Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Eylül 2011 Cuma

EMEĞİN SANATI'NDAN 103. MERHABA


Merhaba,

Emeğin Sanatı E-Dergi, yeni bir sayıyla daha karşınızda. Devrimci, sosyalist çizgisinden ödün vermeden; önüne yığılan bahane ve engellere takılmadan yoluna devam ediyor. Daha doğrusu kavgasına devam ediyor. Biliriz ki, sevdası olanların kavgası olur. Bizim sevdamızın kaynağı, elbette sosyalizm umudu ve istemidir. Gene biliriz ki, sevdası ve kavgası olmayan bir edebiyat geçicidir, sonu çürüyüştür.

Bugün kendi bunalımlarını sanatın sırtına yükleme çabasında olanlar, bilmelidir ki, sanatın tüm ahlâkî bunalımları, burjuvazinin ahlâkî bunalımlarıdır. Kapris ve fanteziler deryasında kalem yüzdürenler, sanatın en temel gerekliliğinden oldukça uzaktırlar. Sanat bir rastlantıdan, bir kapristen, bir fanteziden doğmamıştır, gerçeği yakalamanın çeşitli olanaklarından ve daha çok da zorunluluğundan doğmuştur.

Yazmak, bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuktur” diyen yazar, kendi labirentlerine mahkûm olmuş çağdaş bir Sisyphos’tan başka nedir ki?.. Burjuva sanatçıları arasında sık sık öne çıkarılan bu söylem, aslında bir kibir ve gururun ifadesinden başka bir şey de değildir.

Bizim sanatımız, suda dalgalanma yaratan bir taş gibi kitlelerde yeni dalgalanmalara, yeni heyecanlara, yeni duyarlıklara kapı açamazsa, devrimci sanatçı olarak görevimizi yapmamışız, ihmal etmişiz demektir.

Edebiyat ve sanat bir oyun değildir, estetik yapısından ödün vermeksizin dokularında yoğun siyaset yüklüdür, toplumsal kavgamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Hayat sanatın ölçülerine değil, sanat hayatın yürüyüşüne uymak zorundadır. Bir yönüyle de sanat; gevşekliğin, dedikodunun, alışkanlığın, gevezeliğin, kendinden memnun olmanın karşısında olmalıdır, önemli bir işlevi de budur.

Bu açıdan devrimci sanat, dalavere, dolap, yaldız karıştırmaya değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaya dayanır. Biz emeğin sanatçılarına, bu konunun can alıcı noktasını Gabriel Garcia Marquez gösteriyor:“Yazarın devrimci görevi iyi yazmaktır.”


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ


Günümüzde insan kendi doğasına aykırı bir hâle getirilip robotlaştırılır, yaşamın her alanında bireyin doğumundan ölümüne kadar çizilmiş yazgısında debelenirken ve dönemini doldurmuş anamalcı düzenin kıskacında boğulurken; şiirin bu gerçekliğe gözlerini yumması, tavır almaması şiirin doğasına ve var olduğu günden bu yana yüklendiği işlevine aykırıdır. Şiiri apolitik kılmak, şaire karamsarlık içinde kaybolmaya mahkûm boğuk çığlıklar attırmıştır. Oysa şiir, insanı etten kemikten yapısıyla ele alırken, onun insaniliğine karşı olan her somut duruma bir karşı çıkıştır. Ama şair olarak kendini toplumun yerine koymadan ve bir kahraman olmadığının, şiirinin görevinin gerçekliği yansıtmak ve kavratmak olduğunun bilincinde olarak. Şiirin gücüdür bu.


Ses tellerinin tınısıyla, ses vermeyen boğuk bir mağaraya dönüştürülen yaşamın kör duvarlarını deşmek, karanlığın ta ötelerindeki ışık aylalarını gözlerinin güçlü billuruyla insanlara sunmak da şairin görevi. Ama kolaya, kolayın kandırıcılığına ve rahatlığına kaçmadan. Ve politikanın sanata önceliği dogmatikliğinin sanatı sanatlıktan çıkaran bir anlayış olduğunun ayrımında olarak. Nâzım’ın, Aragon’un, Eluard’ın, Neruda’nın evrensellikleri ve büyüklükleri buradan geliyor. Yani şiiri gerçeğin rahmine oturtmalarından. Sözün gücü olarak şiirin yeri anlaşıldığı gibi insanın olduğu her yerde, onun ta kendisindedir. Şiir, dünyaya insani yeni şeyler katan, tatlı bir rüzgâr gibi, ozanın ciğerlerinden çıkan bir ses olarak otları tutuşturacak, ağaçların ve bulutların üstünde esip en kör ve en aymaz anlarında bile insanların yüreğinde yakıcı çöl fırtınalarını estirecektir. Ama hep insanda, insan için. METİN CENGİZ (Şiirin Gücü, Yön Yay.1994)



YAŞAM VE SANATTA

15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


KARŞI SANATTAN YENİ BİR SERGİ:
"DİYARBAKIR HAPİSHANESİ NE YANA DÜŞER?"

Karşı Sanat’ın “Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” konulu duyurusunu ve çağrısını geçmiş sayılarımızda duyurmuş, katılım çağrısını yayınlamıştık. Bu çağrıya katılan sanatçıların üretimleri 22 Eylül – 19 Ekim 2011 tarihleri arasında Evrensel Kültür Merkezi’nde sergilenmeye başladı.

Karşı Sanat, “Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” sergisinin düzenleme nedenini şöyle açıklıyor:

“Diyarbakır Hapishanesi, yaşadığımız toprakların yakın tarihinde pek çok simgesel anlama sahip bir mekân. Darbe döneminin en korkunç işkencelerine ev sahipliği yapan, dönemin zulüm politikalarının merkezlerinden biri olarak işlev gören bu bina, Kürt meselesi adıyla kodlanan sürecin gelişiminde de milat noktalarından biri olarak varlığını korudu yıllar boyunca. Bu cezaevini çevreleyen duvarların arasında, bir yandan faşizmin korkunç zulüm mekanizması, akla hayale sığmaz eziyetleri soğukkanlı bir programla hayata geçirdi, bir yandan da söz konusu sistematik işkenceler vasıtasıyla ulaşmayı amaçladığı ideolojik emellerin yol haritasını hazırladı. Hazırlanan yol haritasında sadece baskı, katliam ve işkence pratikleri yoktu; bunlar üzerinden ve bunlar ekseninde başkaldıran bireylere itaati, azınlık kimliklerine asimilasyonu da dayattılar. Böylece, insan denen canlı türünün kendi hemcinslerine yapabileceği sınırsız kötülük kapasitesinin bu coğrafyadaki emsalsiz örneklerinden biri oldu Diyarbakır Hapishanesi.

Aynı hapishanenin sembolik kültür içindeki yerini başka bir perspektiften de okumak mümkün aslında. Baskının ve tahakkümün olduğu her yerde direnişin, mücadelenin filizleneceği gerçeğinin de somut örneklerinden biriydi Diyarbakır Hapishanesi. Orada tutsak tutulan, akıl almaz işkencelerle fiziki ve psikolojik olarak yok edilmeye, ehlileştirilmeye çalışılan öznelerin, bu uygulamalara karşı adım adım ördükleri, inşa ettikleri direnişin tarihi de aynı mekânın sınırları içinde yazıldı. En uç boyutlarda sergilenen şiddet karşısında insan onurunu savunanların iradelerinin nelere kadir olduklarının da gözlemlendiği bir yerdi Diyarbakır Hapishanesi. İrlanda’dan Güney Afrika’ya, Şili’den Uruguay’a, dünyanın her yerinde benzer yöntemlerle geliştirilen baskı, zulüm, işkence denklemlerine, yaşadığımız topraklardan eklemlenen Diyarbakır Hapishanesi, özgürlük ve adalet kavramlarının ete kemiğe büründüğü anlara da tanıklık etti; acıların, yoklukların, vahşetin olduğu kadar dimdik ayakta kalma uğraşının, can bedeli sahiplenilen insanlık onurunun da mirasını taşıdı günümüze.

Böylesi meseleler üzerine sanat hattından üretimde bulunmak, sözünü söylemek, ince ve gergin bir ipin üstünde cambaz misali yol almaya benzer. Yanlış ve dengesiz bir adım, sarf edilen emekleri, niyetleri heba etme riski taşır. Yaşadığımız coğrafyanın gerçeklerine dışarıdan bir gözle yaklaşmak mümkün olmadığı gibi, sanatçının samimiyetinin sınanacağı en önemli konu da, onu bu hususta üretmeye motive eden nedenler olacaktır. Dolayısıyla, ne fildişi kulelelerden vakanüvislik taslamak, ne de politik planda var olan reel kutuplaşmaya, mevcut tarafların bilindik argümanlarıyla eklemlenmek doğru değil. Özgürlükçü, bağımsız sanat, bu iki, kalıpları çoktandır belirlenmiş ana hattın arasında salınarak kendi duyarlılığını oluşturmak zorunda. Kadim biçim-içerik uyumu tartışmasının önüne geçecek, üretimlerin toplumsal manada değer kazanmasına, zengin bir etkileşim sürecinin önünü açmasına vesile olacak olan da bu duyarlılığın sağlıklı temeller üzerine inşa edilmesi zaten. Dolayısıyla, kolektif manada parçalanmış belleğin onarılması için geçmişe doğru çıkılacak bir yolculuğa, dünün bugünle olan bağlantısını da ihmal etmeden atılmak hayati önemde.”

Sergi ile ilgili ayrıntılara, sergiye bir eseriyle katılan Sayın Lütfiye Bozdağ’ın bu sayımızdaki yazısında yer veriliyor.
Sergi Adresi: Gazeteci Erol Dernek sokak, Hanif Han No 11 Kat 3 Beyoğlu. Galeri, pazar hariç her gün 11.00 - 19:00 arası açıktır.


M. ŞEHMUZ GÜZEL’DEN BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ KİTABI:
"ADİL OKAY İLE GEÇERKEN"

Fransa’da yaşayan Prof Dr. M. Şehmus Güzel, şair, yazar Adil Okay’ın yaşamını konu alan yeni bir yaşam öyküsü kitabı yazdı. Daha önce de hayatında iz bırakan Yılmaz Güney, Abidin Dino, Remzi Raşa, Fahri Petek üzerine yaşam öyküsü yazan M. Şehmuz Güzel, neden Adil Okay’ı yazdığını şöyle açıklıyor:

“İki kez öldürülmek istenen, her suikasttan sonra kalan izleri hâlâ vücudunda taşıyan, başından bin bir serüven geçen, defalarca ölümle iki adımlık mesafede köşe kapmaca oynayan Adil Okay’ın hayatı, öyle sıradan bir hayat değildir : 1980 Yılında Adana cezaevinden firar ettikten ve hemen ertesinde bir yıldan fazla kaldığı Lübnan’da Filistin halkıyla direnişe katıldıktan ve bu savaştan sağ çıktıktan sonra, geldiği Fransa’da yirmi yıl yaşadı... Paris, maris hikaye, Akdeniz’in çağrılarına dayanamadı ve saati gelince ülkesine döndü. Güneşi, denizi, yakınlarını ve yoldaşlarını buldu. Kimini bazen bir rastlantı sonucu, sokakta yürürken, kimini bir toplantı sırasında, kimini bir şiir okuma gününde veya gecesinde, kimini bir gösteri ve yürüyüşte…

“Evet Adil’in yaşamı birçok açıdan önemli: Örneğin bir olay sonrasında gözaltındayken polisin işkencesinde ağır yaralanan ve öldürülmek üzere işkenceciler tarafından bir binaya götürülüp asansör boşluğundan aşağıya atılan ve öldü diyerek bırakılan bir genç Adil. Başka bir gün Adana’da faşistler çarşı içinde öldürmek için ona birkaç yandan ateş ediyorlar, o da karşılık veriyor, yaralılar oluyor... Bu olayların tümü var ve buna benzer bin bir serüven daha var. Firar var. Suriye’ye “çıkışı “ da epey serüvenlidir. Oraya gidiş ve dönüşler başlı başına bir kocaman olaydır. Suriye’deki yaşamını ve hemen sonrasında Filistin halkının kavgasında dayanışmacı ve savaşçı olarak Beyrut ve Lübnan maceralarını da eklemeli bunlara...

Bu çalışmayla aynı zamanda siyasetbilimi alanındaki bir boşluğu doldurduğumu da umuyorum: Çünkü bu kitapta önemli olan bu hikaye sayesinde, 12 Eylül 1980’in neredeyse günü gününe yıldönümünde, Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin pek irdelenmeyen birkaç yönüne değinilmesi ve siyasi olaylar ve siyasi örgütlenmeler açısından, belki « çokkk uzakta » olduğu için, belki başka nedenlerle pek ilgilenilmeyen, siyasetbilimcilerin, gözlemcilerin ve uzmanların gözünden kaçan Antakya-Hatay, Adana, Mersin, Gaziantep taraflarından bakılması. Bu yörelerdeki siyasi örgütlenmelerin nasıl kotarıldığı, siyasi eylemlerin düzenlenmesindeki yol ve yöntemler birçok açıdan gözlemlenebiliyor çünkü.

Heyecanlı, özveri sahibi, meraklı ve kendilerinden çok diğerlerini düşünen, onlar için gözlerini budaktan esirgemeyen, yetenekli bir grup delikanlının, kadınların ve erkeklerin ve hatta çocukların öyküsü olarak ta okunabilir bu kitap. Çok az sayıda ve inanmış gencin, kadın ve erkeğin, kendi köşelerinde etkili olabileceklerini göstermesi bakımından da ilginç bir hayat hikâyesiyle karşı karşıyayız. Kadınların bu mücadele içinde figüran filan olarak değil baş rol oyuncusu biçiminde rol ve görev almaları mutlaka daha ayrıntılı bir biçimde incelenmeyi de hak ediyor. Evet, bunun şakası yok Adil’in grubu içinde basbayağı isimleri duyulan kadınlar da var çünkü.

Bu konularda biraz daha bilgi vermek, kitabı okumaya teşvik etmek umuduyla ve bilhassa kitabın yazılış yöntemini aktarmak arzusuyla kitabın « Sunu » bölümünü burada aynen alıyorum:

Adil Okay'la ortak bir kitap hazırlamaya ne zaman karar verdim? Adil’le tanışmamızdan, kendisinin, ailesinin, kardeşlerinin ve bilhassa babasının yaşamını öğrendikten, ağabeyi Arif Okay’la dostluğumuzdan bir süre sonra bu düşüncenin doğduğunu ve zaman içinde, güneşi göre göre, rüzgârda ve karda tomurcuklandığını ve yeşerdiğini biliyorum.

Sonra peş peşe, zamanın ve coğrafyanın araya girmesi sonucu kesintilere uğramasına rağmen, uzun, çok uzun söyleşiler yaptık. Bunların tümünü kasetlere kaydettik. Bu arada zaman zaman Adil’de kimi şüpheler belirdi ve örneğin şöyle şeyler diyebildi : « Hem sonra hocam okuyucuyu sıkmaz mı bu konular? Ne bileyim bir çalışma yapıyorsun, emek harcıyorsun, ben de çok meşhur bir adam değilim. Okuyucu ne yapsın benim çocukluğumu, gençliğimi, hayatımı? Bunlar pek önemli şeyler değil ki.”

Ben de o zaman şu yanıtı verdim: Önemli. Bunların hepsi önemli. Çocukluk hele çok önemli. Çocukluk ve çocukken yaşadıklarımız ve yaşayamadıklarımız. Bunların önemini zaman içinde ve bu kitapta göstermeye de çalışacağız. Soru cevap şeklinde. Vaktimiz var, hiç merak etme. Onun için buradayız zaten.

Nihayet bu konuda şunu da eklemek istiyorum bugün: Adil Okay’ın çocukluğu herhangi bir çocukluk değil. Gençliği herhangi bir gençlik değil. Sonrası da çok farklı. Görecek, göreceksiniz...

Evet, siz de göreceksiniz, öyle “Hayat Rahat Ve Durgun Akan Bir Nehirdir” havası yok bu çocuklukta, bu gençlikte ve sonrasında. Ve siz de bizzat kendi kararınızı vereceksiniz. Ve görecek göreceksiniz ki yanılmıyorum. Yanılmadım.

Söyleşilerimizle doldurduğumuz kasetleri sevecen, yardımcı olmayı bir tür gönüllülük olarak yüreklerinde taşıyan insanlar, kadınlar ve erkekler “çözdüler”. Yani sözümüzü beyaz kâğıdın üstüne serdiler: Satır satır. Sayfa sayfa. Onların hepsine bin bir teşekkür.

O sayfa sayfa dizilen satırları aldık, yeniden ve yeniden okuduk. Ben okudum. Adil okudu. Sonra yeniden ben okudum, o yeniden okudu ve bu çalışmaya son biçimini böyle nakış işlercesine, mermere veya taşa biçim verircesine ortaya çıkardık.

Güneş sözünde durdukça çalışmamız sürdü. Güneşe bakarak.

İyi mi oldu? Bizce evet. Veya en azından biz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık. En iyisi olması için mümkün olanı yaptık. Ama asıl kararı siz vereceksiniz. Sizce nasıl? Bu soruyu sormak sırası şimdi bizde.

Başından itibaren kitaba başlık olarak “geçerken”i seçtim. Ama doğrusunu isterseniz kesin kararımı yeni verdim. Ve “geçerken” birincilikle ipi göğüsledi.

Neyi geçerken? Niye geçerken?

Çünkü bir defa “geçerken” sözcüğü başlık olarak fena değil. Sonra burada Adil’in hayat hikâyesini konuşmak ve anlatmak istiyorum. Hayat akıp geçiyor. Zaman gelip gidiyor. Ve dahası biz geçiyoruz, çünkü bizim de zaman cetvelimiz doluyor, dolmak üzere, ama bizden sonra gelecekler var. Gelenlere geçip giderken bir şeyler bırakmak anlamında bu kitaba da bu başlık çok iyi uyar dedim.

Umarım okuyunca sizler de bana hak vereceksiniz.

Gidenler atlarını mahmuzlayarak ve arkalarında destanlar bırakarak gittiler ve kalanlar yoldaşlarının destanlarını onların anılarına saygı göstererek ve onları kalıcılaştırmak umuduyla yazmayı görev edindiler. Bu çalışma da sonuç itibariyle bu yolda bir katkı sunabilirse ne mutlu bize…


KURGU KÜLTÜR MERKEZİ’NDEN ÖDÜLLÜ
EDEBİYAT YARIŞMALARI…

Kurgu Kültür Merkezi, “Kültürel ve sanatsal gelişimin, uygar ve şenlikli toplumun oluşturulmasına dün olduğu gibi bugün de katkıda bulunduğunu ve bundan sonra da edeceğini düşünmektedir” savından yola çıkarak edebiyatımızı ve edebiyatçılarımızı, özellikle de genç kalemlerimizi desteklemek amacıyla her yıl toplam dört dalda, “Şiir-Öykü-Roman ve Çocuk-Gençlik Edebiyatı Ödülleri” düzenledi.

Yarışma dört dalda gerçekleştirilecek: a) Şiir b) Öykü c) Roman ç) Çocuk ve Gençlik Edebiyatı. Yazarlar, birden fazla dalda ayrı dosyalarla yarışmaya katılabileceklerdir. Yarışma tüm yazarlara açıktır, konular serbesttir. Edebiyatçılar yarışmaya en az 64 (altmışdört) sayfalık yayına hazır dosyalarla katılabileceklerdir. Yapıtlar bilgisayar ortamında yazılacak ve çıkışı alınıp çoğaltılacaktır. Yapıtlar beşer nüsha halinde düzenlenip en geç 15 Mart 2012 tarihine kadar başvuru adresine gönderilmelidir. Aynı tarihe kadar elden de teslim edilebilir.

Sanatçılar yarışmaya, gerçek adlarıyla, basında tanındıkları imzalarıyla katılacaklar; özgeçmişlerini kısaca yazdıktan sonra, bir fotoğrafla birlikte zarfa koyup aynı dosya içinde göndereceklerdir.

Ödüle katılan dosyalara her dalda sadece birincilik ödülü verilecektir. Sonuç 1 Eylül 2012 tarihinde açıklanacaktır. Ödül alan yapıtlar aynı yıl içinde (örneğin 2012) basılmış olacaktır.

Gerek ödülle ilgili, gerekse ödül alan yapıtlar belli olduktan sonra, öncelikle Kurgu Düşün Sanat Edebiyat’ta “gerekçeleriyle birlikte” duyurulacak ve gerek görülmesi halinde, yapıtlarla ilgili yazarlarıyla söyleşiler düzenlenecek, bunlar Kurgu Düşün Sanat Edebiyat’ta yayımlanacaktır. Kurgu Düşün Sanat Edebiyat’ın kapanması durumunda, diğer dergi ve kitap eklerine yönlendirme yapılacaktır. Seçici Kurul daha sonra kamuoyuna duyurulacaktır.

Başvuru ve yapıtların teslim adresi: Kurgu Kültür Merkezi, Konur Sokak 13/5 Kızılay-Ankara Tel: 0312 419 54 85, www.kurgukulturmerkezi.com, kurgukulturmerkezi@gmail.com (EDEBİYATHABER.NET)

ÜMİT KAFTANCIOĞLU ÖYKÜ YARIŞMASI'NA
BAŞVURULAR SÜRÜYOR...


1 Nisan 1980'de katledilen Yazar Ümit Kaftancıoğlu adına Yalın Ses Yayınları tarafından düzenlenen Ümit Kaftancıoğlu Öykü yarışmasının bu yıl yedincisi düzenlendi.

Yarışma şartları: Eser sahipleri yayımlanmamış ve ödül almamış 2'şer öykü ile katılacaklardır. (İsteyen tek öykü ile de katılabilir) Konu serbesttir. Öyküler iki aralıklı olarak (bilgisayarda yazılmış) en az 2 en çok 10 sayfa olacaktır. Öykülerin yazılı olduğu dosyanın sağ üst köşesine büyük harflerle rumuz yazılacaktır. Kesinlikle gerçek ad ve soyadı belirtilmeyecektir. Katılımcılar öykülerini 4 kopya olarak gönderecekler ve gönderinin içine ayrı bir dosyada kısa özyaşamı, adresi ve telefon bilgilerini belirteceklerdir. Aksi durumda öyküler değerlendirmeye alınmayacaktır. Değerlendirme 1. 2. 3. şeklinde olacak, ilk 10'a giren öyküler kitap olarak yayımlanacaktır. Dereceye giren katılımcılar plaket ve kitap seti ile ödüllendirileceklerdir.

Yarışmaya son katılım tarihi 31.12.2011’dir. Öykü yarışması sonuçları 25.03.2012 tarihinde basın yolu ile açıklanacak ve Ümit Kaftancıoğlu’nun öldürülüşünün 32. yılı olan 11 Nisan 2012 günü yapılacak anma töreni ile ödüller sahiplerine verilecektir.

Yarışma seçici kurulunda Adnan Özyalçıner, Öner Yağcı, Mehmet Güler, Zeynep Aliye, Dr. Canan Kaftancıoğlu, Öztürk Tatar yer almaktadır.

Adres: 2012 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması, Yalın Ses Yayınları, Cağaloğlu yokuşu Ergüç Han No:5/8, Cağaloğlu-İstanbul, Cep: 0555 254 27 26, tatar8@gmail.com , www.umitkaftancioglu.com

CEMAL SÜREYA ŞİİR ÖDÜLÜ İKİ DALDA DÜZENLENİYOR

Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği tarafından düzenlenen Cemal Süreya Şiir Ödülü, bu yıl iki dalda düzenleniyor:
*Ekim 2010 başı ile Eylül 2011 sonu arasında yayımlanmış şiir kitabı.
*Bir kitap oylumunda olan şiir dosyası.

Egemen Berköz, Enver Ercan, Mustafa Öneş, Müslim Çelik ve Sennur Sezer’den oluşan Seçici Kurul gerek görürse, ayrıca Özendirme Ödülü de verebilecek. Ödül, her dalda tek yapıta verilecek. Son katılım günü, 16 Kasım 2011

Cemal Süreya’nın 23.ölüm yıldönümü olan 9 Ocak 2012 Pazartesi günü düzenlenecek törende, ödüller kazananlara sunulacak.

Yarışmaya katılmak isteyenlerin, 6 nüsha yapıt, her birine şairin özgeçmiş yazısı ile adres ve telefon numarası eklenerek, 16 Kasım 2011 tarihine kadar Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği’ne iletilmeleri gerekmektedir.

Adres:Bostancı Bağdat Cad. Hatay Restaurant Kadıköy –İstanbul, Tel:(0 542 ) 506 96 58 Sorular için: http://www.facebook.com/CemalSureya veya hsipahi.tk@hotmail.com adresine mesaj bırakılabilecek.

PEN KONGRESİNDEN ÇIKAN SONUÇ:
"BİRÇOK DİL TEHLİKEDE!"

Barışa ve etnik kimliğe saygı vurgusu ile başlayan Uluslararası PEN’in 77. Kongresi, dilsel çeşitliliğin korunması ve geliştirilmesi için Dilsel Hakları Girona Manifesto’nu onayladı. PEN’in daha aktif kılınması isteğinin öne çıktığı kongrede, 13 yıldır yargılanan sosyolog Pınar Selek ile dayanışma dile getirilirken, Türkiye’de baskı altındaki yazar, edebiyatçı ve şairlere de dikkat çekildi. Çeşitli PEN kulüplerine Onur Üyesi yapılmaları çağrısı ile dünyadan seçilen birkaç aydın arasında Türkiye PEN üyeleri Nedim Şener ile Ahmet Şık da yer aldı.

Şairler, Deneme Yazarları ve Romancılar Klübü olan PEN’in Belgrad’daki 77. Kongresi, 20. yüzyıl Sırp edebiyatı konulu yarım saatlik film ile başladı. Filmde 1933’teki PEN kongresinden görüntüler özellikle ilgi çekti. Sırbistan PEN Başkanı Vida Ognjenovic ve PEN Uluslararası Başkanı John Ralston Saul’un açılışını yaptığı kongrede konuşan Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadic, etnik kimliğe saygının barış için önemini vurguladı. Ardından Besteci Isidora Zebelyan’ın eserlerinden oluşan konser beğeniyle dinlendi. Savaş karşıtı dans tiyatrosu örneği sarsıcı bulundu. Vosijlav Voki Kostic’in yazdığı ve reji ile koreografisi Staşa Zurovac’a ait olan “Şarkı Söyleyen Kim?” adlı eser doksana yakın ülkeden gelen PEN üyeleri tarafından uzun süre alkışlandı.

15 Eylül günkü oturumda ise PEN Genel Kurulu’nda dilsel çeşitliliğin korunması ve geliştirilmesi için bir çağrı olan “Dilsel Hakları Girona Manifesto”su onaylandı. PEN Çeviri ve Dil Hakları Komitesi tarafından geliştirilen söz konusu Manifesto, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olanlar da dahil olmak üzere, tüm dillerin korunması ve geliştirilmesi yönünde önemli bir adım. PEN Uluslararası Başkanı John Ralston Saul, “Birçok dil tehlikede, birçok dil aslında yok.. Bir dil kaybı ve bu kayıp yoluyla kişinin kültürünün, ifade özgürlüğünün nihai kaldırılması olarak görebilirsiniz” dedi. Girona Manifesto, dünyada dil çeşitliliğini savunmak için bir araç olarak yaygın olarak dağıtılması için tasarlanmış bir belgedir.

Uluslararası PEN Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Başkanı Josep Maria Terricabras da, “Dil bizi tanımlar. Dil, bir ses, kimlik ve ruhtur. Diller içinde yaşadığımız evlerdir” dedi.

Kongre boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen PEN üyesi 250 yazar, şair, deneme yazarı bir araya geldi; sorunları tartıştı, öneriler geliştirdi, yeni etkileşimlerde bulundu. PEN’in daha dinamik kılınması talebinin öne çıktığı kongrede, buna ilişkin çalışmalar ve öneriler üyelere sunuldu. Bu amaçla hazırlanan Uluslararası PEN web sitesi gösterildi ve yeni siteye ilişkin eleştiri ve öneriler istendi. Bu bölümde, İsveç PEN’in “muhalif bloğu” ile Ürdün PEN’in “PEN-Diyalog” siteleri de PEN üyelerine tanıtıldı. Toplantıda, Kuzey Kore kökenli yazarların ayrı bir PEN Klübü kurma ihtiyacı dile getirildi. (EVRENSEL)


FAKİR BAYKURT, ANADOLU’YA IŞIK TUTUYOR HÂLÂ…

Fakir Baykurt, Akçaköy’de başlayıp Köy Enstitüleriyle onlarca kitaba uzanan zorlu bir Anadolu türküsüdür. Köy Enstitüsünde başlayan sınıfsal uyanış, -sınıf bilincine tam olarak ulaşamasa da- onun yolunu ve bakışını içinden geldiği topraklara döndürdü. Tanık olduğu, yaşadığı insanları anlattı yapıtlarında. Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün kuruluşuna emek verdi. Başkanlığa seçildi. Yolu sürgünlere, cezaevlerine uğrasa da halk için halkı yazdı.

Köyler boşalıp Almanya’ya göç etmeye başlayınca, o da kalktı gitti Almanya’ya. Bu sefer göçmen işçileri yazdı. Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileri yansıttı. 1950–1970 döneminde etkili olan "köy edebiyatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi oldu. Aziz Nesin, 1989 Nesin Yıllığında onun için şu tespiti yapıyordu: “On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür.”

Yaşamının her anında, “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır” diyen Baykurt’u, 11 Ekim 1999’da günü sonsuzluğa uğurlamıştık.

Fakir Baykurt, kıvrak dili, güçlü gözlemlerini kendi bakışıyla buluşturan güçlü anlatımıyla edebiyatımızın önemli roman ve öykücüleri arasında yer aldı. Sanat anlayışını belirten şu sözleri, onun sanatsal ve toplumsal bilincini en iyi biçimde yansıtmaktadır: “Kitaplarımız bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım eder…”

“Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme...

Bir yaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; bir romancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererek yazılması.”FAKİR BAYKURT


İNSANÎ EDEBİYATIN ÖNCÜLERİNDEN
HALİKARNAS BALIKÇISI YAPITLARIYLA YAŞIYOR!

Halikarnas Balıkçısı ya da gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxfort Üniversitesi “Yeni Çağlar Tarihi” bölümünde tamamladıktan sonra(1908) Resimli Ay , Resimli Hafta , Diken , İnci gibi dergilerde yazılırı , çevirileri ve karikatürleri yayımlandı . 1925’te Resimli Hafta da Hüseyin Kenan imzasıyla çıkan “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Gider?” yazısından dolayı İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanır. Bu öyküde balıkçı Kurtuluş Savaşı yıllarının hamasî havasının tersine İstiklal Mahkemeleri tarafından doğru düzgün yargı ortamı kurulmadan idam cezasına çarptırılanların asılmaya gidiş dramlarını gerçekçi bir dille yansıtır. Ama bu öykü zamanın yönetimi tarafından Mustafa Kemal Hükümetine ve Cumhuriyete hakaret kabul ederek o çağın henüz bilinmeyen, yolu izi olmayan uzak bir yurt köşesi Bodrum’da 3 yıl Kalebentliğe sürgüne gönderilir.

Halikarnas Balıkçısı tüm acıları ve yalnızlıklarını adeta bir tragedya kahramanı direnişiyle bin bir olanağa ve üretkenliğe dönüştürecektir bu sürgünde. 1920’lerde magazin öyküleri yazan Halikarnas Balıkçısı, yazar ve düşünce adamı olarak asıl kimliğini Bodrumdaki sürgün yıllarında buldu. Mitolojisi, tarihi, doğasıyla Ege’yi; süngercisi, balıkçısı gemicisiyle hayatlarını denizden kazanan insanların mücadelesini konu alan Ege Kıyılarında deniz emekçilerini anlatan romanlar yazdı. Yazılarını coşkulu, içten, kimi kez savruk, şiirsel bir üslup ile yazdı. Halikarnas Balıkçısı Anadolu efsaneleriyle mitolojisini inceleyen kitaplar da yazdı.

1947'de İzmir'e yerleşen Kabaağaçlı, 13 Ekim 1973'te bu kentte ölür çok sevdiği Bodrum'a gömülür. Onun sanat anlayışı şu sözlerinde gizlidir:

“Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.”

BEHİCE BORAN SOSYALİZM YOLUNDA, HEP YANIMIZDA!

Türkiye Sosyalist hareketinin en önemli ve en yürekli adlarından biridir Behice Boran… Hiç kuşku yok ki, insanlar öldükten sonra kötü anılmazlar. Ölüm gibi duygusallık yaratan bir durumdan sonra bir çokları belki de hak etmedikleri övgülerle anılmışlardır. Ancak kimileri için övgü bile yetersizdir. İşçi sınıfımızın yiğit evladı Behice BORAN’da bunlardan biridir. Çünkü Behice BORAN tartışmasız çevresini aydınlatan, inat ve kararlı kişiliği ile övgüyle anılmanın çok ötesinde şeyleri hak etmiştir.

Onun hem bir bilim insanı hem bilimsel sosyalizmi savunan bir önder olması nedeniyle gönlümüzde ayrı bir yeri vardır. Savunduğu düşünceler ve eylemli kişiliği yüzünden fırtınalı bir yaşamı olmuştur. Ancak, bütün zorluklara karşın inandıkları uğruna verdiği savaşımdan milim bile geri adım atmamış ve ağır bedeller ödemekten çekinmemiştir. BORAN’nın bu konuda söyledikleri bir çoklarının böyle yaşamayı göze bile alamadığı ama Behice BORAN’ın göze alarak yaşamının son anına kadar sürdürdüğü bir gerçekliktir. O, bu nedenle; “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır!” diyordu

Kimler yükselen değerlere teslim olup kendileri için acıklı bir yaşamı içselleştirmedi. Koca koca profesörler, bilim adamları, politikacılar sermayeden esen rüzgarlarla “değişen değerler” tanımı yapıp eşiği aşarak kendisini sermayeye pazarlamadı mı? İşte Behice BORAN gibi işçi sınıfının yüce davası sosyalizm için savaşanlar bu yüzdendir ki ölümsüzdürler. Sonsuza kadar anılmayı da bu yüzden hak etmişlerdir.


BAŞ EĞMEZ DEVRİM SAVAŞÇISI HİKMET KIVILCIMLI
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!..

Türkiye Devrim Tarihi'nin önemli kişiliklerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, ölümünün 40. yılında saygıyla selamlıyor ve anıyoruz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Priştine'de doğdu. Ailesi, Balkan Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya göç etti ve Kuşadası'na yerleştiler. Lise öğrenimi sürecinde İstanbul'a gelen Hikmet Kıvılcımlı, burada Vefa Lisesi'nde okudu. Kıvılcımlı, İstanbul Tıp Fakültesi'ndeki öğrenim yıllarında sosyalist mücadeleye katıldı.

1925 yılında gerçekleştirilen TKP 2. Kongresi'ne delege olarak katıldı. Aynı yıl, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan "Takrir'i Sükun Yasası", ülke çapında bir terör ve baskı dalgasının yükselmesine sebep oldu. Bu arada Hikmet Kıvılcımlı da tutuklandı ve 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Fakat bir yıl sonra ilan edilen bir aftan yararlanarak, tahliye oldu. 1929 yılında tekrar tutuklandı, bu kez 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuştu. Kendisi bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi MK üyesidir. 1938'de, Donanma Davası'ndan tekrar tutuklandı ve 15 yıla mahkum edildi. Bu kez, 12 yıl yattı. 12 Mart 1971 Açık Faşizmi Dönemi'nde arandığı için yurtdışına çıktı ve çok kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1971'de, Belgrad'da öldü.

Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının her anını devrimci disiplininden ödün vermeden yaşamış; ölümüne değin okuma, araştırma, öğrenme ve öğretme eyleminden vazgeçmemiştir. 36. ölüm yıldönümünde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, onurlu yaşamını ve mücadelesini saygıyla anıyoruz.

Türkiye sosyalist hareketinin en özgün ve üretken isimlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlü mücadele kararlılığı ile bugün de sosyalizm mücadelesine ışık tutmaya devam ediyor.

Onun kararlı ve yiğit devrimci yönünü en iyi şu sözleri yansıtıyor:

“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk, muhallebi değil... Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak ta vardır, vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”


CHE GUEVERA UMUDUMUZA DİRENÇ KATIYOR HÂLÂ…

Arjantin'de doğan devrimci Ernesto Che Guevara 20'nci yüzyılı etkileyen en önemli adların başıda gelir. Buenos Aires'te tıp okuduğu sıralarda Latin Amerika'nın pek çok bölgesini dolaşan Che, bu coğrafyanın en belirgin iki özelliğine yoksulluğa ve baskıcı rejimlere tanıklık etti. Marksist görüşleriyle birleşen isyankar ruhunun gösterdiği yön, silahlı devrim hareketiydi. 1954'te Meksika'da Fidel Castro ile tanıştı, Castro'nun liderliğini yaptığı 26 Temmuz hareketine katıldı.

Bu hareket Kübalı diktatör Fulgencio Batista rejimini alaşağı etti, Castro artık sosyalist Küba'nın devrimci lideriydi. Che, 1959-1961 yılları arasında Küba Ulusal Bankası'nın başkanlığını yaptı, daha sonra da Sanayi Bakanı oldu. 1965'te devrimin kızıl rengini diğer coğrafyalara yaymak için Küba'yı terk etti.

Afrika'da isyancı güçlere gerilla eğitimi verdi ancak çabaları sonuçsuz kalınca 1966'da yeniden Küba'ya döndü. Aynı yıl Bolivya'da Ortunyo yönetimine karşı mücadele başlattı. Bu mücadele onun son devrim macerasıydı. Che Guevara, 40 yıl önce bir çatışmada Bolivya'nın La Higuera köyünde katledildi.

Ama düşünceleri ve devrimci tavrı dünyanın her yanında, her dağda yankı buldu. Bulmaya da devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladıkları tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor. Ve o zalimlere haykırmaya devam ediyor: “Bir çiçeği ezebilirsiniz, baharı asla!”




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder