerekmedi.” diyor. Bu düşünceler her zaman tartışılabilir.
Koşullar çetindir,devrimci olmak,tarihin her döneminde,zoru seçmek,var olan sistemlerin karşısına dikilmek,yargılanmak,sürülmek,uzun yıllar mahpus yatmak,hatta kurşuna dizilmek,sürülmek,idam edilmek;olmazsa tecrit edilmek, ötelenmek, dışlanmak,taşlanmak olmuştur. Devrimci duyarlılığı, insan duygularının uç noktalarında yaşayan sanatçılar,bundan payını fazlasıyla almıştır dünyanın her yerinde…Dünyanın her yanında bunu yaşadı devrimci ozanlar. Güney Afrikalı, Benjamin Moloisi’den Lorca’ya kadar asılanlar, derisi yüzülen, Nesimi, Hallacı Mansur, Pir Sultan, Onlarca yıl zindanlarda yatan Nazım, tecrit edilip bütün yaşamını ızdırapla geçiren, ama umudunu yitirmemiş Enver Gökçe bir anda aklıma geliverenler.
Bu kadar zulum altında, ikiye ayrılıyoruz demek ki; bir bölümü, zulme karşı, öfkesini büyütüyor, sonuna kadar haykırıyor; bir kısmı ise duygusallığın derinliğinde kendi içlerindeki acıyla baş başa kalıyor şairlerin. Bu ikinci grupta olanlar, yenilgi gerçeği içinde çıkmazlara düşüp -ki yadırgamıyorum bunu- yaşarken yavaş yavaş ölüyor. Kişisel yaşamın sunduğu koşullar, her insanda bulunduğu sosyal ortama göre farklı olduğundan, yalnızlığa, kimsesizliğe, acıya dayanıklılık da farklı oluyor. Bunları Ahmet Erhan’ı ya da Yesenin’i yargılamak için yazmadım. Yalnıza genel bir tespit.
Ahmet Erhan, sonraki yıllarda da alacakaranlıktan çıkamadı kanımca; gerçi ülke her zaman alacakaranlık, çok zaman da karanlıktaydı aslında. 12 Eylül faşizmi, bütün koşullara rağmen direnenlerin, işkencehanelerde çarmıha gerilerek, filistin askılarında direniş destanları yazanların da gerçek olduğu bir dönemdir. Bu ülkede her zaman direncin yumruğunu, kolu kopartılsa da sıkan ve dik tutanların yaşadığı bir ülke olmuştur.
Bana nedense Sergey Yesenin’i anımsatıyor, ölümünü duyup da yüreğim paramparça olandan beri… Bozkırlardan kentlere gelmiş de yabancı kalmış boynu bükük Yesenin… Bu ülkede her şairin biraz Nazım, biraz Ahmed Arif, biraz Attila İlhan olması gibi, biraz da Yesenin, Mayakovski ve giderek biraz da Ahmet Erhan olduğunu düşünüyorum. Ölümle arasında hep bir örümcek ağından daha ince bir perde olmuş, yaşamı bir rüzgârda savrulmaya hazır Ahmet Erhan dizelerinde dolaşıyorum.
“Alnıma dövülürse kara bir yalnızlık gibi ölüm
Arkamdan üç kulfallahi bir enam okunsun
Sonra naaşım Tekel kibritiyle yakılsın
Nasılsa gözyaşları söndürür
Hayır hayır hayır hayır
Bırakmayın, beni ölüm götürür...”
Arkamdan üç kulfallahi bir enam okunsun
Sonra naaşım Tekel kibritiyle yakılsın
Nasılsa gözyaşları söndürür
Hayır hayır hayır hayır
Bırakmayın, beni ölüm götürür...”
Bırakmayın beni, diyor ama insanlar bırakır. Hele şairsen baştan terk edilmiş oluyorsun. Duyguların okkayla satıldığı çağlarda, duygu sarraflarının okkası ne eder ki... Doğru düzgün bir aşk bile etmez. Bırakırlar ve ölüm alıp gider. Buyurun üç kulfallahi bir enam...
Acı çekiyor olmalı. Issızlık, dip, yalnızlığın aşılmaz karanlığı; acı içinde... Düşünüyor, nasıl diner...
Sarı peruka takmış bir acı
Sokaklarda sürtüyor boyuna, barlarda benim adıma beş tek bir duble konuşuyor
Ancak ölümle diyor, ancak ölümle sağalır yara
Sokaklarda sürtüyor boyuna, barlarda benim adıma beş tek bir duble konuşuyor
Ancak ölümle diyor, ancak ölümle sağalır yara
Her şair bilir bunu, eğer şairse, İster umudun bayraktarı, direncin meşalesi olsun, bilir her şair, acının ancak ölümle biteceğini. Çünkü acıyı en çok içinde taşıyan insan türüdür şair, aşkı da, umudu da, umutsuzluğu da, köşe bucak tanır. Ama bir yerlerde acılı,çilekeş bir ana vardır Ahmet Erhan’ın sanırım ilk kitabında:
….Bana böylesi garip duygular
Bilmem niye gelir ,nereye gider?
Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar
Bu gün de ölmedim anne.
Bilmem niye gelir ,nereye gider?
Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar
Bu gün de ölmedim anne.
….
Dediği..”Oğul” şiirinde ise:
Anne ben geldim,yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bi adam
….
Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..
Dediği ve benzeri dizelerde hep anacığına sığınır ,ne kadar uzakta da olsa ,ne yapacağını bilemediği girdaplarında hayatın.
Değilse,Ahmet gibi,bir tür,payına,var olan dünyanın yalnızı olmak düşmüş,yaşamın öksüzü,bir türlü düzen tutturamamış,bir başka ozan, anasına yazdığı bir şiirde:
“Dua öğretme bana. Lütfen, anne!
Geri dönüş yok, gücün neyse dayan.
Tek sensin destek ve avuntu bana,
Tek sen, büyülü bir nurla parıldayan.
Unut kaygını, lütfen. Böyle dertlenme
Hatırım için, tatlım, kendini yıkma.
Sırtında pejmürde hırkanla sık sık
Lütfen, böyle yol beklemeye çıkma.
Geri dönüş yok, gücün neyse dayan.
Tek sensin destek ve avuntu bana,
Tek sen, büyülü bir nurla parıldayan.
Unut kaygını, lütfen. Böyle dertlenme
Hatırım için, tatlım, kendini yıkma.
Sırtında pejmürde hırkanla sık sık
Lütfen, böyle yol beklemeye çıkma.
diye kanayan, Yesenin’in intiharını eleştirirken , “zor olan yaşamak, ölmek kolay” diyen Mayakovski, ( burada kendi yaşadığı acının derinliğini de göstermiyor mu), intihara karşı çıkarken, kendi canını almazdı. Şiirlerinde anasını yoksul kadınların simgesi haline getiren, çamaşırcı kadının oğlu Macar şair Attila József , “Şiir, yaralı bir insanın soluğu” tanımıyla pek çok şairin yaşadığı kaosların atmosferini özetler gibi. Zaten sonunda o da kendi canını aldı, intiharla…Sylvia Plath, işte zor anlarından birinde, Ahmet Erhan’ın konuşmak istediği, ama çoktan kendi hayatına son vermiş bir şair o da… Cebinde uluslar arası jetonu olan Ahmet Erhan;
Sylvia Plath'ı arıyorum, mezarında buluyorum konyağını yudumlarken
Bana daha bir incelmiş, ne bileyim daha bir güzelleşmiş gibi geliyor
Thank you very much! diyorum ve jetonumun soluğu tükeniyor
Bana daha bir incelmiş, ne bileyim daha bir güzelleşmiş gibi geliyor
Thank you very much! diyorum ve jetonumun soluğu tükeniyor
Ölümün karanlık yüzünü iyi tanıyor…(Uzun olduğu için buraya aktaramayacağım “Hayır Hayır Hayır” ,adlı şiirinden söz ettim,tümünün okunmasını öneririm)
Baştan yenilmişleri, kişisel yaşamlarında yenilmişleri, kişiliği, duygu dünyası öyle akanları yargılamak suçtur… O öyledir...
“İpince akardı gönlün oralara buralara
Kolunu yitirmiş bir yen gibi kaldın”
Kolunu yitirmiş bir yen gibi kaldın”
Diyecek ne kalıyor geriye…
Belli Metin Altıok’un
Dolaştım yıllardır şurda burda,
Ucuz otellerde kaldım.
İğne iplik taşıdım yanımda,
Bir düzen tutturamadım.
Kadınlar da oldu elbet yaşamımda,
Biri hariç hepsini bağışladım.
Sınadım kendimi karşılıklı acıyla,
Ben hep ölüme ve aşka inandım.
Bir şey var dokunur bana;
Yüzüme uymayan iğreti adım.
demesinden farkı ne?
Nedense bana hep intihar etmiş şairleri anımsattı Ahmet’in gidişi. Haksızlık mı yapıyorum, bilmiyorum. Biçimsel anlamda geçmişin şiir mirasıyla kavgalaşmayan bir özgüven vardır onun şiirinde. Alçakgönüllülüktür ki, bu her şairde olması gereken birincil özellik. Yaşıtlarıyla aynı görünümü sunar, takım tutar, içer, bağırır; öte yandan Attila József gibi anası en yakınıdır dizelerinde. Belki de intihar etmiş şairlerin aklıma gelivermesi, bizim kuşaktan pek çok insanın, 80 kıyametinden sonra ağır ağır ölmesiyle ilgilidir. İlk kitabında “Bu gün de ölmedim anne” diye başlayan süreç, onun şiirinin bütün aşamalarında sürüp gidiyor sanki... Belki de çoktan ölmüştü Ahmet Erhan, şiirlerindeki acı, yalnızlık ve ıssızlıkta; terk edildiği yerde, yaşamın onu terk ettiği yerde… Şiirlerinin yaşayacak olması umurunda bile değildi, Yüz yıl sonra anılacak, okunacak olması, tanınmış olması, aldığı ödüller, umurunda bile olmadı. O yaşadığı acıyı, ıssızlığı, küskünlüğü sadece, hep kanadı ve yazdı. Dindi artık içine akan gözyaşları, kâğıtlara kanayan yaralı kalemin kanı kesildi…
Uzun ama bir şiirini yazmadan edemeyeceğim:
Uzun Bir Şiirin Son Dizeleri
hayatı bir gömlek gibi sıyırsam mı üstümden?
yüreğimde kuyruğunu bırakıp giden bir kertenkelenin tedirginliği
ya da yollar yollar yollar boyunca
bastırıp dursam mı yarama ellerimi?
o kadar kolay değil unutmak
ölüm bile istemez olur adamı gün gelir
son anda göze ilişen bir çiçek
uzaktan duyulan bir çocuk sesi.
kan mı tutuyorum avuçlarımda?
yoksa ufaladığım güllerden mi?
(nerden geldi bu kırmızılık?)
ölüme en uzak bildiklerimiz bir bir ölüyor.
mezarlığa giden yolda ayak izlerimiz çoğalıyor.
(nerden geldi bu karamsarlık?)
bağırıp çağırmayı o ölülerin anılarına yakıştıramıyorum
söylevleri de dinlemiyorum artık
sen ölmedin yaşıyorsunları.
o ölüleri yaşatacak olanların çoğu
kapılarını erkenden örtüyorlar akşamları.
o kadar kolay değil kurutmak
yaşlarla dopdolu gözlerini anaların
yumruklarımız bir bayrak gibi dalgalansa da
bakışlarımız uzak bir yerde dişlerimiz kenetli.
ölümse eşikte soluk soluğa
ve nicedir silah sesleri boğuyor
bu dünyanın en güzel sözlerini.
ii
her yazdığım şiiri son kez okuyup sonra yakmak isterim
ya da son bir şiir yazıp bırakıp gitmek
beynimde yaralı bir cırcır böceği var
tek dileği bir türkü daha söyleyip ölmek.
iii
yaşamayı nasıl kanıksıyorsam ölümü de kanıksıyorum artık
(başkalarının değil kendi ölümümü)
şurda bir silah patlasa onun önüne ilk atılacak olan benim
şurdan bir tren geçse ancak beni ezer bu dünyada.
iv
belki bu kapanan bir dönemdir hayatımda
bilmiyorum belki de hayatımdır kapanan
belki ölür bir kurt olurum kırmızı bir elmanın içinde
yaşarım ya da ve taşırım o kurdu ölünceye dek yüreğimde.
v
ölümle hayatın arasında bir yer varsa ben oradayım
bekliyorum gökyüzüne doğru açmayarak ellerimi
ve bilmeyerek neyi beklediğimi.
vi
sözcükler taşa dönüşüyor boğazımda
ve sular akıyor dört bir yanımdan iğrendirici bulanık
herkes o sulara girip yıkanıyor güle oynaya
ben mırıldanıyorum: şiir yazmayacağım artık!
beynimdeki yaralı cırcır böceğini usulca elime alıyorum
o bulanık sulara atıyorum
vii
beni bir denizin kıyısına bırakın
bir portakal ağacının dibine ya da
ne olur onun dallarına uzanıp kalayıp
belki yeniden bulurum türkümü
-o yitirdiğim türkümü
bütün bu sözler benim değil çünkü
beni bir denizin kıyısına bırakın
bir çakıl taşının içine gömün orada
o zaman ölmüşsem bile ağlamayın
deyin: -son türküsü ölümdü!
viii
bir sevgilinin yüzü sızar gecenin karanlık duvarlarından
benim ol ve beni bir gecede yeniden doğur derim ona
mezarım ve beşiğim olsun rahmin
bir gecede sevgilim sabahında anam ol
sana hiç dokunulmamış şiirler söyleyeyim.
seni uçurumun kenarında tutunduğum dal bileyim.
ix
geceydi. aldı başını avuçlarına.
serdi sonra kucağına bugüne dek yazdığı bütün şiirleri
gün ışıyana kadar hepsini bir bir okudu.
sabahtı. ki sabah yeniden başlamanın öteki adıdır çoğu yerde
o bunu da tersinden anladı
kibriti çaldı yazdığı bütün şiirlere.
sonra ağlarmışcasına kendi ölümüne
uzun uzun ağladı.
x
uzun bir şiirin son dizesindeyim
bir sağnağın son damları kaldı içimde
bağıracak gücüm yok fısıldasam kimse duymuyor
sokaklara çıkıyorum ellerim yüreğimde
benim gördüğüm şeyleri kimse görmüyor.
bir nehir denize kavuşuyor düşlerimde
kanım damarlarımdan sessizce çekiliyor
bir şeyler sorup yanıtlıyorum kendi kendime:
-ölümün olmadığı o ülke nerde?
-ölümdür ölümün olmadığı tek ülke!
uzun bir şiirin son dizesindeyim.
artık yeni bir şiire başlayabilir miyim?
xi
bitiriyorum burada
bütün silahlarımı içime akıtarak
beni bu hayata bağlayan halat gitgide inceldi
ve gitgide soldu yüzüm
aramam gereken dostlarımın adreslerini unuttum.
ay ışığı alnıma vurmuyor geceleri
yıldızlara artık bakamıyorum.
bitiriyorum burada
bütün işlerimi görmüş gibiyim
yazmış gibiyim bütün şiirlerimi
bakıyorum tamamlanmış bir yapıya
artık sevmiyorum dalgalı denizleri
kuşların kanat çırpışları da içimi gıcıklamıyor
beklemiş gibiyim yıllar boyu
bulmuş gibiyim özlediğimi.
bitiriyorum burada
boğazımda patlamamış bir çığlık
bağırmak ağlamak yok artık
uzun bir şiirin dizelerini bir bir yaşadım
uzun bir şiir oldu hayatım
ben niye kimselerin ağlamadığı yerlerde ağğladım?
kopardığım çiçeklerden niye hep kan fışkırdı?
ben sokağa çıktığımda kapılar kapanır
anneler içeri çekerlerdi çocuklarını
irmak aktı denize yaprak toprağa düştü
bana çakıl taşları bana kuru dallar kaldı.
bitiriyorum burada.
artık hiçbir şey sorma.
xii
dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin
sesini arıyor şimdi unutulmuş bir yazın kuruyan dallarında
masasını topluyor kitaplarını sigarasını
yazı makinasını kapatıyor usulca
dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin
onu artık kim sorar kim anımsar?
soluk dergi sayfalarında kalmış birkaç şiiri
nasılsa bir yerde su eritir ateş yakar.
dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin
bir portakal çiçeğinin koynundaydı doğumu
karlarına gömülürken dumanlı bir kentin
belki bundan uzak bir denizin inleyişleri duyuldu
dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin
bir yaşam boyu yarasını sözcüklerin ardına sakladı
sevdi çoğu insanı tükenircesine sevdi
çoğu sevgisinde yanıldı
sorarlarsa onun karların üstüne düştüğü yerden
bir portakal ağacı fışkırdı dersin
kanı özsu oldu dallara yürüdü
öldü dersin ölümü uzun bir gülümseyişe dönüştü
Hoşça kal 80 kuşağının yaralı çocuğu, Hoşça kal yenik yanlarımızın sızlaması, kırık kanatlarımızın sancılı sesi, hoşça kal... Ve yalnız ve uzak ve kederli dizelerin şairi…
Seni unutmayacağız...
ADNAN DURMAZ
05.08.2013 05:34
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder