Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Eylül 2011 Cuma

İRFAN SARİ/Bir Tek Silah Sesi




Etrafı beton ayaklardan oluşturulmuş çimento kokulu mevzinin içinde, gözlerini ay ışığı altındaki dağlara dikmiş öylece düşünüyordu Soner. Eli tetiğin üstündeydi. Bir yıldız kaysa basacak tetiğe, bir kaplumbağa sürünse yön verecek kurşuna. Bir çatırtı duysa parmağı itecek, baruta ateş verecek.


Çok uzakta yanıp sönen çoban ateşleri olsa, belki ellerini çekecek o silahtan gidecek misafir olacak. Kim bilir belki çay kaynıyordur o ateşte, bir bardak kaçak çay yudumlayacak. İki kelam çoban sohbeti iki kelam asker sohbeti kardeşliği çoktan kurmuş olacak. Kaçmayacaklar birbirlerinden. Korkmayacaklar birbirlerinden, birbirlerini öldürmeyecekler.


Soner, şafak sayıyor. Gün biterse yeni bir günün fitilini tutuşturacak. Hayalleri sayamayacak kadar çok değildi. O kendine yetecek kadar hayal içindeydi. En ebruli olan ve en ince nakışlı hayali Mısra’sıydı. Mısra ile sözlendikleri gün Karadeniz sevinç dalgalarını kıyıya çarpıyor ve alkışlarını ifade ediyordu böylece. Askere yaşıtlarından sonra gelmişti ve eğer sevdalısı olmazsa belki daha da gelmeyecekti. Ama askerliği önüne koyan sisteme yenilip gelmişti. Dönünce mesleği olan erkek berberliğini sürdürecekti hatta şimdiden dükkânını kiralamıştı bile.


Ne çare ki; yüreğinin sahibine dağların arasından düş kurmaya bile zamanı yoktu. O da dağ çocuğuydu. Yeşil yüksek ve nemli dağların arasında koşan, konuşan ve asker olan Soner bu yalçın, esrarlı, kuru, keskin bakışlı dağların arasında kendini yalnız hissediyordu. Bilmediği bir savaşın içine gelmiş ve elleri tetiğin üstüne bırakılmış beton barınaklarda karakol nöbetlerine başlamıştı. Yüksek voltajlı aydınlatma ampullerinin yansıdığı yerler gün yerine dönüyordu ama toprağın üstünde hareketlilik hep vardı…


Dağlar çeper gibiydi dağların ardındakiler için. Biliyordu bunu. Mahalle kavgalarına benzemiyordu bu kavga onu da biliyordu. Dosdoğru bir savaşın içindeydi. Ay tereddüt ederek çıkıyordu gökyüzüne güneş kasılarak doğuyordu her seferinde. Ormanların dilini kesmişti ceberut savaş tacirleri. Canları çektiğinde tutuşturup ateşi çekiliyordu kıyısına. İçinde börtü böcek ne varsa yanıyordu. Dağlar cansızlaştırılıyordu.


Çiçeğe acımayan bombaları vardı bu savaşın. Çocuğa, kadına, erişkine-yetişkine acımayan bir yüzü vardı...


Bazen savaşın küf yüzünden kurtulup gidebilseydi memleketine yârinin çimen yeşili gözlerine takılırdı evvela. Sevdiğinin biraz utangaç sesi düşerdi kulağına “hoş geldin” edasıyla, iki sarmaşığın birbirine sarılışı gibi sarılırlardı sevdiği ile kalbinden bir sevinç akımı yükselirdi beynine. Tam budur dediğinde parmağı tetikte uyanırdı yeniden. Çünkü bu dağlarda bir an bile düş kuramazdın. Ölüm nefes gibi yakındı insana. Onun için uyanık olmak gerekiyordu.


Uyursa bir daha uyanamayacağını bilirdi. Bilirdi ki; “Savaş zamanlarında babalar oğullarını, barış zamanında da oğullar babalarını defin eder”


Elbette bu savaşı yaşadığı sürece unutmayacaktı. Şayet unutursa kendiyle sınavını da bitirecekti.


“Deniz üstünde fener bir yanar bir de söner
Bu gaybana sevdaluk ne yana olsa döner
Gel kaçalum sevduğum dağlarun arkasindan
yandumda elacağum bu yürek yarasindan”


Kulağına damlatılan bu ezgilerin rengiyle büyümüş Soner’in nöbet siperinde ona eşlik eden ay ve dağ rüzgârlarına karşı sıralamış olduğu şarkıyı sadece onun iç sesi duyabildi pek çok kez. Çünkü sesini koyuverse ölüm dansına kalırdı.


Oysa en çok dağlara söylenir şarkılar. En çok dağlar dinler adamı adam gibi.


Cebinde sigara dumanlayamıyorsan, elinde tespihin çekemiyorsan, dilinde türkü çığıramıyorsan ve açıp yârin fotoğrafına bakamıyorsan dağlar küser adama. Naz etmez dağlar. Küser bir daha dönmez gerisine.


Bu gece aşağıdan akan suyun sesi daha bir gürdü, belli ki suyun akış istikametinde yağmur yağmış. İçinde yağmuru ne kadar özlediğini geçirdi. Çünkü sevdiği ile bir yağmurlu günde rastlaşmıştı. Öyle çok istedi ki, az sonra ona özel bir yağmur serpişti tanrılar her yüreği duymaz ama onu duymuşlardı.


Saatine baktı nöbeti bitmek üzereydi bu gece ilk defa nöbeti bitsin istemedi.


Yağmurla bakışmak istedi ne çare ki yağmur toprağa düşecek kadar yağdı. Durduğu yerden bir adım öne attı yağmurun ardından bakar gibi… Susmuştu her yer. Bir tek silah sesi duydu birden, dağlarda duydu, az önce yağan yağmur da… Ama arkadaşları duymadı. Duyamazlardı belki de.


Hiç korkmadı ama… Karşı yamaçta bir duman havası vardı gözlerini dikti art arda yürüyenler gördü. Basmadı tetiğe durdu baktı… Yürüdüler… Yürüdüler… Yürüdüler…


Savaşın kurallarını çiğnemişti… Savaş suçlusu olarak yargılanacaktı belki…


Bir tek silah sesi duyuldu o gece. Kurşun gecenin içinde kayboldu. Soner kendi adına savaşı bitirerek sevdiği ellere kavuştu. Mısra’nın yeşil gözlerine bakarak söyledi şarkılarını…


“Duman gelir dereden kavlatur dağu taşi
sevduğumin yüzünden durmaz gözümun yaşi
Gel kaçalum sevduğum dağlarun arkasindan;
yandumda elacağum bu yürek yarasindan”



İRFAN SARİ

1 yorum:

  1. "Çok uzakta yanıp sönen çoban ateşleri olsa, belki ellerini çekecek o silahtan gidecek misafir olacak. Kim bilir belki çay kaynıyordur o ateşte, bir bardak kaçak çay yudumlayacak. İki kelam çoban sohbeti iki kelam asker sohbeti kardeşliği çoktan kurmuş olacak. Kaçmayacaklar birbirlerinden. Korkmayacaklar birbirlerinden, birbirlerini öldürmeyecekler."

    YanıtlaSil