YILMAZ GÜNEY (İLE ZULMÜN YILDIRAMADIKLARI) HAKKINDA…[1]
“İnsan sözcüğü
bir fiildir.”[2]
İsmiyle müsemmaydı; Yılmaz’dı; yıldırılamayanların yılmaz yoldaşıydı; komünistti; halktan biriydi; bizimdi; bizdendi…
Rosa Luxemburg’un, “Özgür insan, başka türlü karar verme imkânı olan insandır,” tarifindeki gibi farklıydı; özgürdü ve tıpkı Aristo’nun, “… ‘İyi bir insan olmak’ ile ‘iyi bir yurttaş olmak’ asla aynı şey değildir,” deyişindeki üzere “yasalar”ın asi ilan ettiği bir isyancıydı…
Liberallerin “zırvaları”nı, “hezeyanları”nı bir kenara bırakırsak; Ona dair konuşmak, her zaman “zor”dur “zor” olmasına da; geleceğin önünün açılması için “zorunludur”…
Size nasıl gelir bilmiyorum? Ben Yılmaz’ın öldüğüne inanmayanlardanım…
Yılmaz, öldürülmesi mümkün olmayan bir halk gerçeğidir.
Halkın gerçeği ise, sonsuza dek ölümsüzdür Tanrılar Dağı’ndan ateşi çalan Prometheus, Spartaküs, Kawa, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan, Tupac Amaru, Che, İbo, Deniz, Mahir, Mazlum gibi…
Evet, Yılmaz Güney birçok mücadeleci Yılmaz hayatın toplamıdır; Onda birçok yılmayan yaşanmışlığın karakteristik çizgi ve öğelerini bulabilir, görebilirsiniz…
Halkın davası ve mücadele imgeleri yok edilemez; evet, evet tam da bunun için ölümsüzdür Onlar…
Örneğin Fransız yazar Simone de Beauvoir, ‘Tüm İnsanlar Ölümlüdür’ başlıklı romanında, ölümsüzlüğe yazgılı Raymond Fosca’nın hikâyesini anlatırken, “İnsan denilen varlık bu dünyaya niçin geldiğini bilmez ama bir kere geldikten sonra ne yapacağını kısa sürede öğrenir,”[3]diyerek; insan(lık)ın, hayal kurma konusundaki sınırsız yeteneğinin altını çizip, ölümsüzlük fikrinin çağlar boyunca toplumsal bellekte mesken edinmesine; yani tomurcuklanışına, tohumların fidanlara, fidanların ağaçlara, ağaçların da ormana dönüşmesi gibi ortaya çıkışına dikkat çekerken ölümsüzlükle özgürlük ilişkisinin de altını çizer.
Gerçekten de kocaman bir macera olarak ölümsüzlük; ölmeye değer bir şeyi olmayanların anlayamayacağı şeydir.
Tam da bunun için Yılmaz’ı Yılmaz yapan değerler üzerinden Ona saldırılması, cücelerin ölümsüzlükten “öç almaya kalkışan”(!?) zavallı çaresizliğinden başka bir şey değildir…
CEMİL MERİÇ HAYRANLARI!
Bu öyle bir açmazdır ki, Yılmaz’ı “ucuz polemikler” ile “yerle yeksan” etmeye kalkışanlar; kavganın en zor günlerinde “çıtı” çıkmamış, teslim olmuş ayıplarıyla Cemil Meriç’lere sarılırlar…
Bu tesadüf falan değildir…
Anımsayın “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cemil Meriç’i anma gecesine katılıp ‘Yeri doldurulamaz bir yazar’ diyor ve konuşmalarında hep Cemil Meriç’ten alıntılar yapıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı, Cemil Meriç’in adını okullara veriyor. AKP belediyeleri adına kültür merkezleri açıyor. Tüm bu icraatlar gerçekleştirilirken bir gerçek sanki unutturulmak isteniyor: Cemil Meriç bir zamanlar sosyalistti! Düşüncesi solda, duyguları sağda olan bir düşün adamının sıradışı yaşamı…
1930’lu yıllarda sosyalizme de merak saldı. Önce F. Engels’in ‘Anti-Duhring’ini okudu. Ardından K. Marx’ın ‘Kapital’inin ilk cildini bulup anlamaya çalıştı.
İstanbul’da sosyalist çevrelerle tanıştı. J. Stalin’in ‘Pratik ve Teorik’ kitabını Fransızcadan çevirdi.
Tanıştığı Nâzım Hikmet’in kendisine, heyecanlarını bırakıp hayata iyi hazırlanmasını tavsiye etmesiyle hayal kırıklığına uğradı. Tekrar Hatay’a döndü. Köy öğretmenliği ve devlet memurluğu yaptı.
1939 yılında, Hatay’da sosyalist bir devlet kurmaya teşebbüs iddiasıyla tutuklandı.
İdamla yargılandı. Mahkemede Marksist olduğunu saklamaması herkesi hayretler içinde bıraktı. 3.5 aylık yargılama sonucunda beraat etti.”[4]
Sonra, sonra da vazgeçti… Döndü…
Evet, evet Vedat Özcan’ın, “Araf’taki bir hayat”; A. Esra Yalazan’ın, “Karanlıkta ışıldayan bir söz kuyumcusu” diye betimledikleri Cemil Meriç, bir vazgeçendir, dönektir…
Tam da bunun için Yılmaz’ı “yerden yere vurma” kastından malûl kimilerince göklere çıkarılmaktadır ki, bu tesadüf falan değildir…
Yeri gelmişken; karanlık dönemlerde “dut yemiş bülbül” gibi susanların bugün yıldırılamayanlara dair ahkâm kesmeye kalkışması konusunda söz Berrak Tüzünataç’a bırakıyorum:
“Çok uzun yıllar, ancak çok az cesur kişinin fikir beyan edebildiği tabu konuların, siyasi irade müsaade ettiği zaman en çok konuşulan, tartışılan, tepki gösterilen konular hâline gelmesini samimi bulamıyorum. Çünkü bir tepki gösterilmesi gerekiyorsa en başından itibaren gösterilebilinmeli. Asıl kıymetli olan odur çünkü gerçekler değişmiyor. Bir olay iyiyse ilk günden beri iyi, kötüyse ilk günden beri kötüdür. Yani insanların belli konularla ilgili fikir sahibi olurken kendi vicdanlarını ve filtrelerini kullanmalarının doğru olduğuna inanıyorum. Böyle düşünülmeye başlandığında nefret duygusunun daha azalacağını düşünüyorum. Herkesin belli konulara vicdanıyla yaklaşması hepimiz için daha faydalı olur…”
YILMAYAN AYDIN…
Memleketin hâli hâl değilken; yani korkunun egemenliği için birilerini korkutmakla mükellef “adalet(sizlik)” ve “hukuk(suzluk)” yine tam istim çalış(tırıl)ıyorken, aydın olmak farklı bir şeydir…
Örneğin “paranoid şizofren” özellikleriyle bir çılgınlığın “kâbus”unu andıran egemen fütursuzluk, ona “Evet” demeyen, teslim olmayan herkesi “terör örgütüne yardım ve destek” yalanıyla içeri alırken; Onun karşısına “Hepimiz Celaliyiz” deyip, ikircimsizce dikilmektir…
Toplumsal vicdanın muhalif gür sesi olmaktır; alışmamaktır!
Egemenler hepimizi korkutup sindirerek zulme “alıştırmak” isterken, “Hayır alışmıyoruz!” yanıtını vermektir…
Yani aydın olmak cesaretinizi toplayıp, “Başka türlü olabilir” dedirten bir cüret ve kararlılıkla zulmün karşısına dikilebilmektir…
Yani sahtekârlığı, teslimiyetle boyun bükenleri, susanları, korkunun egemenliğine sığınanları tekzip etmektir…
Yani “Korkmayın!” diye seslenen devrimci duruşla, “Yaşama karşı sorumluluğumuz daha yücesini yaratmaktır. Daha alçağını değil,” diyen Friedrich Nietzsche’nin sözlerini anımsatmaktır…
Eşkıya, isyancı, celali olabilmektir…
Hepimizin yüz akı olan Yılmaz Güney tam da buydu; ve bunların da fazlasıydı…
O, devrimci enternasyonalist bir sosyalistti…
“11. Tez”ciydi…
Ezilenlerin tarihsel birikimiydi...
İnsan gibi bir insandı…
Bir başka yaşamın mümkün olduğundan, bunun düş olmadığından asla şüphesi olmayan O militan bir aydın, sanatçıydı…
Böyle olmanın maliyeti, elbette çok yüksekti. Yılmaz Güney’e ödettirildi…
Ancak O, zorunlusu olduğu riskten çekinmedi! Çünkü “İnsan, her şeyin ölçüsüdür,” Onun hikâyesinde Protagoras’ın dediği üzere…
Bu, Yılmaz Güney’in vicdani seçimiydi; insan olmasının ahlâkıydı…
“Çaresizlik” yalanına; “ürkütülmüş insan sendromu”na “Hayır” diyen Onun aslî tercihi sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünyanın yaratılmasıydı… Zaten Yılmaz Güney’i var eden de buydu…
Kolay mı? Dostun da düşmanın da malûmu olduğu üzere O, Celali umutların isyancılığı; kaderciliği, biatı, yani insanı insan olmaktan çıkartan olumsuzlukları reddedendi...
İçten, coşkulu bir çocuktu; avaz avaza “Kral çıplak” diye haykıran…
Yılmaz Güney’e tam da bunun için saldırıyorlar…
Oysa bilinir: Umuda düşman tekçi iktidarlar, eleştirel sesleri kısıp, ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar, zorbalığa Yılmaz Güney gibi itiraz ve isyan sürdürülecektir…
Çünkü aydın, Voltaire’in de altını çizdiği gibi “Aramalı” diyen, bundan asla vazgeçmeyen cürettir…
Yani Chaz Bufe’nin, “Milletimizi çimento gibi birbirine bağlayan değerler: bilinmeye karşı duyulan korku; dine inanmayanlara karşı duyulan nefret; anti-entelektüellik; ırkçılık; cinsiyetçilik; eşcinsel düşmanlığı; cinsel bastırma; insan vücudundan iğrenme ve korkma; kendini Ahlâklı zannedenlerin iğrenç cinsellik takıntısı; acının sadistçe eziyetinden zevk alma; bir cehalet-iyidir, akıl-değil-iman felsefesi; imanı gerçeklere tercih etme, çoğunluğun zorbalığına körü körüne inanma; sansür; enayilik; hükümeti düşünmeden destekleme, özellikle de savaş zamanlarında; katliama sevinmek; güçlü liderleri koyun gibi özlemek; yılışıklık; çevreye ve başkalarına ne zarar gelirse gelsin 1 kuruş para kazanma isteği; üstlere karşı dalkavukluk; astlara karşı kabadayılık; dar din -ahlâkından- bir santim sapan herkese karşı anlayışsız yaklaşım; -ahlâksız- olana acı çektirme isteği; ve şiddeti, baskıyı, işkenceyi, hapsi ve idamı kullanarak onları -ahlâklı- yapma isteği. Eğer bu geleneksel değerlerimiz olmasaydı, insanlık daha iyi yerlerde olabilirdi,” diye özetlediği vasata, resmî ideoloji ve egemenliğin hiçbir türevine teslim olmayandır…
Kaldı ki Noam Chomsky’nin, “Entelektüellerin binlerce yıldır süregelen görevi insanları, pasif, itaatkâr, cahil ve güdümlü hâle getirmektir,” diye dalga geçip; Soren Kiergegaard’ın da, “Soyut aydının tipik örneği kurgular ya da kuramlar üreten, felsefi bir dizge formüle eden ama gerçek olaylar alanından uzakta kafasındaki fildişi kulelerde, varoluştan bütünüyle yoksun olan ve arı soyutlamalardan ya da evrensellerden oluşan kuramsal dünyasında saklanan Hegel’ci rasyonalisttir. Soyut aydın dünyayı yalnızca uzak ve nesnel bir yolda gözlemekle yetinip hiçbir zaman ona katılmaz. Dünyaya sanki tarih sona ermiş gibi davranarak üzerine somut değil soyut düşünür,” diye mahkûm ettiği postmodern zamanların kalemşörlerine inat aydın sınıflı sömürücü düzene itiraz eden, başkaldırandır.
Onun için Jean Paul Sartre entelektüeli, “Kendi içinde ve toplumdaki gerçeklikle egemen ideoloji (geleneksel değer sistemiyle birlikte) arasındaki karşıtlığın bilincine varan kişi,” olarak tanımlar; Edward Said de, “Zayıf olanların ve temsil edilemeyenlerin safına ait olması gerektiğini” vurgularken; Sabri Ülgener de “Entelektüeli toplumun temel yapısına ve değer anlayışına yönelik daha çoğu tenkit yolu ile verdiği karşılık” noktasında görür.
Uzun lafın kısası, entelektüel belli düşünceye yakın ya da uzak oluşu bağlamından çok, iktidar ve otoriteye karşı olma noktasında bir karakter kazanır ve tanımlamanın öznesi olur. Bu durum beraberinde aynı zamanda iktidar ve otoritenin baskı/zor/tahakküm altına aldığı herkese ve her kesime sahip çıkmayı gerektirmektedir.
Nihayet “Düşüncesi satın alınamayan Aydın”[5]ile Prometheus arasında daima bir ilişki vardır; var olacaktır da…
Bunlar böyleyken Muhsin Kızılkaya, Mehmet Metiner, Murat Belge, Şahin Alpay, Zülfü Dicle, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Markar Esayan, Etyen Mahçupyan vs. gibi “taraf”sızlara,“Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan daha zordur,” diyen Antoine de Saint Exupéry’nin notunu anımsatmakta yarar var…
Bir şey daha: Zorbalığa sessiz kalmak onu yüceltmekten başka bir şey değildir.
Egemen(ler), itirazın, eleştirinin, ifadenin sesini soluğunu kısmak isterken; itaatsiz olması gereken bilim de, aydın da, sanat da “Yanlış yaşam, doğru yaşanılamaz” diyebilme cüretini göstermelidir.
Bu nedenle, insanların çektikleri acıları paylaşan sözü, çekinmeden söylemesi “olmazsa olmaz”dır.
Söylenmesi gerekenin söylenmesi, onun sahipsiz kalmaması için koşullar ne olursa olsun, vicdanı(mızı)n sesine sonuna kadar kulak vermektir aydın olmak…
Haksızlığa karşı durmaktan, zulme itiraz etmekten, haksızlıkları eleştirmekten geri durmamaktır; egemenlikle, şiddetiyle arasına mesafe koymaktan hiçbir “beis” duymamaktır; vazgeçişlere, aldırmazlıklara teslim olmamaktır aydın olmak…
Mesela, 12 Şubat 2012’de meydanlardaki Mikis Theodorakis gibi... O, ilerleyen yaşına (87) rağmen, halkıyla birlikte Yunanistan’daki protesto eylemlerine katıldı. Ve polisin attığı gaz bombalarından etkilendi.. ama yine de göstericilerle omuz omuza devam etti eylemine.
Halkının sömürülmesine karşı çıkan Mikis Theodorakis, Yunan erkinin ve destekçilerinin, hazineyi hortumlayarak, ülkeyi iflasın eşiğine getirmesi sonucunda; halka ödetilecek faturaya karşı çıkıp, Yunan parlamentosu tarafından kabul edilmemesi için, bir an bile tereddüt etmeden katılıyordu çatışmalara…
Çünkü O, toplumsal sorumluluk duygusundan vazgeçmemiş bir aydındı.
Tıpkı Edward Said gibi.
Edward Said de, halkını korumak için çocuklarla birlikte Filistin sınırından işgalci ve saldırgan İsrail’e taş atmıştı.
Edward Said’in taşı altında kalan İsrail yönetimi, hâlâ -mana olarak- belini doğrultamadı.
Bu iki insan (ve diğerleri) hiçbir kişisel çıkar peşinde koşmadan insan hakları için, halklarının sömürülmemesi için, aydın ve sanatçı olmanın sorumluluğu içinde söylemlerde bulundular, meydanlara çıktılar, hayati riskleri bile göze aldılar.
Devleti, iktidarı eleştirmektir; emekçilere, Kürt kardeşlerimize, kadınlara, Alevilere yönelik saldırganlık karşısında, “Anlatılan senin hikâyendir,” diye haykırıp; Galileo’nun, “Ama dünya hâlâ dönüyor,” sözlerini anımsatmak; Theodor Adorno’nun “Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar!” çağrısına kulak vermektir …
Yılmaz Güney, buraya kadar işaret ettiklerimiz ve daha fazlasıydı!
AŞKLA YAŞADI O…
Mevlânâ’nın, “Aşk davadır, cefa da şahidi/ Şahidin yoksa dava düşer”; Yunus Emre’nin, “Türlü türlü cefanın/ Adını aşk komuşlar”, “Aşkın aldı benden beni/ Bana seni gerek seni,” dizelerindeki ısrarla, cüretle yani aşkla yaşadı ve savaştı O; aşksız bir mücadele ve mücadelesiz bir aşk olmayacağının devrimci bilinciyle…
Aslı sorulursa, yılmayanlar için “Aşk, aşık ile maşuk arasında bir maskedir,” Halil Cibran’ın da işaret ettiği gibi…
O; aşkı öldüren tek şeyin yalan olduğu bilinciyle yalansız yaşadı.
Aşkın, herkesi eşit ve özgür kıldığını; bütün nimetlerin en büyüğü olduğunu hiç unutmadı…
Sonra da zevali olmayan; rüzgâr gibi nereden eseceği belli olmayan; kılavuz istemeyen aşkın tek başına yol aldığını ve hakkında söylenecek hiçbir şeyin saçma olmadığı tek şeyi, o büyük insanî yangını yaşadı…
O aşıktı… “Ne yaparsak yapalım bu dünyada, aşk bizim sebebimizdir, her şeyden önce gelir ve aslında o biterse her şey de biter…
İnsanın kendisine değer vermesidir aşk, bir başka insana değer vermesidir, ruhumuza, tenimize değer vermektir. Sonunda acı da olsa insanın kendine değer vermesi az şey midir? O nedenle insanın dünyaya aşk için geldiğini düşünürüm, yazarız yazmayız orası ayrı, ama her insan dünyaya aşkla, aşk için gelmiştir, hem başka ne için gelinir ki dünyaya?”[6]
Hayır “Aşk yaz, bir boşluk bırak...” çıkmazında debelenenler; “McDonald’s ne kadar evrenselse aşk da o kadar evrensel,”[7]diyenler; Suede Grubu’nun lideri İngiliz ozan/şarkıcı Brett Anderson’un, “Aşk öldü/ sanal gülümsemeleriyle plastik insanlar…/ Akıllarının arkasında sırlarını değişiyorlar/ plastik insanlar,” uyarısın “es” geçenler; “Gül alıp satmanın zamanı değil! Gülleri de eskittik” zırvasına sarılanlar siz yılmaz isyancıların aşkını anlayamazsınız!
Anlatmaya gayret ettiklerimizin özeti Yılmaz Güney’den, Şeyh Bedreddin, Sabahattin Ali, Hrant Dink, Che Guevara, Ahmet Kaya, Mehmed Uzun, Victor Jara vb’lerine uzanan bizimkilerin insan(lık) sevdasıdır!
BİZİM YILMAZ GÜNEY’İMİZ!
Yılmaz Güney de yılmayan Onlar gibi, Onlardan birisiydi…
Onun devrimciliğine dair fazla bir şey diyecek değilim: O yaşadı ve yaşattı…
Sinema sanatçılığına[8]gelince; Fatih Akın, Yılmaz Güney’in sinemamızın en büyük ismi olduğunu ve onun izini takip ettiğini belirterek “Yılmaz Güney yönetmen olarak çok büyük, hayatı karmakarışık, tam bir Shakespeare”dedi ve ekledi: Bir Scorsese, bir Truffaut, bir Yılmaz Güney, artık böyle dev yönetmenler çıkmıyor.
Evet, Yılmaz çağdaş bir Shakspeare’dir…
Gerçekten de Ülkü Tamer’in işaret ettiği üzere, “Shakespeare bir halk yazarıdır. Önce öyküleriyle, yarattığı serüvenlerin kurgusuyla ilgisini çeker seyircisinin.
Othello: Kıskanç Mağriplinin karısını öldürmeye kadar varan cinneti...
Kral Lear: Kızlarından darbe üstüne darbe yiyen talihsiz baba; düşman ailelerden iki gencin acıklı aşkı...
Macbeth: İktidar hırsına kapılmış, bu uğurda her şeyi göze almış karı koca...
Hamlet: Babasının kanını yerde bırakmamaya yeminli, ama çelişkiler içindeki genç prens...
Venedik Taciri: Tongaya bastırılan tefeci Yahudi...
Shakespeare, döneminin İngiltere’sinde, büyük çoğunluğu cahil seyircinin üç saat ayakta dikilerek bu öyküleri hep diri bir ilgiyle seyretmesini sağlayabilmiş bir yazardı. ‘Ayaktakımı’, sahnedeki alçaklıkları yuhalıyor, yürekli davranışları alkışlıyordu..
Shakespeare’in öykülerinin arkasında ‘insan’ vardı. Sevgileriyle, kinleriyle, nefretleriyle, güçleriyle, tutkularıyla, çelişkileriyle, zayıflıklarıyla, değişimleriyle insanlar…
Shakespeare’in belki de en büyük özelliği, her türlü seyirciye (ve okura) seslenebilmesi. Dileyen, sadece serüvenlerle ilgilenir; dileyen, daha derinlere iner, öyküleri, olayları, kişileri, onların davranışlarını, aralarındaki ilişkileri inceler, yorumlar, bunlardan toplumsal, tarihsel, siyasal, ruhbilimsel dersler çıkarır.”[9]
Devrimciliği gibi, sineması da hayatın içinde olan Onun için Hıdır Geviş’in, “Türkiye sinemasının hiç tartışmasız gelmiş geçmiş en karizmatik, en unutulmaz siması Yılmaz Güney gibi toplumsal belleğe bu kadar derin kazınmış isimler çok azdır”; Turgay Tanülkü’nün, “Gerek filmleri olsun gerek oyunculuğu olsun sahiciydi, sahici olduğu için sahiplenildi… Güney ve onun sineması başarısını bu realiteden ve sahicilikten kazandı,” derlerken çok önemli bir gerçeğin altını çizmiş olurlar…
ONUN SİNEMASI!
Kolay mı?
Yılmaz Güney’in ‘Seyyit Han’, ‘Arkadaş’, ‘Yol’, ‘Ağıt’, ‘Umut’, ‘Duvar’, ‘Aç Kurtlar’, ‘Zavallılar’, ‘Sürü’, ‘Endişe’ filmleri…
Şöyle bir hatırla(t)makta yarar var:
‘Toprağın Gelini’ adıyla da bilinen ‘Seyyit Han’, etkileyici Yılmaz Güney filmlerinden biriydi… Çirkin Kral filmi gibi başlayıp sonra fantastik unsurlar içeren trajik bir halk masalına dönüşür. Onat Kutlar kusursuz eleştirisinde bu filmin, “Güney’in mükemmelleştirmesini dilediğimiz sanatı için pırıltı ipuçları” getirdiğini düşünüyordu. Neyse ki, Yılmaz Güney, Yeşilçam yasalarına rağmen, yönetmeni, senaristi, başrol oyuncusu olduğu ‘Seyyit Han’la vadettiği yoldan sapmadı. Şenliklerde ve sansür karşısında mücadeleye de böylece başladı.
1974 yapımı ‘Arkadaş’ ise, oyuncusu Melike Demirağ’ın bugün bile popüler olan şarkısındaki gibi (şiiri, Güney’e aittir) öğrencilik yıllarında dostluk bağıyla bağlanmış iki arkadaşın yıllar sonra yeniden karşılaşmalarını anlatıyor. İkisi de birbirine yabancılaşmıştır artık, şarkıdaki gibi, yolları ayrılmıştır. Kıyıkent çevresinde, İstanbul büyük burjuvazisinden çarpıcı bir tablo sunan Güney, önce bir tatil sitesindeki masal gibi bir yazı sunar, sonra da Azem’in gözünden, burjuvaziye ağır bir eleştiri getirir ve “İşte budur sizin burjuvaziniz der”.
1981 yapımı ‘Yol’, tıpkı 1978 yapımı ‘Sürü’ gibi, senaryosu Güney’e ait çok etkileyici iki filmdir…
‘Yol’, 1982 Cannes Film Festivali’nin Altın Palmiye’sini, Costa Gavras’ın ‘Missing/Kayıp’ filmiyle paylaşmıştı. Güney’in senaryosunu hapishanede yazdığı ‘Yol’, beş hikâyeyi paralel kurguyla anlatır. O da, Şivan’la aşk yaşayan Berivan’ın hikâyesiyle kadının toplumdaki durumunu anlatan ‘Sürü’ de, değerlerinden bir şey kaybetmemiş filmlerdir.
Venedik Film Festivali’nde yarışan 1971 yapımı ‘Ağıt’, Güney filmlerinin çoğu gibi sansüre uğramıştı. Venedik’te ödül kazanamadı ama Adana Film Festivali’nden dört ödülle döndü. Bu ödüllerden biri, ‘Acı’ ve ‘Umutsuzlar’ gibi Güney filmlerini de görüntüleyen Gani Turanlı’ya aitti. Güney, Göreme’de çekilen filmde, ‘Beyaz Donlular’dan kaçakçı Çobanoğlu’nu canlandırıyor. Sadibey.com’a göre, Sansür Kurulu, bu filmde kadın doktorun Çobanoğlu’nun sırtından kurşunu çıkarırken söylenen türküyü çıkarırlarsa vizyona çıkmasına izin verileceğini söylemiş.
Güney’in 1970’te yaptığı ‘Umut’ ise, hem onun en bilinen filmlerinden biri hem de bir şaheserdir. Türk sinemasında bir dönüm noktası, sonraki devrimci filmlerin öncüsüdür. Konusu ve savı dışında sinemasal açıdan da değerlidir. Sinema tekniğiyle, sinema diliyle öne cıkar, başka yönetmenleri etkilemiştir. Faytonculuk yaparak hayatını kazanamayan Cabbar’ın, atı da ölünce define arama işine girmesini anlatırken yoksulluğu, sınıflar arasında uçurumları, eşitsizlikleri vurgular. Bizce her yönüyle, görülmesi gerekli bir filmdir. İzledikten sonra izleyenin zihninden çıkmayan, sahne sahne hafızaya kazınan filmlerden...
Güney’in Fransa’da çektiği son filmi ‘Duvar’ın, en büyük özelliklerinden biri yönetmenle daha önce de çalışmış olan Tuncel Kurtiz dışındaki bütün oyuncularının amatör olması. Bir de, ‘hakiki’ doğum sahnesini unutmuyoruz. ‘Duvar’da, 1976’da Ankara Kapalı Cezaevi’nde, Yılmaz Güney’in de tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyan anlatılıyor.
‘Aç Kurtlar’, bir kanun kaçağının trajedisi üzerine kurulu. Öğretmenlik yaptığı günlerde eşkıya karısını kaçırmış, kadın bir süre sonra dağlarda intihar etmiş. Serçe Memed de eşkiya düşmanı olmuş.
1974 yapımı ‘Zavallılar’, Güney hapse girince Atıf Yılmaz tarafından tamamlanan bir film. Hapishanede tanışmış ve tahliye günleri gelince dışarı çıkmak istemeyen üç yoksul arkadaşın hikâyesini anlatıyor.
Yine 1974’de yapılan ‘Endişe’ ise, Güney’in başladığı ama Yumurtalık’taki olaydan sonra Şerif Gören’in tamamladığı, ırgat sömürüsü üzerine önemli bir filmdi…
Zuhal Aytolun ile Alper Turgut’un ifadesindeki üzere, “Türkiye’de siyasi sinemanın simgesi Yılmaz Güney’den sonra uzun yıllar bu alanda bir film çalışması yapılamadı.”
Buna şöyle bir ek yapıyor, “Yılmaz Güney ortaya çıkana kadar Türk sineması kendi içinde bir dayanışma içindeydi. Dayanışmayı ilk bozan o oldu,” diye Halit Refiğ… Bunun nedeni ise, “Biz sistemle uyum içinde iş yapmaya çalışıyorduk. Bunlar sistemi değiştirme iddiasıyla ortaya çıktılar,”[10]diyen Refiğ’e göre Yılmaz Güney’in yolunun onlarınkinden çok farklı olmasıydı…
Bu doğrudur.
Ancak Yılmaz’ı, Yılmaz yapan sadece politik tavrı değildi Deniz Türkali’nin vurguladığı üzere:“Sinema da, seyirci de Yılmaz Güney’den bu yana çok değişti. Yılmaz Güney’den önce de sonra da politik filmler çekildi. Güney, yalnız siyasi filmler çektiği için değil, iyi sinemacı olduğu için çok değerliydi…”
Siz bakmayın “Günümüz sinemasının, Yılmaz Güney’i aşmayı başarabildi. Örneğin artık daha belirgin siyasi tartışmalar yapılabilmekte,”[11]diyenlere!
“Türk sineması Yılmaz Güney’i aşamadı. Ondan öğrendiklerimizle kaldık ancak üstüne herhangi bir şey koyamadık,” Tarık Akan’ın işaret ettiği gibi…
Unutulmasın: “Sadece bu ülkede bir Yılmaz Güney sinemasından bahsedilebilir. Evrensel boyutlarda bir akım yaratabilmiş, başka ülke sinemasını ve sinemacılarını etkileyebilmiş tek sinemacımızdır. Bugün ki İran sinemasının ilk öncüllerinin hepsi Yılmaz Güney filmlerini izleyerek sinema yolculuklarına başlamışlardır. Politik sinemadaki didaktikliği, ajitasyon hâlini sanatsal bir duruma getiren, sinemalaştıran adamdır. ‘Umut’ filmi de Türk sinemasının yapıtaşıdır. Yani ‘Umut’ filminden sonra bu ülkede hiçbir şey eskisi gibi olamamıştır. Benim birinci filmimdir. ‘Umut’ her şeyin üstündedir. Yılmaz Güney siyaseten yoldaşımız. İlla rahle-i tedrisine diz çökmemiz gerekmiyor öğrenci usta ilişkisinde. İşte ürünleri ortada bakarsın öğrenirsin. O anlamda Yılmaz Güney ustamdır, yoldaşımdır,” diyen Ulaş Emre önemli bir gerçeğin altını çizmektedir…
“1937’de Adana’da başlayıp 1984’te Paris’te son bulan yaşamının büyük bir kısmını ait olduğu topraklardan uzakta geçirdi Kürt Yılmaz Güney.[12]Kendi ait olduğu topraklarda ya da çok uzağında, her nerede olursa olsun, sinema Yılmaz Güney için daima bir tutku oldu. Yılmaz Güney’in sinemaya olan bağlılığı kimilerince ayakta alkışlansa da kimileri bu sevgisini ve emeğini görmezden gelerek belki de filmlerinin bir tanesini bile izlemeden, alkışlamak bir yana sadece siyasi duruşuna karşı oldukları için yuhalamayı (dışlamayı) uygun gördü.
İçinde bulunduğu durumu ‘Hüznün sayısız tonu, birçok yüzü vardır; çiçekler, kuşlar, rüzgârlar gibi. Ben bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla; hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da,’sözleri özetler nitelikteydi. Yılmaz Güney imzası taşıyan filmler; kimi çevrelerce kayıtsız şartsız kabul görürken kimi çevrelerce kayıtsız şartsız reddetme nedeniydi. Ama her ne olursa olsun Yılmaz Güney’in söyleyecek pek çok sözü vardı ve bunları pek çok kişiye duyurabilmek için sinemayı seçmişti. Üstelik bundan vazgeçmeye hiç niyetli değildi.
Vazgeçmedi de, Yılmaz Güney’in sinemaya olan tutkusu o kadar güçlüydü ki, ne çektiği filmlerin sudan sebeplerle sansürlenmesi, ne tutuklu olması ne de yurdundan çok uzak topraklarda yaşıyor olması ona engel olmuştu. Karşılığında tepki görecek bile olsa kimi zaman perdenin içinden selamladı izleyenleri, kimi zaman kaleminden dökülen sözcüklerle iletti kelamını, kimi zaman da yönetmen koltuğunda anlatmayı başardı aklından geçenleri. Ama ne olursa olsun, hiçbir zaman karşılık beklemeden sevdi sinemayı.
Ve ne hazindir ki hiçbir karşılık beklemeden sevdiği sinema, Yılmaz Güney’e o kadar cömert davranmadı. Filmleri sansürlendi, yasaklandı, toplatıldı. Türlü zorluklarla çekilen filmler izleyicisine tam anlamıyla kavuşamadı.”[13]
Örneğin Adana Büyükşehir Belediyesi’nce 2011 yılında 18’ncisi gerçekleştirilen ‘Uluslararası Altın Koza Film Festivali’ kapsamında ‘Adanalı Sanatçılar Gecesi’nde konuşan Fatoş Güney, “Başbakan’ın sözü beni umutlandırmıştı. ‘Yılmaz Güney’in filmlerine eğer kulak verilseydi, Türkiye bugün bu hâlde olmayabilirdi’ demişti. Bundan yola çıkarak Yılmaz Güney’in özgürlüğünü konuştuğunu düşünmüştüm. Bu ne yazık ki hâlâ mümkün değil. Güney’in filmleri TRT Şeş’te de yayınlanamıyor. Biz Kürtçe dublajlarını gerçekleştirdik, ama henüz yayınlanmıyor.
Yılmaz Güney, Türk sinema tarihinden silinmek istendi. 12 Eylül’de döneminde filmleri toplatıldı. 10 yıl boyunca filmlerinin gösterimi yasaklandı. Yeni kuşak onu hiç tanımadı. Eskiden sansür vardı. Festival filmleri bile baskı altında kalıyordu. Sanat toplum içindir ve sanatçı ülkesinin tanığıdır. Yılmaz Güney öyle bir sanatçıydı. O tüm yaşamını halkın kurtuluş mücadelesine adadı. Bunun herkes göze alamayabilir. Yılmaz Güney’in eserleri hâlâ güncel. Yılmaz Güney, bugün Türkiye’de yapılmak istenen açılımı 30-40 yıl önce yapmak istediği için böyle bir muameleye tabi tutuldu,” derken; Yılmaz Güney gerçeğinin bu düzen tarafından massedilemeyeceğini de itiraf ediyordu…
“ŞİDDETLİ DENİR ASİ IRMAĞA”?
Özetle kapitalist düzenin sınırlarına hapsedilmesi mümkün olmayan devrimciliği gibi, sineması da hayatın içinde olan Yılmaz Güney, kimilerinin “eleştirdiği” üzere sert biriydi…
Bu doğrudur; ancak farklı olması mümkün müydü? B. Brecht’in, bu konudaki yanıtı şudur: “Şiddetli denir asi ırmağa/ Ama kimse şiddetli demez/ Onu sıkıştıran yatağına…”
Kaldı ki Yılmaz Güney’in, Selimiye Cezaevi’nde bulunduğu dönemde Adana Erkek Lisesi’nde 1. sınıfı birlikte okuduğu arkadaşı, Yavuz Pağda’ya yazdığı 25 Haziran 1973 tarihli mektupta işaret ettikleri Onun yaşadığı değişim ve dönüşümün de özeti gibidir:
“Her şeyi yeniden düşünüyorum...
Sevgilerimi, nefretlerimi, arkadaşlarımı, dostlarımı, düşmanlarımı, filmlerimi, iyileri, kötüleri, tarihi, coğrafyayı ve sanat anlayışımı...
Her şeyi yeniden düşünüyorum, yeniden kuruyorum değerler dünyamı...
Batıyı, doğuyu, cumhuriyeti yeniden düşünüyorum...
Yeniden bakıyorum aynadaki yüzüme... Bir hesaplaşma içindeyim kendimle ve hesaplaşma gereği her gün yeniden sarsılıyorum. Sarsılmadan, yıkılmadan değişmenin imkânı yok çünkü. Yıkıp yeniden yapıyorum kendimi...”
Yılmaz Güney’in, bu değişim/ dönüşüm gerçeğini kavramadan Onu bir yerden, körün fil tarifi gibi “eleştirmek”, “değerlendirmek” doğru değildir…
Kızı, Elif Güney Pütün de, “Çocuk Elif’le yetişkin Elif’i barıştırdığı”nı, “Hele de halkının kahramanı, ikonlaştırılmış bir babayla barışmak”tan söz ettiği ‘Bir Odadan Bir Odaya’[14]başlıklı kitabında bu yanlışı yapmıştır…
Güneri Cıvaoğlu’nun, “Kitabı sürpriz oldu. O çölde açabilmiş bir kaktüs çiçeği,” diye göklere çıkardığı; Ayşe Arman’ın, “Babam, Sefa Mutlu’yu vurduğu için ölene kadar suçluluk duygusuyla yaşadı,” dedirttikten sonra, kardeşini kastederek, “Onun dertleri olmadı mı babayla...” sorusunu, “Mutlaka vardır ama anlatmak bana düşmez,” diye yanıtlayan Elif müthiş bir yanlış yapmıştır…
Yeri geldi söyleyeyim; Elif’in yazdıklarını Güneri Cıvaoğlu’ndan Ayşe Arman’a (ya da diğerlerine!) bu kadar “önemli kılan” Yılmaz Güney’in kızı olmasıdır; Elif bir an düşünmeli: Yılmaz Güney’in kızı olmasaydı bu kadar önemsenir miydi? Veya Elif’in önemsenmesi “yazdıkları”ndan mı; yoksa Yılmaz Güney’in kızı olmasından mı?
Son bir şey daha: “Babam hayatta olsaydı, onunla çatır çatır kavga ederdim. ‘Baba, sen davanın bedelini bize ödettin!” derdim. Kardeşimi bilemem ama en azından kendim için şunu söyleyebilirim: ‘Yılmaz Güney’in kızı olmak hayatımı mahvetti,” diyen[15]Yılmaz Güney’in “kızı” Elif Güney Pütün ayıp etmiştir!
Bernard Shaw’ın, “Mâkul kişiler kendilerini dünyaya uyarlarlar. Mâkul olmayanlar ise dünyayı kendilerine uyarlamakta ısrar ederler. Bu nedenle tüm ilerlemeler mâkul olmayan kişiler sayesinde gerçekleşir,” sözlerini asla anlayamamış Elif’e söylenecek daha fazla bir şey de yoktur!
“SONUÇ YERİNE”
“Ufacık bir taş kocaman bir kayayı durdurabilir,” diyen bir Süryani atasözündeki gerçeğin ifadesi olan yılmayanlar ve onlardan birisi olan Yılmaz Güney’in hayatı, sineması, mücadelesi hepimize;
“Devrim için savaşmayana komünist mi denir/ Korsan mitingler, barikatlar, yoldaş türküler/ İşçileri tarafından kovalandığımız fabrikalar/ Devrim gelecek, cümle eksikler bitecek, bitsin/ İnancından teoriler üreten ve kendimi yiğit/ düşmanı korkak sandığım gençliğim, güzeldin,” dizeleriyle Ahmet Telli’nin ifade ettiği insan sıcaklığını…
Veya Adnan Yücel’in, “Sen yürürsün rüzgâr yürür/ Bir sevinç boylanır dünyada/ Çocuklar korkusuz büyür/ Kan boğulur susar/ Dokunup geçtiğin her kuraklık/ yemyeşil bir vadiye dönüşür,” dizelerini…
Ya da “Yaşamak şakaya gelmez,/ büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/ bir sincap gibi mesela,/ yani, yaşamanın dışında/ ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,/ yani bütün işin gücün yaşamak olacak/ /
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ ölmekten korktuğun hâlde ölüme inanmadığın için,/ yaşamak yani ağır bastığından,” diye haykıran Nâzım Hikmet’i anımsatır yılmayanlardan Yılmaz Güney’in yaşadıkları; kızı Elif asla anlayamamış olsa da!
Bitiriyorum; duymayanlar duysun; bilmeyenler anlasın diye Ahmet Telli’nin, ‘Soluk Soluğa II’deki dizeleriyle…
“Büyük aşklar yolculuklarla başlar/ ve serüvenciler düşer bu yollara ancak
Onlar ki dünyanın son umudu/ soyları tükenen birer çılgındırlar
Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında/ Ölümle alay ederler sanki
Nerde beklenirse ordaydılar / bir kez bile gecikmediler ömür boyu
Neydi onları ordan oraya/ savurup duran şey
Onları daima yalnız kılan/ neydi bu yaşam denilen gürültüde
Her dilden bir adları vardı onların/ ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar
Sarışındılar belki de esmer/ yani birçok yüzün bileşkesi
Ne altın arayıcısıydılar/ ne de aylak bir gezgin
Vurulup düşseler de her kuşatmada/ serüvencidir onlar ve hiç ölmezler
Ki onlar hep yalnızdır ve her nasılsa/ Bulurlar heder olmanın bir yolunu
Onlar ki bu dünyada/ kahraman olmaya mahkûmdurlar…”
TEMEL DEMİRER
N O T L A R
[1]3 Mart 2012’de Diyarbakır’da, 9 Mart 2012’de İsparta’da, 10 Mart 2012’de Antalya’da, 15 Mart 2012’de Kocaeli’de Demokratik Haklar Federasyonu’nca düzenlenen Yılmaz Güney anmalarında yapılan konuşmalar… Güney, No:61, Temmuz-Ağustos-Eylül 2012…
[2]Ece Ayhan.
[3]Simone de Beauvoir, Tüm İnsanlar Ölümlüdür, Çev: Işık Ergüder, Turkuvaz, 2011.
[4]Soner Yalçın, “Nurcularla Sosyalistleri Birleştirmek İsteyen Bir Fikir Arkeoloğu: Cemil Meriç”, Hürriyet, 22 Haziran 2008, s.29.
[5]Doğan Kuban, “Aydın Kim?”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1292, 23 Aralık 2011, s.2.
[6]Haydar Ergülen, “Aşk Bizim Sebebimizdir, Her Şeyden Önce Gelir!”, Cumhuriyet Kitap, No:1142, 5 Ocak 2012, s.14-15.
[7]Berrin Karakaş, “McDonald’s Ne Kadar Evrenselse Aşk da O Kadar Evrensel”, Radikal, 14 Şubat 2012, s.36.
[8]Ulus Baker, “Şok ve Beyin: Yılmaz Güney Sineması Üzerine”, Yeniden Don Quichotte, No:1, Ekim 2011, s.29-31.
[9]Ülkü Tamer, “Bir Halk Yazarı”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2012, s.16.
[10]Sinema’da Ulusal Tavır, Halit Refiğ Kitabı, Söyleşi: Şengün Kılıç Hristidis, İş Bankası Kültür Yay., 2007, s. 150-151.
[11]Reis Çelik, “Yeniden Diriliyoruz”, Cumhuriyet Hafta Sonu, 22 Kasım 2008, s.7.
[12]Yılmaz Güney’in derdi ki: “Kürt halkına, Kürt devrimcilerine gerçekten bir güven vermiş olsaydı, bugün, Türkiye Kürdistan’ında, özellikle oradan bahsetmek istiyorum, ayrı örgütlenme gereği ortaya çıkmazdı. Çünkü yıllar yılı Kürt devrimcileri birlikte örgütlenmeden yana tavır takındılar. Fakat Türk solu hep bu meseleye pederşahi bir tarzda, tepeden baktı… Ancak şunu belirtmek istiyorum, sorun sadece Kürt sorunu değil, sınıfsal bir sorun. Yani Kürt sorununun esas çözümü, sınıfsal açıdan bakıldığı zaman çözülebilinir.” (“Yılmaz Güney’in ‘Kürt Sorunu’ Değerlendirmesi”, http://www.ortakyasam.org/derleme/195-ylmaz-gueneyin-qkuert-sorunuq-deerlendirmesi)
[13]Özlem Sevinç Özel, “Yılmaz Güney’e Geç Kalmış Teşekkür”, BİA Haber Merkezi, 17 Ağustos 2011.
[14]Elif Güney Pütün, Bir Odadan Bir Odaya, Doğan Kitap, 2012.
[15]“Yılmaz Güney’in Kızı Olmak Hayatımı Mahvetti”, ntvmsnbc.com, 8 Ocak 2012.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder