Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Eylül 2011 Çarşamba

ÖZLEM KESKİN:Oğul Sırası



Deniz haylazdı yine. Hava öfkeli. İçini kemiren acıya yenilmeden bir düş kurmalıydı şimdi, en tazesinden. Çok iyi oynadığı bir oyundu bu. Düş oyun. Böyle geçmişti ömür. Yoksa bu ilk daraldığı, ilk tıkandığı değildi hayatta. Bu oyun olmasa nasıl çıkardı ki boğazlanmışlığından. Nasıl onarırdı hırpalanmışlıklarını? Elini çabuk tutmalıydı; azalıyordu soluğu.


Son nefesini derinine indirdiği sigarasını bir şeye benzetemediği çirkin böcekleri öldürmemeye dikkat ederek bastı toprağa. Ve başladı oyun.


Marazi yerli film kadınlarına benzetti elinin hareketini. Durmadan öksüren, hastalığı bir türlü anlaşılamayan. Filmin sonunda mutlak ölen ya da mutlu kalan. Hiç uzun soluklu bir tedaviye devam edeni olmazdı onların. Keskin uçlarda yaşarlardı hayatı. Oysa o öyle mi? Sürünüyordu yıllardır. Aydınlık ve karanlık arasında gidip geliyordu. Karanlığa batmadan, aydınlığı hiç görmeden. Kendini bildiğinden beri çalışıyordu. Felaket yoruluyor, yatağa girdiğinde dehşet sancıyordu. Filmlerde bu yoktu. Olsun; bu bir oyundu. Çalışmaktan paçavraya dönmüş bedenini sırtlayıp giden kadın değildi şimdi. Alabildiğine narindi. Yerli bir filmden fırlamış, incecikti. Havanın öfkesi dinmiş; ılık bir rüzgâr yüreğini okşuyor, saçlarını savuruyordu. Evden çıkarken bağladığı gezmelik sarı yazması çoktan uçup gitmişti. Kendini bu hoşluğa bırakmış, sallanıyordu. Ona neydi şimdi; yığılan faturalardan, ekmeğe gelen zamdan, kapıdaki kömürsüz kıştan. Sallanıyordu.


Çok derinden fışkırdı kocasının alabildiğine gerçek sesi.


—Hadi. Sallanıp durma; araba kalkacak. Binelim.
—Efendim aşkım.
—Ne aşkı be kadın? Binelim diyorum. Ne oluyorsun sen?


Apansız bitiverdi oyun. Ne olacak; hiçbir şey olmuyordu. Canı acıyordu sadece, içi yanıyordu. Yanan yerini ya da içinde yanan şeyi bir bulsa tırnaklarıyla koparır atardı. Kendini böyle rezil eder miydi yıllardır bir ırmağın akışı gibi dingin yaşadığı bu adama. Utandı kocasından. İlk geceki gibi yanıyordu yanakları. Bir ömür geçmişti beraber. Ona hiç aşkım dememişti. Evimin direği, çocuklarımın babası demişti ama aşkım dememişti. Oyunu bilmez ki adam; bir başka gülümsemişti azarlarken. Şimdi ne demeliydi de bu yakışıksız oyunu onda da bitirmeliydi. Sımsıkı avuçladı yüreğini. Korkunç bir çığlıktı sesi.
—Oğlumu özledim.
Adam başını ön koltuğa yaslamış, şaşılası bir uykuya dalmıştı.
—Oğlumu özledim diyorum. Boynunu eğişini, kapıdan girişini, koltuğunun altına gazetesini iliştirdiği yeri özledim. Oğlumu çok özledim.


Otobüs yılanımsı yolda kıvrılıveriyor, tüm yolcular dönmüş şaşkınlıkla ona bakıyordu. Adam belki de bir ömrün yorgunluğu hâlâ uyuyordu.


Bitmeyen şey mi vardı. Sonunda bitti çilemsi yolculuk; gözünü hiç kırpmadan. Bilinmedik bir heyecan fren sesiyle beraber süzüldü bedenine. Bir an önce fırlayıp inmek istiyordu hiç vakit kaybetmeden. Sanki azıcık gecikse bir aksilik olacak, tüm şansını yitirecekti. Vurmakla dürtmek arası dokundu kocasına.
—Kalk. İniyoruz, geldik.


Bindikleri taksi hızla hareket etti. Adam taksiciyle konuşmaya çalışıyor, hiç değilse içinin birazını ona boşaltabileceğini umuyordu. Kadın etrafına hiç bakmamaya, bu şehri hiç görmemeye çaba harcıyordu. Çünkü bu gün bittiğinde; ömründen bu günü silmek, bir daha anımsamamak istiyordu.
—Geldik.


Bu adam bu gün her şeyi bozuyordu. Sımsıkı yumulu gözlerini açtı inerken. Uzaktan tabela görünüyordu.


….. CEZAEVİ


Ürperdi birden. Olmadık bir titreme yürüdü bedenine. Alabildiğine büyük, dehşet bir bina sırtını denize dayamış salınıyordu. Buza kesmişti her yer. Gökyüzü, deniz, kuşlar, böcekler; her şey ve herkes üşüyordu. Ciğerlerini yırtarcasına aldı soluğunu. İri bir parça buzdu eli; uzattı kocasına. Hiç vakit kaybetmeden sıkıca tuttu adam. Sanki bunu hep yapıyorlardı. Oysa ilk defa tutuştular. El ele yürüdüler kalabalığa doğru.


İnsanlar üst üste yığılmış, birbirlerine koşulsuz sokulmuş yakınlarını görecek olmanın heyecanıyla horlanmalara aldırmadan yüksek sesle konuşuyor, çaktırmadan dakikaları sayıyorlardı. İri yarı üç beş adam arada tartaklayıp, kollarından savursa da ovalayıp geçiyorlardı. Onlar pişmişti buralarda. Bir şey denmezdi. Her şeyin bir bedeli vardı. İçerde yatanın ödediği bedel yetmiyor, dışarıda bekleyenlerinde ezilmesi, sindirilmesi gerekiyordu.


Konuşulanlar hep aynıydı:
—Sizinki niye yatıyor?
—Suçsuz bizimki canına tak etmiş vurmuş. Öldü adam.
—Sizinki?
—Bizimki de suçsuz azıcık içmiş kaza yapmış. Ölenler var.
—Sizinki?
—Almış götürmüşler kasayı. Suçu yok. Çoluk, çocuk parasız aç kaldılar.
—Kızım senin kimin var?
—Kocam yatıyor. Suçu yok. Anlaşılamadı.
—Abla senin?
—Oğlan benim suçu yok kızın yaşı küçük diyorlar. Gönlü olmasa yapar mı? Çıkar yakında.


Sorular, cevaplar birbirine girmişti. Kadının anlayabildiği; insanlar toplanmış, suçsuzlarını görmeyi bekliyorlardı. Bıraksa kocası bu konuşmalara mutlaka katılırdı. Elini bırakmadan sakin bir köşeye sürüdü onu. Kimseyle konuşmak, bir yere oturmak istemiyordu. Oracıkta bekleyecekti sırasını. Şimdi oğlunu görmenin bir sırası vardı. İnsanları horlayan iri adamlara denk gelmemek için iyice sıkıştı kabuğuna. Çekti omuzlarını göğsüne. Gözleri kocaman açıktı. Kaçırıyordu bakışlarını. Bakışı birine değse hemen soru sorulacaktı. Şimdi hiçbir soruyu yanıtlayamazdı.


Ağrılı bir gürültüyle hareket etti cezaevi aracı. Elinde olmadan aracın ardından yürüdü gitti bakışları. Koca aracın demir parmaklıklı küçücük camından dört parmak bakıyordu. Cam yüksekti. Parmakların oradan bakabilmesi için mutlaka ayak parmaklarının en ucuna kadar basılmıştı. Uzun uzun baktı parmaklara. İçi yırtıldı ya da makasla kesildi. Değişik bir şey oldu. Üç beş damla yaş hücum etti gözlerine. Yumsa gözlerini yerler ıslanacaktı. Yummadı.


Mutlaka bir oğlandı bu parmakların sahibi. Nereye götürüyorlardı?
—İyi ki bu eli anası görmedi. Yoksa erirdi acısından.


Araç uzaklaşıp gitti. Sıraları gelmişti. El ele yürüdüler. Kocası kimliklerini uzattı gardiyana. Asık suratıyla bir yüzlerine bir kimliklere baktı adam. Hiç vakit kaybetmeden;
—Yok, Sizinki mahkemeye gitti az önce.


Kadın böğürürcesine çıkarılmış -az önce- bir de –gitti- sözcüğüne takılmış olduğu yerde sallanmaya başlamıştı. Atıldı adam.
—Mahkemesi yoktu bu gün.
—Olmaz mı mahkemesi. Kendi vermiş mahkemeye. İşkenceymiş. Önce kuduruyorlar, sopayı görünce de yaygarayı koparıyorlar. Devletin mahkemesinin başka işi yok.


Sessizce çekildi adam. Öteki bağırmaya devamdaydı. Kadın –işkence- sözcüğünü yakalayıp aldı konuşulanların arasından. Sallanıyordu.


Neresine vurmuşlardır? İncecik bacaklarına mı? Boynuna, koltuk altına mı? Nasıl bakmıştır gözleri ya da elleri? Nasıl acımıştır. Acaba karnı aç mıdır? Daha fazla dayanamadı beyninde koşturanlara; olduğu yere yığıldı. Gözünü açtığında eli yine kocasının elinin içinde sımsıkıydı. Gözleri, dilleri karşılıklı kilitliydi. Yanlarına sokulan uzun boylu adam bozdu sessizliği:
—Sizinki niye yatıyor?

Adam beyninin içini didikleyip açıklama yapacak sözcük ararken atıldı kadın;
—Suçluydu bizimki. Eşitlik, özgürlük filan diyordu. Herkese iş, ekmek, sağlık filan. Sendika, gazete, kitap filan. Suçluydu çok. Çiçekleri, çocukları, şiirleri seviyordu. Zaten yürüyüş mü, boykot mu öyle bir şeyden aldılar.


Kadın kendini bırakmış bağırıyordu;
—Bizimki çok suçluydu. İnsan diyordu, devlet diyordu.
Bağırması bitince kocasının yıllanmış, yorgun omzuna yığıldı kadın. Başını salladı uzun boylu adam.
—Geçmiş olsun teyze. Devlet,mevlet derse kötü o iş. Yatar o….. Çok yatar.



ÖZLEM KESKİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder