Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ağustos 2013 Cumartesi

VİLDAN SEVİL: Ahtapotun Kollarında Bir Adam





AHTAPOTUN KOLLARINDA BİR ADAM





RESİM: BABÜR PINAR



Ona hiç “Enişte” demedi. Eniştesi olmadan önce, ilk gördüğü günden beri abisiydi. Kırk yedi yıl olmuş meğer...



Ey zaman... Bazen ne denli hızlı akarsın, yetişemeyiz. Bazen nasıl da yavaşlar, durursun.  İtesi itesi gelir insanın ya da insan seni yok saymak isterken kendi yok oluşunu özler öyle anlarda.



.....................


 
Ayarlanabilir yatağın arkası, neredeyse dik duruyor. O, orada öylece oturuyor.



Yatağın sol üst tarafında, yukarda, “Bip bip” diye sesler çıkaran koca bir ahtapot başı. Ahtapotun ağzı, gözleri siyah, yeşil ışıklarla zikzaklar çiziyor. Sürekli, sürekli Bip bip bip...

O,  görmüyor, duymuyor , bilmiyor. Öylece oturuyor. Yatağın iki yanında, çeşitli sıvılarla dolu şeffaf torbalar, yüksek metal askılarda. Hortumlar, hortumlar... Ahtapotun kolları… Sıvılar vücuda akıyor, oradan aşağıda asılı duran başka torbaya boşalıyor.

Göğsünde korse, altında sayısız dikiş. Gırtlakta tüp ve hortum. Öylece oturuyor.



Otuz beşinci gün bu serüven başlayalı.



...................


 
Kadının tanıdığı bir tablo bu, deneyimli. Sonunda, katmer katmer açan ihanet çiçekleriyle ödüllendirildiği kaç deneyim yaşamıştı böyle. Çiçeklerin kimini ertelenmiş öğrenmelerle almıştı, kimine bile bile, canı yanarak ama susarak uzatmıştı ellerini. Gözaltındaki morluklarını saklar umuduyla başvurduğu koyu mavi far kullanma alışkanlığını armağan eden, uykusuz ve sayısı belirsiz, korkulu nice hastane günleri.



(Zor ve zoraki afların anası lanet olası vicdan, kör olası, olmaz olası hatta, isyan bilmez vicdan)



Ama abininki çok uzadı, iki ameliyat üst üste ve onun da üstüne şu azgın mikrop. Dayanılır gibi değil.



Kadının yüreğinde umarsızlığın önü alınmaz isyanı.



Beyninde binbir parça kristal, binlerce iğne batıyor, batıyor... Boğazında bir koca tokmak, itsen inmez, çeksen çıkmaz.



Böyle zamanlarda gözyaşları yasaktır. Onlar da bilirler böyle zamanları, (gözyaşları da öğrenir) akmaya kalkışmazlar hiç. Karşısındaki anlar, diye düşünürler. Hasta umudu görmelidir hep, gözleri görmese de… Yaşamı hissetmelidir hep, hissetmediğini sansak da... Senin görevin, hep yaşamı anımsatmaktır ona. Gözlerinde korkuyu asla görmemelidir hasta.



O, öylece oturuyor. Görmüyor, duymuyor, bilmiyor/mu?...



Gözkapaklarının, parmaklarının istem dışı kıpırtıları...



Belli ki bilinçdışı rahat durmuyor. Durmasın, sakın rahat durmasın...



Bin bir renkte kuzey ışıkları mı dans ediyor gözkapaklarının altında? Kocaman bir gökadası Samanyolu, yağmur olup akıyor mu acaba? Karısı, çocukları, damatları, torunları kanatlanmış mıdır o uçsuz bucaksızlıkta? Şimşekler çakıyor mu? Yıldız yağmurları mı yağıyor yoksa?



Şileplerde hangi dalgalarla boğuşmaktasın şimdi? Yoksa Süveyş’e ya da Cebelitarık’a, Hamburg’a mı demir atıyor gemin?



(Getirdiğin akik kolyeler, defterler çeşit çeşit...)



.......................



Vals, tango, slow gibi ağır danslardan hoşlanırdı, daha ortaokuldayken vurulduğu nişanlısı.



Çaça’lar, sambalar, mambolar, rock and roller, sonra twistler... Onları sevmezdi hanım hanımcık nişanlısı. Zamanın deli dolu dansları...



Oturan adam, deli dolu kardeşini çekip piste fırlatışını, Türkiye’de tam bilinmezken Avrupa limanlarından taşıdığı dansları öğretişini anımsar mı acaba?



Yön Dergisi’ni, Das Kapital’in özet baskısını eve getirişini, Akşam Gazetesini, eski TİP’i... İlkokulda, babasının (ucuza gelir diye) düzineyle aldığı kalem ve silgileri sınıftaki yoksul arkadaşlarına götüren, o okuma oburu deli kızın, onun getirdiği kitaplara, dergilere gömülüşünü... Anımsar mı artık?



On dört yaşındaki asi kızda, sönmeye hiç niyetlenmeyen özgürlük ve eşitlik ateşini bilmeden nasıl tutuşturduğunu, anımsar mı? Prometheus’a öykünüşünü deli kızın...



......................

Orada oturuyor öylece. Sessiz çığlıklar da yasak size gözyaşları, susun, susun... Ya bilinçdışı ispiyonluk ederse...



Bilinçdışı, başına buyruktur, uyumaz, düş olur. Sanı, varsanı olur uyanışın bir anında, bin bir cisme bürünüp görünür, bin bir sese bürünüp, duyulur. Susun siz de gözyaşları, uslu durun.



.................

“Emin misin kızım?” demişti erkenden yitip giden babasından rol çalarak. Emin misin?... Sınıf farkı, kültür farkı, ekonomik durum, onu, ailesini yeterince tanımama, falan filan...



Deli kız, on dokuzunda. Kitapları devirmiş, tartışmalara doymamış, yurdunu, dünyayı kurtarmaya durmuş. Breh breh breh... Deli kız deli, kanı ondan da deli... Her şeyi biliyor ki, nasıl bilmek hem de... Dil, bir koca kürek.



Yakışıyor mu o dergileri, kitapları getiren abiye bu sorular?


Ayıp, ölçütler bunlar mı olmalı? Sınıflarını insanlar mı seçiyor doğarken? Söylediklerin, aşılmaz engeller mi sanki? Biz ki, değişime, değiştirmeye başkoymuşuz, kendimizle mi başa çıkamayacağız? Kafalar ve gönüller birse eğer... Samanlık seyran olmasa da bir uzun yolda yoldaşlık var.


"Hani çok gençsin , böyle kararlar çok düşünülerek ve bir defa verilir diye... Sen bilirsin elbette.”



O zaman, böyle dedi ve öylece sustu, bakıp kızın deliliğine.



Deli kız, bir daha öyle deli deli, öyle hareketli ve öyle kıvrak danslar etmedi. Hatta “adet yerini bulsun”lar dışında hiç dans etmedi. Kocası bilmiyor, incinmesin falan diye değil elbette (Aman kimse incinmesin), “burjuva” eğlencesiydi de ondan.



Deli kız, burjuvaziye isyan ederken yani fena halde bilinçlenirken yani, epeyce köylüleşti. Köylüler, işlerine geldiği kadar burjuvalaşırken, deli kızlar kendilerini törpüledi de törpüledi emekçi sınıflarla iletişim aşkına. Müzik zevkleri uysun derken, müzik de dinleyemez oldu kimisi. Oku oku oku...Koş, koş, koş... Neden hiç “Off” demez, yorulmazlardı acaba?



Küçük burjuvazi, aptaldır, korkaktır. Kimi küçük burjuvalar, burjuvaziye  özenir, öykünür durur, yamanır, kişiliğinden olur. Kimi, kapitalistlere, kapitalizme isyan edeyim, küçük burjuva bencilliğimle savaşayım derken kurnazlığın tuzağına düşer, yine bir başka biçimde kişilikten olur.



Küçük burjuva, iki arada bir derededir. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyıktır.



Küçük burjuva, kurnazlığı hiç bilmez, yalpalar durur; yalpalamayı, aşağıdaki de görür, yukarıdaki de… Çekiştirir dururlar. Onun için hem aşağıdan yer tekmeyi, hem de yukarıdan, paramparça olur.



Sınıfsal, kültürel kalıtlar vardır. Evet, sınıfsal arkaik kalıtlar... Küçük burjuva  deli kızlarla deli oğlanlar bilmezdi ki  bunları… Önce onlar vuruldular hep.



(İlk fırsatta tango dersleri almalı, evet yine dans etmeli hem de şöyle raconuna pek bir uygun. Sil baştan, şu dayatılan Arap yaşam biçimine isyan adına ve yaşanmamışlıklar aşkına, hani şöyle görkemli devrimci inatla)



.......................

Parmaklarını kıpırdatıyor oturan adam. Nedir imlediği? Kadının yüzüne mi vuruyor bir şeyleri? Yooo... Yapmaz. Bilir ki, deli kız, kendine hiç acımaz, yüzleşmeyi derisini soya soya yapar hem de.



Hadi aç gözlerini oturan adam, aç... İzin verilince açacaksın değil mi?



Bak, ameliyat yaraların nerdeyse geçti. Nerden buldu şu lanet streptokok seni, geldi akciğerlerine tünedi.



Bak şimdi, tanrısal bir edimde doktorlarının hepsi. Nasıl sevecen ve nasıl insan gibi insan ve nasıl da tanrısal birer insan hepsi.



İnsandan yana umudu keseriz zaman zaman... Ama şimdi pek az bulunan bu insanlara rastlamanın mutluluğunu yaşayalım birlikte, gel, umudu tazeleyelim...



Bak, koskoca Yusuf Hoca yemeğini yedirdi sana biraz ayıldığında. Dr. Ferda keza... O, gerçekten güzeller güzeli bir tanrıça. Ve diğerleri, hepsi... Onların destanını yazmalı birileri. Sonra göğüsleri yarılmış, savaşın acısını ana karnına düşmeden taşıyan Iraklı, karakuru, bir yaşına gelmemiş minicik bebekleri, onlara uzanan bu kutsal elleri yazmalı biri. İnsanlık için ve insanlık aşkıyla. Savaş tanrılarına inat hem de... Bebeler büyüdüğünde savaşlar bitsin diye.



Haydi aç gözlerini oturan adam, yaşam seni çağırmakta...



.........................

Uyandırıldığında, bir ara “Zaman geçmiyor burada” demişti. Zaman geçmiyor.



Haklısın geçmez abicim, geçmez. Hele bunca ızdırabı çekerken hiç geçmez. Yerden göğe haklısın. Derler ya hastane, hapisane ve askerde zaman geçmez.



Bilmez mi deli kız hiç, bilmez mi? Askerlik bir yana, talimli ne de olsa diğerlerine...



Zaman dediğin nedir ki? Alt tarafı insanların çizdiği görünmez bir sınır. Beyninde bir oyuncak olmalı senin için zaman. Izdırabına inat.



Yaşam, bir büyük bilgedir. Sınırlarını zorlarsan, ders almadan da bir yogacı direncini el yordamıyla öğretir sana.



Haydi, hoşuna giden düşlemlere dal, durdur zamanı, hoşuna gitmeyenler oldu mu koştur onu, akıp gitsin. İnan ki bunu yapılabilirsin, tecrübeyle sabittir.



Zaman ile oynanan oyunlar, bir direniş biçimidir, tanı ve öğren onu... Öğrenmenin yaşı yok ki...



Haydi lütfen aç gözlerini...



Aç gözlerini... Aç gözlerini...



Yaşam seni çağırmakta çığlık çığlığa...



05.07.2011

VİLDAN SEVİL 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder