12 EYLÜL’DÜ KALEMLERİ KIRAN
YAZARLARI LÂL YAPAN ÂMÂ YAPAN(*)
“Sözünü ettiğim şiir, öykü, roman ve sinema, bir veya birkaç kişinin nezdinde bir tarih anlatıyor. Veya tarihin bir kesitini. 12 Eylül ve sonrasını. Şu veya bu biçimde devrimcileri. Eğer yazar ve yapımcılar fantastik bir film yapsalar, bilim kurgu roman yazsalar, o zaman gerçekle karşılaştırmak, kendi gerçeğimizle kıyaslamak hem aklıma gelmez, hem de haddim olmazdı. Ancak yazıldığı, yapıldığı iddia edilen bizim hayatımız. Gerçeğin çok küçük bir bölümünü anlatmak, yetersiz kalmak başkadır, tahrif etmek, para –ödül -şöhret veya başka hesaplar uğruna aşağılamak, tarihimizi ve ölülerimizi meze yapmak başka…”
Edebiyat her dönem toplumsal altüst oluşlarda tanıklık yaparak, dolaylı da olsa tarihe not düşmüş ve “kamunun vicdanı” olmuştur. 12 Eylül de bir toplumsal alt üst oluştur. İlk on yıl, yani 1980-1990 arası yüz binlerce insan zarar görmüştür. Sağ kalanlar da yaşayan ölü haline getirilmiştir. Bu mezalimin edebiyata yansımaması mümkün değildir. Ancak ne ölçüde, nasıl ve hangi estetik boyutlarda yansımıştır? Konuyu irdeleyebilmek için kısaca 80 öncesi edebiyatın durumuna göz atmakta yarar var: O dönemde dünyada ‘sosyalist gerçekçi’ akımın prestiji oldukça fazlaydı. Yer yer sloganla sanatın karıştığı bu süreçte Füruzan, Sevgi Sosyal, Adalet Ağaoğlu, Erdal Öz, Vedat Türkali, Orhan İyiler, Melih Cevdet Anday, Demir özlü, Demirtaş Ceyhun, Oktay Rifat gibi yazarlar tarafından güçlü bir 12 Mart romanı yaratılmış ve okuyucuyla buluşmuştu.
12 Eylül darbesinden sonra ise çok uzun bir suskunluk dönemi yaşandı. Kitap okumanın suç sayıldığı, “devrimci olmanın ölümle özdeş sayıldığı” bir ülkede, gerçeğe sadık kalarak yazmak da kolay değildi. 12 Eylül gerçeği de, imgelerle örtülemeyecek kadar açık bir trajediydi. Adorno’nun, Auschwitz‘ten sonra şiir yazılamaz saptamasını çağrıştıracak kadar da ağır. Dikkat edin bu konuda yazabilecek, darbeden fiziki olarak zarar görmeyen güçlü yazarlar 1980-1990arasını yok saymış, susmuşlardır. Bir kısmı da yazdığıyla gerçeğe teğet geçmiş ya da gerçeği tahrip etmiştir. 12 Eylül’den sonra “siyasal iktidara karşı mücadele, birçok yazar için ölüme karşı mücadele gibi olanaksız görünmeye başlamıştı”. Düşenlere bir tekme daha vurmak, zalimlerin safında yer almak o karanlık zamanlarda suç sayılmıyor, tersine ödüllendiriliyordu. Bunu yıllar sonra Pınar Kür (ve 12 Eylül’den nemalanmak isteyen bazı yazarlar) şöyle savunmaya kalkışmıştı: “12 Mart’ta hayatlarını kaybedenler masumdu, 12 Eylül’de ise masum değildiler.” Yani onlara göre: “işkence, yargısız infazlar, idamlar mubahtı. 12 Martta birer İnce Memet sayılan devrimciler, 12 Eylül sürecinde yoktular.” Bu zorlama argümanı kullanan ‘Eylülist’ yazarlar, devrimcilerin psikolojik - cinsel sorunları olduğu ve hatta ölüme aşık oldukları için silahlı eylemlere katıldıklarını anlatan romanlar yazdılar. Gerçek, çirkin biçimde tahribata uğratıldı.
Oysa eğer yazdığımız, yaptığımız bir fantastik öykü -roman- sinema değilse, düş ülkesi anlatmıyorsak hangi akımla olursa olsun, gerçeğe sadık kalmak zorundayız. Sözünü ettiğim şiir, öykü, roman ve sinema bir veya birkaç kişinin nezdinde bir tarih anlatıyor. Veya tarihin bir kesitini. 12 Eylül ve sonrasını. Şu veya bu biçimde devrimcileri. Eğer yazar ve yapımcılar fantastik bir film yapsalar, bilim kurgu roman yazsalar, o zaman gerçekle karşılaştırmak, kendi gerçeğimizle kıyaslamak hem aklıma gelmez, hem de haddim olmazdı. Ancak yazıldığı, yapıldığı iddia edilen bizim hayatımız. Gerçeğin çok küçük bir bölümünü anlatmak, yetersiz kalmak başkadır, tahrif etmek, para-ödül -şöhret veya başka hesaplar uğruna aşağılamak, tarihimizi ve ölülerimizi meze yapmak başka.
12 Eylül bir gerçektir.O darbede işkence gören, hayatını kaybeden, işlerini, aşlarını, akli dengelerini, uzuvlarını kaybeden, on yıllar boyunca zindanda ya da sürgünde yaşamak zorunda bırakılan yüz binler gerçektir. Mamak, Diyarbakır ve 19 Aralık cezaevi katliamları, bugün devletin bile kabul ettiği trajik gerçeklerdir. Bu trajedilerin öznesi olan solcular cinsel sorunları olduğu, ölüme aşık oldukları veya acıdan zevk duydukları için değil, inandıkları ‘daha adil bir dünya’ ütopyasıyla sokaklara dökülmüşlerdi.
‘Eylülist’ yazarların kolaycılığı
12 Mart döneminin önemli yazarlarından Füruzan, bu konuda şu ilginç gözlemde bulunur: “12 Eylül romanlarının kiminde, yazarı dönemi işlerken eleştirel bir bakışla yaklaştığını görür gibiyiz. Bu yarı gölgeli yarı şaşırtmacalı anlatımlardan amaçlanan eleştiri ne yazık ki yerini bulamıyor. Sanki yazara soru yöneltildiğinde ‘ben öyle demek istememiştim’li bir yanıt kolaylığı bırakıyor. “Fethi Naci, 12 Mart ve 12 Eylül sonrasını kıyasladığı bir yazısında, iki dönem romanların hapislere düşen, öldürülen devrimci gençlere bakışla ayrıldığını saptamıştı. 12 Mart romanlarında devrimci gençler için ağıtlar yakılırken, 12 Eylül romanlarında kurulu düzenden yana tutum takınılarak devrimci gençleri aşağılamak ya da dünyayı değiştirme görevinin kendisine verilmiş olmadığını kabul etmeyi övmek moda oldu’ der.
Oya Baydar,Evrensel Kültür’ün hazırladığı 12 Eylül dosyasında, (Ahmet Altan’a, Latife Tekin’e gönderme yaparak ‘cinsel Eylülist’ bir yazar olmadığını vurgulamakla birlikte)“12 Eylül’le sanatın slogandan uzaklaştığını, kendi akışını bulduğunu, çiçeklendiğini” söylemiştir. “1975-1980 arası kabaran devrimci mücadelenin pratik sorunları önüne koyduğu, bu mücadeleye omuz veren yazarların tarih, sanat-estetik alanında gelişecek zamanları olmadığı doğrudur.” Ancak buna rağmen hem romanda, hem de şiirde güçlü ürünler verilmiştir. ‘Çiçeklenme’, haksız bir benzetmedir. Bu değerlendirmeyi yapan yazarlar, 80 öncesi dönemde toplumcu şiirleri, öykü ve romanları dillerden düşmeyen Arif Damar’ı, Abbas Sayar’ı, Arkadaş Z. Özger’i, Afşar Timuçin’i, Edip Canseverer’i, Fürüzan’ı, Gülten Akın’ı, Leyla Erbil’i, Tekin Sönmez’i, Aydın Hatipoğlu’nu, Ahmed Arif’i, Atilla İlhan’ı, Hasan Hüseyin’i, Yaşar Kemal’i, Yaşar Miraç’ı, Nihat Behram’ı, Ali Yüce’yi, Şükran Kurdakul’u, Süleyman Okay’ı, Sennur Sezer’i, Muzaffer İzgü’yü, Aziz Nesin’i, Necati Cumali’yi, Osman Şahin’i, Erdal Öz’ü, Sevgi Soysal’ı, Fakir Baykurt’u, Tomris Uyar’ı ve diğerlerini (liste uzatılabilir) ve onların açtığı çiçekleri nereye koyuyorlar.
12 Eylül’ün ‘getirisinden’ söz eden yazar ve eleştirmenler, aynı zamanda neo-liberalizmin sanatı, kültür endüstrisi içine sıkıştırdığından, 12 Eylül sonrası depolitizasyon uygulamasıyla yazarları okuyucusuz bıraktıklarından, kanaat önderi gibi görev yapan kitapçıların iflas edip yerini süpermarket kitapçılığına bıraktığından, tek tip sanatçılar (ve okuyucular) türediğinden, tekelci medyanın hiçbir estetik değeri olmayan romanları istediği zaman yüz binlerce sattırdığından da söz etmeliydiler.
Ayrıca 12 Eylül darbesi olmasa da, edebiyatta yeni biçim ve içerik arayışı olacaktı.
Zorun ve postmodernizmin ortamında edebiyat
12 Eylül sadece zor –idam -işkence ve zindanla edebiyatı geriletmemiş, postmodern söylemle de kendine yandaş bulmuştur. Göreli özgürlük ortamı, psikolojik rahatlık sağlayan postmodern yazın, kapitalizmi eleştirmekle birlikte, düzeltileceği sonucuna ulaşmıştır. Darbeden sonra ‘Deneysel yazın’ adı altında Marcel Düchamp’ın ‘sidik ördekleri’, Dadacıların yıkıcılığı kötü bir biçimde yeniden kopya edilmiştir. Bu dönemde ‘anlaşılmamayı’, ‘insansızlaşmayı’, ‘apolitik olmayı’ marifet sayan yazar ve şairler ‘piyasa’ya sürülmüştür. (İnsanı merkezine almaya devam edip, biçimde yenilikler yapan, kendi özgün dilini bulan şair ve yazarları tenzih ediyorum.) Sonuç itibariyle: Şükrü Argın’ın ifadesiyle “Kapitalizmin küresel düzeydeki zaferi sadece sol hareketleri değil, edebiyatı da krize sokmuştur. 12 Eylül’den sonra piyasanın edebiyatta belirleyici olduğu yeni bir güdük-çapsız kültürel atmosfer başlamıştır.”
12 Eylül romanına gecikmeli de olsa olumlu örnekler var: Ayşe Önal, Attila Keskin, Ayşegül Devecioğlu, A. Kadir Konuk, Doğan Akhanlı, Demir Özlü, Engin Erkiner, Feride Çiçekoğlu, Hüseyin Şimşek, Hayri Argav, Hacay Yılmaz, Halil Genç, Kaan Arslanoğlu, Nejat Elibol, Nihat Behram, Yücel Sarpdere, Öner Yağcı, Turgay Fişekçi, Şükran Yiğit, Osman Akınhay, Şöhret Baltaş, Sevkuthan Karataş, Süheyla Acar, Pamuk Yıldız, Süreyya Köle, Muzaffer Oruçoğlu, Mustafa Kaçar, Murat Tuncel, Turgay Fişekçi, Irmak Zileli, Sami Özbil ve Mircan Karaali’nin romanları ile ‘12 Eylül’ anlatılmış, o toplumsal alt üst oluşa, trajediye tanık olunmuştur. (Benim ‘Yolcu’ adlı öykü kitabım ile ‘Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler’ adlı tiyatro oyunum da 12 Eylül’ü konu edinmiştir.
Okuduğumda beni saran- sarsan 12 Eylül romanları
Okuduğumda beni saran - sarsan, yazarları 12 Eylül zindanlarının ve/veya sürgünün rahle-i tedrisinden geçmiş birkaç roman örneği vereyim:
A. Kadir Konuk, 12 Eylül darbesinden sonra cezaevinden firar eden ve sürgünde yaşayan bir yazar. Güçlü gözlemlerini mizahi bir dille romanlarında yansıtmıştır. Başta ‘Sarı Tipi’ ile ‘Su Uyur İnsan Kaçar’ adlı romanları 12 Eylül karanlığını betimleyen çalışmalardır.
Feride Çiçekoğlu, aynı adla sinemaya uyarladığı ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ adlı romanıyla, 12 Eylül vahşetini, darbecilerin çocuklara bile düşman olduğunu anlatmıştır.
Pamuk Yıldız’ın“O Hep Aklımda” adlı romanı 1980-1990 Mamak gerçeğinden hareketle 12 Eylül’ü anlatır. Yıldızromanında, yazması gerekenlerin neden yazmadığından, tanıklık yapmadıklarından, “içeride kahramanca direnenlerin bile” dışarı çıkınca neden bir unutma çabasına daldıklarını anlamaya çalışır. (Bkz. S.356)
Osman Akınhay,yine Mamak gerçeğini ve 19 Aralık katliamlarını betimleyen ‘Gün Ağarmasa’ adlı romanında, kahramanına benzer sorgulamaları yaptırır. (S. 183.)
Süheyla Acar,‘Yağmurun Yedi Yüzü’ adlı romanında, içeriden çıkanların ya da sürgünden dönenlerin çocuklarıyla kurdukları travmatik ilişkiyi çok ustaca sorgular. (Bkz. S. 294-295.)
Şöhret Batlaş,‘Koşarken Yavaşlar Gibi’ adlı romanında bu kuşağın çocuklarını hem sakınıp hem devrimci yapmaya uğraştıklarından, çelişki yaşadıklarından söz eder. (Bkz. S. 131.)
Ayşegül Devecioğlu’da “Kuş Diline Öykünen” adlı romanıyla dönemi ustaca betimlemiştir. Oğlunun babası (arkadaşım Behcet Dinleer) işkencede öldürülmüş olan Devecioğlu, yazın serüvenini şöyle anlatıyor: “Anlatılacaklara gerçeklik veren zaman, akıl sır ermez biçimde ortadan kaybolmuştu. 12 Eylül’dü, bütün sesleri yutan o korkunç sessizlikti. ‘Kuş Diline Öykünen’ romanı, kuşağımın bu kayıp zaman karşısındaki şaşkınlığının hikayesi aslında. (…) Bu kitabı yazarken düpedüz acı çektim. Kuş Diline Öykünen’i yazdıktan sonra içimdeki kilitlerim açıldı…”
‘Hiçbir Yere Dönüş ve Sıcak Külleri Kaldı’ adlı romanlarıyla sürgünü ustaca betimleyen Oya Baydar ise, daha sonra yazdığı ‘Erguvan Kapısı’ adlı romanında silahlı eylemci kahramanını ve ölüm orucuna yatan devrimci kadını ‘sapkın-hasta’ olarak betimleyip, hayal kırıklığı yaratmıştır.
Dikkat edilirse 80’ler, gecikmeli olarak da olsa, o dönemi yaşayan ve ağır bedeller ödeyen insanlar tarafından anlatılmıştır. Yukarıda saydığım isimler dışında, 12 Eylül’de henüz çocuk olan iki kadın yazar da romanlarıyla dönemi ustaca betimlemişlerdir. Bu yazarlardan Süreyya Köle, ‘Yakası Kürklü Yeşil Parka’ adlı romanında, devrimcilere evlerini açan bir gecekondu çocuğunun gözüyle darbeye giden süreci ve yeşil parkalı solcu ağabeyleri anlatır. Irmak Zileli ise, yeni yayınlanan ‘Eşik’ adlı romanında, 12 Eylül’ü ayrılık ve sürgünlerle yaşayan devrimci bir ailenin küçük kız çocuğu gözüyle, döneme tanıklık yapar.
Sonuç itibariyle 31 yıldır kanayan bir yara olan 12 Eylül, yukarıda adlarını saydığım yaralı insanların kaleminden ustaca anlatılmış ve gecikmeli de olsa tarihe doğru not düşülmüş, bir külliyat oluşmuştur. 12 Eylül faşist darbesini konu edinen en güçlü eserleri kadın yazarların vermesi ayrıca sevindirici, önemli bir gelişmedir…
Eylül 2011
ADİL OKAY
Kaynakça:
*Ters Akan Toros, Eylül, Ekim 2001, S. 17
Adil Okay, 12 Eylül’ün Edebiyatta İz Düşümü, www.adilokay.com
Adil Okay, Acılar yarıştırılmaz ya da Sonbahar, www.adilokay.com
Adil Okay, Yaşamın Kıyısında ve Fatih Akın Yaşamın Uzağında, www.sendika.org
BirGün Kitap, Yıl 1, S. 3.
Evrensel Kültür, Temmuz 93,S.19- Ağustos 93. S. 20.
Mesele, Eylül 2007, S. 9.
Yazın, yıl 27, sayı 118, Ütopya yayınları, Ankara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder