RESİM: HAZAL HÜNGÜR
12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi Uygulamaları
Evet, yine bir 12 Eylül geldi 1980 darbesinden bu yana tam 31 yıl geçti fakat 12 Eylül darbesini yapanlar Türkiye de halen yargılanamadılar, kendi ürettikleri anayasa tarafından yönetiliyoruz.
Bende bir 12 Eylül mağduru olarak o süreci asla unutmadım ve de unutmayacağım. unutulmaması için önüme gelen her insana o insanlık dışı vahşeti anlatmaya devam edeceğim.
Şimdi kısaca dönemin vahşetini cehaletini insanlık dışı tüm pisliklerini anlatmaya çalışacağım:
Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran:1.75 boyunda, zayıf, kumral, 40 yaşlarında ama yüz kırışıkları fazla, gözlerinin altındaki halkalar morarmış, daima komando elbiseleriyle ve Co isimli köpeği ile dolaşır. Diyarbakır zindanındaki işkencelerin mimarıdır. Katillerin başı, soğukkanlı, acımasız, güzel vaatler verip çirkin uygulamalar yapan, burnu havada, kendini Nemrut sanan biriydi. 1974 Kıbrıs işgalinde görev yaptığı için, oradaki zindanlarda yapılan işkencelerle deneyim sahibi olmuş, 7. Kolordu Komutanı Kontragerilla Şefi Kemal Yamak'ın verdiği yetkiyle donanmış tam olarak bir işkence ve cinayet makinesiydi. 24 Şubat 1981 tarihinden Eylül 1992 sonuna kadar Diyarbakır zindanında işkenceci başı olarak görev yaptı. Eylül ayında sonuçlanan, M. Hayri Durmuş; Kemal Pir ve arkadaşlarının yaşamlarını yitirdikleri ölüm orucundan sonra İstanbul`a tayini çıktı. Burada rütbesi yükseltilerek binbaşı oldu. 22 Ekim 1988 tarihinde İstanbul Kısıklı'da bir otobüsün içinde bir Kürt militan tarafından silahla başına sıkılan üç kurşunla öldürüldü. Şimdi bu vampir ve kan içicinin Diyarbakır Cezaevindeki bazı uygulamalarını bizim kaldığımız 32. koğuştaki işkencelerinin bir gününü sizlerle paylaşmak istiyorum
32. Koğuşun Bir GünüSabah saat 04.45’te koğuş nöbetçilerinin koğuş kalk komutu ile uyandırıldık. Koğuşun 3–5 nöbetini tutan nöbetçiler, saat 04.45’te koğuşu uyandırmakla görevliydiler. Saat tam 04.45 olunca, nöbetçiler yüksek sesle bağırarak “Koğuş kalk!” komutunu vermek zorundaydılar. Bu komuttan birkaç dakika sonra, koğuş kapısının mazgalı açılır nöbetçi gardiyan komutan, nöbetçileri çağırırdı. Nöbetçi onbaşı kapıya doğru koşar, yanındaki nöbetçi de onbaşının yanına geçer, ikisi birden ayaklarını sertçe yere vurarak esas duruşa geçer, başta nöbetçi onbaşı kısa künyesini okumaya başlardı. “İsa Tekin Diyarbakır emret komutanım, 32.koğuş nöbetçi onbaşısıyım, 32.koğuş 106 mevcudu ile vukuatsız olarak emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” der, sonra yanındaki nöbetçiye gelir, nöbetçi de aynı künyeyi tekrarlardı. Nöbetçi gardiyan nöbetçilere sorardı “Vukuatınız var mı lan!” Nöbetçi onbaşı “Yoktur komutanım” der, nöbetçi gardiyan komutana sorar “koğuş herkes uyandı mı, uyuyan var mı?” derdi. Koğuş nöbetçi onbaşı, “Yoktur komutanım” derdi. Kalkar kalkmaz ilk işimiz, yatağımızı yapmak zorundaydık. Çünkü yatağı bozuk yapanlar dayak yerdiler. Koğuş gardiyanımız Kayserili Karabela, kontrolde kimin yatağını bozuk görse dayak ile cezalandırırdı. Yatağın düzgün, güzel yapıldığının testini şöyle yapardı: Yatağın üzerine 25 kuruş demir para atardı, eğer para yatağın üzerinde zıplıyorsa, demek ki yatak düzgün ve güzel yapılmıştır; eğer para zıplamıyorsa yatak düzgün yapılmamış, yani iyi çekilmemiş demektir. Öyleyse dayak hak edilmiştir.
Pazar günleri öğleden sonra koltuk altı ve etek altı tıraşlarında bu jiletleri kullandıktan sonra değiştiriyorlardı. Aynı gün saçlarımız da sıfır numara ile kesiliyordu. Bazen saçlarımız makineye sıkışıyor, kesen yeni berberimiz kesmesini bilmediği için adeta saçlarımızı yoluyordu. Bu da ayrı bir işkence türüydü. Evet, acele ediyoruz, daha gün yeni başlayacak. Koğuş gardiyanı koğuş mazgalını açıyor, nöbetçi koşup tekmil veriyor, gardiyan komutan emir veriyor, karavana çıkıyor sabah kahvaltısı için. Üç karavanayı nöbetçi koşar adım kapının önüne çıkarıyor, var gücü ile kısa künye yapıyor: “İsa Tekin Diyarbakır emret komutanım!” Koğuş gardiyanı emrediyor, “Karavanayı bırak içeri gir!” Nöbetçi tekrar kısa künyesini yüksek sesle tekrarlayıp koğuşa dönüyor gardiyan kapıyı kapatıyor. Kapının mazgalını açıyor, “Lan sorumlu, mahkemeye gidecekler hazırlansın, koğuşta bu gece vukuat var mıydı?” Koğuş sorumlusu, “Emredersin komutanım!” der ve kısa künyesini yapardı: “Hatip Çelik Mardin emret komutanım, koğuş vukuatı yoktur komutanım!” derdi. Veya koğuşta o gece bir hasta olmuşsa veya ayakta gezerken başka bir nöbetçi gardiyana yakalanmışsa bunlar çok büyük vukuatlar demekti. Cezası da tabi ki ağır olurdu. Yoksa gardiyan mazgalı kapatır, karavanaları yanında gelen çömez askere taşıtırdı. Böylece çömez asker geleceğin büyük komutanlığına hazırlanırdı. Koğuş sorumlusu koğuşa döner, eğer gardiyan mahkemeye gidenlerin listesini vermişse o listeyi yüksek sesle okur ve hemen hazırlanmasını isterdi. Liste verilmişse o gün mahkemesinin olduğunu bilenler, kendilerinin mahkemelerinin olduğunu söyler ve hazır bir şekilde beklerlerdi. Aradan 10 -15 dakika sonra karavana kapıyı gelir ve kapıya bırakılırdı. Karavananın yere bırakıldığının sesini hepimiz duyardık. Ondan sonra kapı mazgalı açılır, komutan “Karavana al!” der ve kapıyı açardı. Kapı açılana kadar üç kişi kapının önünde hazır olur, her üçü de hızlı şekilde kısa künye yapar, bina karavanalarını koşar adım içeri alırlardı.
Sayım ikişerli şekilde sayılıyordu: öndeki ve arkadaki şekilde dolayısıyla öndeki iki yanındaki dört diye devam ediyordu. Bu ikişerli sayımı 45 saniye, en fazla 50 saniyede bitirmek zorundaydık. Bu seriyi yakalamak için bugün iki diyen arkadaş yarında aynı yerde oluyordu. Onun görevi, ne olursa olsun, sayım anında iki diyecek veya otuzuncu sıradaki kişi otuz diyecek, yani böylelikle biri karıştırsa bile yanındaki sabit olduğu için sayım karışmayacaktı. Bu sayım işi bazen saat 9’a kadar devam ediyordu. Koğuş sorumlusu Hatip Çelik, her sayım öncesi hep prova yaptırıyordu. Koğuş sıra halinde dizilir, Hatip Çelik bağırır ve şöyle derdi: “Herkes çok iyi dinlesin, kimse numarasını unutmasın, çok seri şekilde okusun ve bağırsın!” Kendisi en başta sayımı başlatırdı ve şöyle derdi: “Dikkat Hatip Çelik Mardin emret komutanım! 32.koğuş 106 mevcudu ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım! İki, dört, altı, sekiz…” Diğer arkadaşlar Hatip Çelik’i takip ederdi. Hatip Çelik bu provayı idare sayımı gelene kadar yüzlerce kez tekrar ederdi. Eğer koğuşa yeni gelenler olursa, kurallara uymalarını ve bizim gibi yaptığımız gibi yapmaları gerektiği yönünde ikazlarda bulunurdu. Bu yeni gelenler muhabbeti hep devam ederdi. Ta ki idarenin ast-üst subayları, çavuşları ve gardiyanları sayıma gelene kadar…
Sayıma eğer Yüzbaşı Esat Oktay yıldıran veya minik asteğmen gelmiş ve yanında kalabalık asker varsa o sabah büyük işkence var demektir. Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran koğuşu baştan aşağı inceler, koğuş sorumlusuna sorular sormaya başlar: soruları da “Yataklar iyi düzeltilmemiş. Yemekler nasıl? Şikayetiniz var mı?” Koğuş sorumlusu Hatip Çelik kısa künyesini bağırarak yapar, “Sizin sayenizde hiçbir ihtiyacımız yoktur komutanım!” der; Yüzbaşı Esat Oktay konuşmasını sürdürürken Co komutan (Co köpeği) tutukluların apış aralarını koklar veya kapardı. Diğer subaylar ve askerler, bizlere bakar, dayak atmak için şöyle sorarlardı: “Ulan ibne, neden karşı duvara bakmıyorsun? Bana bakıyorsun” veya “Niye güldün, esas duruşun niye bozuk, niye kaşındın” gibi mazeretlerle Esat Oktay Yıldıran’ın yanında bizleri döverlerdi Esat Oktay konuşmasına devam ederdi: “Devlet size şefkatli ana kucağını açmıştır. Devlet sizi yedirip içiriyor, kıymetini bilin. Koğuşunuzda bölücülük ve komünistlik yapmayın. Yapan varsa aranızda barındırmayın, bana bildirin. Gerekli mükafatı alacaksınız…”
Bir gün Suruç grubundan arkadaşlar mahkemeye gidip gelmişlerdi. O gün karar günüydü. Hepimiz çok merak ediyorduk. Arkadaşlar geldi, koğuş sorumlusu sordu “Ne oldu?” diye. Arkadaşların biri şu cevabı verdi: “Önemli değil, hele önce ben bir tuvalete gideyim, yemekte ne var? Dört kez idam verdiler” dedi. Baskı ve işkence öyle bir boyuttaydı ki, “tuvalete gitme” ve “yemekte ne var” dört idamdan daha değerliydi. Bunu gırgır ve espri konusu yapmıştık. “Önemli değil dört kez idam kuru fasulye kadar değerli değil yeter ki kuru bol kepçe olsun hele arkasında büyük su bidonu içinde sıcak çay gelmişse ve plastik bardakta içiliyorsa en büyük keyif bu olsa gerek dört idamın ne önemi var canım…” Yemek faslı bittikten sonra üzerine bir sigara çok güzel oluyordu. Mahkemeye gidenler, tekrar hazır şekilde kapı önünde bekleyecek, komutan gelip onları götürecek ve komutunu verecek: “Lan sorumlu koğuşa marş söylet!”
Karavanada yemekler az geldiği gibi bir de koğuş sorumlusu yardımcı ve ispiyoncusu Maruf Şahin vardı. Yemek gelir gelmez ilk Maruf Şahin kalite kontrol yapardı. Eğer yemekte iki üç tane et parçası çıkarsa, Maruf Şahin elleri ile yemeğin içine dalar, “Kısmetimde bugün de et çıktı, hele bir tadına bakayım” derdi. Hepimiz deri kemik kalmışken, bazı arkadaşlar Maruf Şahin’in kalçalarını göstererek, “Bu ibne karı gibi kalça büyütüyor” diye alay ederdi. Ama bunu kimse Maruf Şahin’in yüzüne söyleyemezdi. Çünkü Maruf Şahin idarenin koğuştaki anteni ve temsilcisiydi. Kimi kafaya taksa idareye gammazlardı. Doğal olarak etler Maruf Şahin’in hakkıydı tabi. İdarenin adamı Maruf Şahin yalnız değildi. 106 kişilik koğuşta 5 kişi tespit etmiştik. Kantinden eşya siparişi verilirken bu ortaklarımıza, rüşvet olarak bizi gammazlamamaları için hepimiz bir şeyler almak zorundaydık. Vedat Aydın’la bazen yan yana geldiğimizde, Maruf Şahin ve ekibine bakarak şöyle derdi: “Hale İsa, hele şu şerefsize bak, bu şerefsiz güneşin düşmanı, ayın düşmanı, insanlığın düşmanı ve bu şerefsiz umudun düşmanı” diye künye sayardı.
Saatlerce ayakta 6o tane ırkçı ve şoven marşı söylerdik. Arada koğuş gardiyanı kapı mazgalını açar, “Lan sorumlu, koğuş niye bu kadar cansız marş söylüyor?” diye azarlardı. Koğuş sorumlusu Hatip Çelik, “Emredersin komutanım!” dedikten sonra “32. koğuş daha yüksek sesle yürüyüş kararı sayılacak say!” komutunu verir, biz yerimizde var gücümüzle yere vurarak bir iki üç dört diye sayarak Hatip’in komutlarını tekrarlardık. Sonrasında sırayla askeri marşları söylemeye devam ederdik. Bazı günlerde ise genellikle yaz ise, çok sıcak olduğu zamanlarda havalandırmaya çıkardık. Havalandırma hava almak için değil işkence görmek için çıkardık.
Sıra “havalandırmaya çık” komutu ve koğuş kapısı açılıyor, 3. katta olduğu için 3. katın havalandırma kapısına kadar tüm merdiven başlarında sağlı sollu ellerinde kalaslar gardiyanlar vardı. Kapıdan çıkan her arkadaş, yüksek sesle sayarak çıkmak zorundaydı ve merdivenlerden koşar adım inmek zorundaydı. 3. kattan havalandırmaya kadar önünden koştuğumuz her asker gardiyan, elindeki kalaslarla vücudumuzun neresine rast gelirse oraya vuruyorlardı. Zaten koğuşun hepsi havalandırmaya çıkana kadar kafası, gözü, yüzü, çenesi, sırtı kan revan içinde kalıyordu, Havalandırmaya çıkan arkadaş, içeride provasını yaptığımız şekilde yerine geçiyordu. Bu sıra uzun boydan kısa boylulara doğru bir sıraydı. Yani boyu uzun olanlar en önde dörtlü şekilde bekliyordu. Herkes önündeki ve yanındakini çok iyi tanıyordu. Ne olursa olsun, herkes önündekinin arkasında durmak zorundaydı. Yanlışlıkla biri senin yerine geçerse, onu geriye itmek zorundasın yoksa sen yerini kaybedersin. O zaman dayak yiyen sen olursun. Koğuşun sıraya geçmesi 1 dakikalık bir süreydi. Sonra İstiklal Marşı okunur, yürüyüş yapmaya başlatılır, yürüyüşler marş eşliğinde yapılırdı. Bazen bir marşın yarısı okutulmadan koğuş gardiyanı bağırır: “32.koğuş neden ses çıkmıyor lan ibneler! Yürüyüş niye canlı değil?” diyerek havalandırmadaki işkenceler başlardı.
İşkencelerFALAKA: En yaygın ve devamlı uygulanan bir işkence yöntemidir. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir çubuk, v.b. vurularak gerçekleştirilir. Bu yöntem, ayak tabanlarını, el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları söker. El-ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat eder.
ZİNCİR: 20–25 metre uzunluğundaki zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır. Tutuklular sırt sırta verdirilerek ters yönde hızla koşuşturulur. Zincir tam gerilince, her iki tutuklu da sırtüstü yere düşer.
GERME: Tutuklunun bir bacağı merdiven tırabzanına bağlanır, diğer bacağı da açık bırakılan koğuşun gözetleme deliğine bağlanır. Kapı kapatılır. Tutuklunun bacakları koğuş kapısının eni kadar gerilir ve öylece kalır.
KULE: Havalandırmaya çıkan tutuklular 6 kişilik daire oluştururlar. Bunların üzerine 3–4 kat olacak biçiminde tutuklular çıkarılır. Gardiyanın “Yıkıl!” komutuyla kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır. Tutukluların değişik yerlerinde kırılma, incinme, çıkık olur.
KERVAN: Havalandırmada, tutuklular tek sıra dizilir. Her tutuklu, önündeki tutuklunun sırtına bindirilir. Bacakları, altındaki tutuklunun boynundan aşağıya sarkıtılır ve kulaklarından tutması istenir. Gardiyanın komutuyla tutuklular yürümeye başlarlar. Bu işleme tutuklular ayakta duramayacak duruma geldiğinde son verilir.
ÇEK-ÇEK: Tutuklu çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılır. Gardiyan ipin açıkta kalan ucunu alıp hızla koşar. Tutuklu da zorunlu olarak gardiyanın peşinden koşar.
ÖL DEDİĞİMDE: Tutuklu havalandırmanın orta yerine çıkarılır, hazır ol durumuna geçirilir. Gardiyanın 'Öl!” komutuyla tutuklu kaskatı, eklemlerini kırmadan yere düşürülür. Bu işlem gardiyanın keyfine göre tekrarlanır.
PİSLİK YEDİRME: Her havalandırmanın ortasında bir lağım çukuru vardır. Lağım suları ve insan pislikleri burada toplanır. Bu çukurdan avuç avuç pislik alıp yemeleri istenir.
TECAVÜZ: Cezaevinde görev yapan gardiyanlar, genç tutuklulara merdiven altlarında zorla tecavüz ederler. Ayrıca iki tutuklu çırılçıplak soyundurularak birbirlerine tecavüz etmeleri için zorlanırlar.
Akşam olur, akşam yemeği gelir ve yine biz hüsran yaşardık. Çünkü yine 10 kişilik yemek 100 kişiye dağıtılırdı ve aç yatardık. Mahkemedekiler mahkemeden getirilir, kapı arkasında dayaktan geçirilir, kapı mazgalı açılır, Karabela gardiyan sorumluyu çağırır, “Lan sorumlu, bu ibneleri içeriye alın, cezalıdırlar. Yolda ve mahkemede konuşmuşlar, akşam yemeği verilmeyecek” derdi. Kapı önündekiler, hemen dışarı koşar ya da baygınlık geçiren arkadaşları omzundan tutup sürüyerek koğuşa getirirlerdi. Bu, mahkemeden gelen arkadaşlar, daha çok yıpranırlardı. Çünkü mahkeme salonlarında sabahtan akşama kadar elleri dizlerinin üstünde sağa sola bakmadan esas duruşta beklemek ve mahkeme heyetini dinlemek zorundaydılar. Bunun üzerine dayak tuzu biberi oluyordu.
Akşam sayımından sonra “Yat!” komutu verilir, koğuş yatmak durumunda kalırdı. “Yat!” komutunu veren gardiyan, koğuş sorumlusuna şöyle seslenirdi: “Lan sorumlu, herkes esas duruşta yatacak, kimse esas duruşunu bozmayacak, kimse rüya görmeyecek, kimse ağlamayacak, kimse horlamayacak, koğuş nöbetçisinin izni olmadan dolaşmayacak ve tuvalete gitmeyecek, tuvalete gidecekler nöbetçiden izin alacaklar, anlaşıldı mı?” derdi. Bizler de hep bir ağızdan, “Emredersin komutanım!” derdik. Bazen de akşam sayımından sonra cezalandırılırdık: “Koğuş yatmak için ranza altı olun!” emri verilirdi. Ranza altı demek beton üstünde tahtadan yapılan ranzaların beton ile arasındaki kısımdı. Bu alan çok dardı, 25 -30 cm arasındaydı. Biz zayıf olanlar, rahat alta girerdik. İri ve kilolu olan arkadaşlar yalnız kafalarını zorla iç tarafa sokuyorlardı. Gövdeleri dışarıda kaldığı için çok dayak yerlerdi.
“Koğuş yat” komutu bunlarla bitmiyordu. Bazen akşamları komutan Co’yu (köpek Co) koğuşa gönderirlerdi. komutan Co, akşam yemeklerimizdeki etlerin ortağı olurdu. Yemeklerde ne kadar et veya kıyma varsa ayıklanır, komutan Co’ya verilirdi. Sonra güzel kokulu sabunlarla komutan Co yıkanır, bizlerin yüz havluları ile durulanır ve kurulanırdı. En güzel battaniye bulunur, dış kapının yakınına kapı mazgalından görülecek bir yere yatırılırdı komutan Co. Dışardan bir ses gelince veya arkadaşlardan biri tuvalete kalkınca havlardı Co. Havlayınca nöbetçi gardiyanlar kapı mazgalını açar, nöbetçilere hakaretler yağdırırlardı. “Co niye havladı? Co’ya niye iyi davranmıyorsunuz. Co komutanı niye aç bıraktınız?” gibi bahanelerle ya koğuş cezalandırılır ya da uykusuz bırakılırdı. Veya koğuş nöbetçileri dövülür ve küfür ve mazeretlere maruz bırakılırdı.
Kış geceleri ayrı bir işkence uygulanıyordu. Kaloriferler zaten hiçbir zaman yakılmadı. Koğuşlar zaten çok soğuktu, hele 1983’ün kışı bir felaketti. O soğuk kış günlerinde 30-40 bidon su koğuşa dökülür ve soyunmamız emredilirdi. Hepimiz soyunurduk, sadece külot üstümüzde kalıyordu ve koğuşa bir emir veriliyordu: “Koğuş yere yat ve kaybol ranza altı ol!” Saatlerce, bazen sabaha kadar, kımıldamadan o suyun içinde bekletiliyorduk. Vücudumuzdan buhar çıkıyordu. Bazen de günlerce yatak yasaklanıyordu. Beton üstünde yatmamız emredilirdi. Bazen meşhur Co köpeği koğuşa bırakılıyordu. Sabaha kadar Co havlıyordu. Hiç birimiz, bu havlama sesinden yatamazdık. Bazı geceler operasyon düzenleniyor, bu operasyonların başında genellikle minik asteğmen oluyordu. Rastgele döverlerdi. Bazen de yaz kış demeden “Battaniyenin altına gir! Ne başınız, ne de ayaklarınız görünecek!” komutu verilirdi. Kışın insan yine dayanabiliyor fakat yazın çok kötü oluyordu. Baygınlık geçiren hastalanan çok oluyordu. Geceler ayrı bir kabustu, bitmiyordu gündüzün yorgunluğu, marşlar, işkenceler… Gece uykusuzluğu bizleri bir deri bir kemik yapmıştı. Uygulamalar, Nazi subaylarını aratmıyordu. Bu uygulamalar sadece bir günlük uygulamalardı. Ve bizim koğuşta olanlardı. Diğer koğuşta olanları göremiyorduk. Sadece dayak sesleri, bağırma ve marş sesleri duyuyorduk.
Diyarbakır Cezaevi'nde 5 Eylül 1983 Direnişi
"Direniş 35.koğuşta başlar.32.koğuşta ses verir…"
Yıldızları parlak. Güneşi yakıcı. Dicle ve Fırat’ı ile cennet ülke Mezopotamya. Tarih boyunca işgallere, istilalara maruz kalmış. Beyni iskeleti dört parçaya bölünmüş, tüm değer yargıları yerle bir edilmiş. Her dönemde kıyımlara katliamlara rağmen direnmiştir. Bu mazlum halkın çocuklarının da tarihsel tarihsizlikleri 12 Eylül 1980 tarihinde yeniden tekerrür etmiş, tüm öncü kadroları Diyarbakır 5 no'lu askeri cezaevinde tutsak edilmişlerdir. 1980 ve 1983 5 Eylül direnişine kadar her türlü insanlık dışı uygulamalarına maruz kalmışlardır. Güneşin çocukları, bu baskı ve işkencelere karşı topyekûn direnmenin zaferini 5 Eylül 1983’te destansı bir direniş göstererek kazanmışlar, bu esaret zincirini kırmışlardır.
TİKKO davasından mahkemeye giden İbrahim Halil arkadaşımıza (Bu arkadaşımız boyu kısa ufak tefek biri olmasına rağmen) cop kullanmak istediler. Fakat o yiğit arkadaşımız tüm dayak ve işkencelere rağmen bırakmadı ve cop kullanamadılar. Bu bizim için çok büyük bir moral olmuştu, eğer o arkadaşımıza copu kullanabilselerdi, aynı şeyi hepimize uygularlardı ve ta ki direnen biri çıkana kadar devam ederlerdi. Arkadaş direnince vazgeçmek zorunda kaldılar. Baskı, marş söyletme, havalandırmalarda dayak ve işkencenin haddi hesabı yoktu. Esas duruşunuz bozuk diye sayım saatlerinde 32.koğuşta (106 kişiydik) komple beşe on kalaslardan geçiriyorlardı. Kurallara uysak uymasak, istedikleri saat istedikleri an bir bahane bulup, dayak atmaya devam ediyorlardı.
Çok sevindik. Bu eylemi destekleyeceğimizi ve sağlam arkadaşlara anlatmayı kararlaştırdık. Hüseyin Barış, Vedat Aydın, Kutbettin Yıldız, İsmet Karak (Bu arkadaşı ölüm orucu sonrası mide zehirlenmesinden kaybettik saygı ile anıyorum) ve daha ismini hatırlayamadığım, birçok dürüst arkadaşla görüştük. Herkes eyleme katılacağını ve eylemi destekleyeceğini söyledi. Tabi bu görüşmeler çok gizli yapılıyordu. Çünkü idarenin işbirlikçileri her an idareye rapor verebilirlerdi. O moral ile o gece uyuduk. Sabah saat 5.45te kalk komutuyla uyandık, yatak yaparken, tuvalette tıraş olurken, herkes bir tarafta bu direnişi konuşuyor ve nerden başlayacağına, ne zaman başlaması gerektiğine ilişkin fikirlerini söylüyorlardı.
Akşam sayımında 50’den fazla asker gardiyan ve cezaevi iç güvenlik amiri kır saçlı Yüzbaşı Abdullah sayıma gelmişlerdi. Sayımı her zamankinden daha yavaş ve sakin bir şekilde verdik. Ölüm orucuna giren arkadaşlarımız sayıma kalkmadılar, hepsi yataklarında uzanmışlardı. Yüzbaşı; “Bunlar ne niye kalkmadılar sorumlu?”diye sordu. Ölüm orucuna giren arkadaşlar bir ağızdan bağırarak “Bizler cezaevindeki baskı ve işkenceleri protesto etmek için ve baskıların sona erdirilmesi için ölüm orucuna başlamış bulunmaktayız” diyerek, yazdıkları ölüm orucu dilekçesini yüzbaşına uzattılar. Yüzbaşı dilekçeyi aldı ve okudu. Okuduktan sonra arkadaşları ve koğuşu tehdit edip hiç kimseye dayak atmadan çekip gittiler. Bu davranışları bizi çok sevindirmişti. Bir gün sonra ölüm orucuna giren arkadaşlarımızı gelip koğuştan alıp, başka bir yere götürdüler. Bu durum karşısında yeniden toplandık ve bir durum değerlendirmesi yaptık. 2. grup arkadaşlarımız da ölüm orucuna başladılar ve biz kendi koğuş sorumlumuz olarak Hüseyin Barış arkadaşı seçtik.
Bu konuşma bizi öyle bir etkilemişti ki, üç yıldır içimizde biriktirdiğimiz kinimizi, nefretimizi, içimizde bastırmış olduğumuz çığlıkları hep bir ağızdan haykırarak; “Kahrolsun işkence!” sloganına bizler de eşlik ettik. Öyle bir slogan sesi yükseldi ki bir anda tüm cezaevi koğuşlarını sardı.
Bizlere “Arkadaşlarım, tamam haklısınız yalnız sakin olun camları pencereleri kırmayın. Askerlerime kızmayın. Onlar suçsuzdur, emir kuludur” diye sesleniyordu. Bizler de hep bir ağızdan şöyle dedik: “Vurmak, kırmak, küfür etmek, kızmak size mahsustur bizler insanız suçumuz ne olursa olsun insanız, cezamızı yatıyoruz, bundan sonra isteklerimiz şunlardır:
1.Askeri eğitime son verilsin.2.Dayak ve işkencelere son verilsin.
3.Mahkemelere, avukata görüşmeye çıkan insanlara işkence yapılmasın.
4.Ziyaret süreleri uzatılsın, ziyaretçilerimiz ile rahat konuşalım.
5.Mahkemeye çıkan arkadaşlara savunma için kâğıt, kalem verilsin.
6.Bizleri doyuracak düzeyde yemek verilsin.
7.Kantinden istediklerimiz zamanında alınsın.
8.Gazete ve kitap verilsin.
9.Her tutukluya bir yatak verilsin.
10.Haftada bir gün sıcak su ile banyo yaptırılsın.
11.Koğuş sorumlusunu koğuştaki tutuklular seçsin.
12.Cezaevinin sorunları için koğuş sorumluları ve idare 15 günde bir toplantı yapsın.
13.Ziyaretçi kabinlerinde gardiyan bulunmasın herkes ailesinin anladığı dille konuşsun.
14.Tutuklu için idarenin sınır olarak koyduğu 2 bin lira 10 bin liraya çıkarılsın.
15.Revir 24 saat açık olsun, hasta olan arkadaşlarımıza anında müdahale edilsin.
16.Hasta ve Tüberküloz olan arkadaşların ilaçlarına kısıtlama yapılmasın.
17.Havalandırma süreleri uzatılsın.
18.Ayrı koğuşlarda olan baba, oğul, ağabey, kardeş ve akrabalar birbirleri ile görüştürülsün.
19.Tutuklular zorla itirafa zorlanmasın.
20.Avukatlarımız ile görüşmelerimizin süresi uzatılsın vb. insani isteklerdi.”
İdare ile birlikte gelen Rıza Altun, Mustafa Karasu, Mehmetcan Yüce bizlere hitaben genel olarak şunları söylüyorlardı:
İdare şaşırmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Karşısında esas duruşta durduğumuz her küfür ve hakaretine emredersin komutanım dediğimiz gardiyanlar, şimdi başları önünde ürkek ve korkak olmuşlardı. Gardiyanlar, yüzbaşı ve arkadaşlar koğuştan gittiler. Bizler yıllar sonra dayaksız, korkusuz yataklarımıza oturmuş, hem eylemi değerlendiriyorduk, hem de yeniden hayaller kurmaya çalışıyorduk. Yüreklerimiz heyecan dolu, umutlarımız çok diriydi ve biz yeniden dirilmiştik. Tıpkı Anka kuşu gibi külümüzden yaratmıştık yeni umutlarımızı ve bir kez daha öğrendik ki bedelsiz hiçbir şey olmaz, olamaz, direniş zafere, teslimiyet ihanete götürür.
İnsanlar ölüme gülerek koşuyorlardı. Her gün ayrı ayrı koğuşlardan ölüm orucuna katılan insan sayısı biraz daha artıyordu. İdare boş durmuyordu. Eylemi kırmak için her öğün üç dört çeşit yemek getiriyorlardı. O güne kadar hiç gelmeyen dolma, güveç, türlü yani ne kadar mahalli yemek varsa askeri karavanada veriliyordu, fakat biz açlık grevinde olduğumuz için yemekleri yemiyorduk, karavanaları olduğu gibi iade ediyorduk. İdare bundan bir netice alamayınca, iç güvenlik amiri Binbaşı hoparlörden bir konuşma yaptı. Konuşmanın özü şuydu: “Beni dinleyin tutuklular üç beş idamlık sizi kandırıyor, onlara uymayın.” Konuşmanın sonrasını duyamadık çünkü tüm koğuşlar tekrar slogan atarak Binbaşıyı susturdular. Bu konuşma da netice vermemişti. İdare yine boş durmuyordu. Bu defa tüm koğuşların yerini değiştirdiler.
5 Eylül direnişinde koğuş dağıtımında üç tane Irak’lı Arap ile 8 gün bir hücrede kaldık. Onlar da bizimle birlikte açlık grevine girmişlerdi. Bu üç yıl boyunca onlar da bizim gibi işkence görmüş, askeri marşlar onlara da zorla öğretilmişti. Bu eylemden dolayı onlar da çok mutluydular. Zorla da olsa Türkçeyi öğrenmişlerdi. İçlerinden biri hücreye dönerek şöyle dedi: “Arkadaşlar beni dinleyin ben gardiyanların dediği gibi g..tü b.klu bir Arap’ım bana 3 yıl değil 3 yüzyılda ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’yi söyletseler bile benim damarlarımda Arap kanı dolaşmaktadır. Asil Türk kanı bende olmaz, asillik bana lazım değil, ben Arap’ta değilim Türk de değilim. Ben insanım, Allah’ıma çok şükür ki ben insanım, sağ olun sakın eylemden vazgeçmeyin. Siz vazgeçseniz de ben vazgeçmem!..”
Ve 5 Eylül direnişi zafer ile sonuçlandı…
İSA TEKİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder